Kaza Kurşunu Değil Sözlerimiz

Yazmak ruhlarımızı hem tımar eder hem de örseler onları. İşte bundan sebep sözlerimiz birer kaza kurşunu ya da tesadüf değil…  

Bazı insanlar vardır gerek kılık kıyafet tercihleri ile, gerek düşünce ve yaşayış biçimleri ile, gerekse söylem ve eylemleri ile sıra dışı olma çabası sarf ederler. Bana gelince bunun tam tersi bir halde olduğumu yenice keşfettim. Ruh aynamdaki yansımama baktığımda sıradan kalmak, sivrilmemek kaygısını taşıyan bilinçaltı bir mücadelenin içinde buldum kendimi. Çok ileride olmak ya da çok geride kalmak istemeyen, herkes gibi olabilmek için uğraşan, halay başına bakarak ilerleyen fakat her zaman ya fazlasıyla alıp başını gitmiş, ya yürüyenlerin adımlarca gerisine düşmüş, ya da leylek sürüsündeki serçe gibi tuhaf kalmıştım. Bugünler halimi kabul günlerimdir.

 

Yetmişlere yetişemedim. 1969 sonunda dünyaya geldim. Kasımda aşk başkadır, derler. Kasımda dünyaya gelmek de başka bence. Hazanın hüznünü aklım erdi ereli kalbimde hep hissetmişimdir. Kolay mı ağaçlar yapraklarına veda ederken, toprak üşümeye başlarken, uyumayı seven tüm canlılar uykuya dalarken doğmuşum. Uykuya olan meftunluğum da acaba doğum tarihimden mi gelir?

  

Büyük ablam Banaz’da olduğu için doğumuma şahitlik edememiş. Küçük ablam kucağına verilen el kadar -elbette onun küçücük elleri kadar değil yetişkin insanların elleri kadar- bebeğe sevgi ve şaşkınlıkla bakmış. Pabucunun dama atıldığını bile fark edemeyecek yaşta olan bununla birlikte küçük kardeşini kıskanan ağabeyim yavaş yavaş içe kapanmaya başlamış. Daha sonraki yılarda ağabeyimin içe kapanıklığında kendimi çokça suçlu saymışımdır. O sustukça ben konuşurdum, bana öyle gelirdi ki ben konuştukça o susardı…

  

Karartma gecelerinde yani ordumuz Kıbrıs’a çıkartma yaptığında dört beş yaşlarındaydım.Eteğinde oyunlar oynadığım Altındağ’a baktığımda bana kocaman bir heyula gibi gözüken o küçücük tepenin ağaçlarını Yunan askeri zannedip eve kaçardım.Gürültüyle masmavi çocuk göğümden geçen uçakların hengameleri bende uzun yıllar havada uçak gördüğümde iç ürpertisine sebep olmuştur.

 

 Annem ve babam çalıştıkları için bize rahmetli babaannem bakardı. İşitme engeli vardı babaannemin. Yavaş yavaş ömrü tamamlanmaya duran bir Anadolu kadınıydı o. Eşini genç sayılabilecek bir yaşta kaybetmişti. Dedemin cennette bir Tuğba dalına konmuş kendisini beklediğini söyler dururdu. Ondan Yunus Emre’nin ilahilerini dinlerdim, bu ilahilerin sahibini henüz tanımadan. “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu. Çıkmış İslam bülbülleri öter Allah deyu deyu..”

 

 Babaannem tertemiz mendilinde taşla leblebi döver, bana yedirirdi. Bütün gün en çok annemi özlerdim. Annesini özleyen çocuklar henüz melalin ne olduğunu bilmeden melali öğrenirler.

 

 Ömrüm boyunca sevmede sınır tanımadım. Az sevmeyi bilmem ben. Sevdin mi çok seveceksin, diyenlerdenim. Anneme olan sevgim ve onu özleyişlerim hep aklımdadır. Babamı ailesinin incisi gibi görmüşümdür hep. Güzel ahlakı, kanaati, erdemli olmayı bana o öğretti. Öğrenip öğrenmediğimin iddiasında olamam fakat onun güzel ahlakından sonsuza dek eminim.

 

Annesi babası işe gidince kendisinden büyük iki kardeşle baş başa kalan bir kız çocuğu düşünün. Neredeyse her yaptığım suçtu annemler evde yokken. Ağabeyim sokakta oynarken başıma bir şey geleceğinden mi korkardı bilmem benim sokağa çıkmamı pek haz etmezdi. Hani şu ağaçları Yunan askeri zannetme hikayem onun sayesindedir. Ne zaman sokağa çıksam karşımızdaki ağaç siluetlerini gösterir “Onlar Yunan askerleri yakında buraya gelirler” derdi. Belki bu yalana kendisi de inanırdı. Ve ben her sokağa çıktığımda ağaçlara bakıp içeri kaçardım. Bu korku ne zaman başladı, ne zaman sona erdi hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey korkunun ta kendisi.

 

 Ablamla ilgili olarak geceleri anlattığı o birbirinden güzel masalları hatırlarım. Akgül ile Pembe Gül’den hangisi kapılarını çalan aslında prens olan ayıya aşık olmuştu? Pembe Gül’dü galiba. Keloğlan’ın yılanlar padişahından sihirli yüzüğü alır almaz şöyle bir çevirip “Dile benden ne dilersen” diyen sesini işitir gibi olurum bugün bile. Eğer aynı sesi işitseydim bütün çocuksu hayallerimi gerçekleştirmesini isterdim ondan.

 

 Çocukluğumla ilgili bir de kahverengi gözlerimin neden annem gibi yemyeşil olmayışına hayıflandığı hatırlarım. Babam bana “karakızım” dediğinde “Ben kara değilim” derdim. Babam gibi esmer olmaktansa annem gibi sarışın olmayı isterdim.

 

İlköğrenimimi eskiden adı Devrim İlkokulu, 1980’den sonra Yıldırım Beyazıt İlkokulu olan semt okulumuzda aldım. Çocuk kalbimin tahtına beş yıl boyunca kurulan ve asla o tahttaki yeri değişmeyen öğretmenim Aysel Sevim’i hayırla yad eder, ona iki cihan saadeti dilerim. Annemle yaşıttı, hem de annem gibiydi. Sağ mı vefat etti mi bilmem. Annem 6 Mart 2011’de vefat etti. Gül Annem için“yürüdü gitti benim annem ercesine / derdin tasan orda kalır / korkma kızım düş peşime dercesine” desem de şimdilik buralardayım.

 

İlkokuldayken öğretmenim kurduğum cümlelere şaşardı. “Hatice büyüyünce kesinlikle şair olacak,” derdi. Yaşıtlarım“Ali okula gitti” cümleleri kurarken ben cıvıl cıvıl kuşlardan, masmavi gökyüzünden başlar, dikkat edildiğinde aslında döndüğü de fark edilen güneşle bitirirdim sözümü. Ortaokul ikinci sınıftayken katıldığım şiir yarışmasında aldığım ödülle şairliğim tescil edildi. Çocuksu bir kibir vardı şiir yazma yeteneğimi anarken hep. O zamanlar bu kibri fark edemesem de daha sonraları utanmışımdır.

 

 Orta ve lise eğitimim Mersinli Sıdıka Rodop Lisesi’nde geçti. En güzel dostlukları da orada öğrendim. Yağmurlu İzmir sonbahar, kış ve baharlarında tatlı tatlı sohbet ederek, ara sokaklardan, caddeye fazla çıkmamaya dikkat ederek gider gelirdik okulumuza. Acaba ne konuşurduk üç dört kız kendi aramızda? Evlerin bahçelerinden sokağa taşan gülleri aşırdığımızı hatırlarım en çok. Bir de hanımeli, yasemin çiçeği kokularını…

 

Lisedeki edebiyat öğretmenim sıradışı bir adamdı. Sağı solu belli olmazdı. Bilirdim beni çok severdi. Ben de onu çok sever ve sayardım. Fakat nedense en yakın arkadaşımın edebiyat koluna girmesini istemişti de bana teklif etmemişti edebiyat koluna girmemi. Bu yüzden lise hayatım boyunca tiyatro kolunda boy göstermiştim. Yine de edebiyat derslerinde “Zaman dursa ben hep edebiyat dinlesem” derdim.

 

Üniversite hayatım da İzmir’de geçti. Edebiyat bölümünü kazandığımda “kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz” dedim. Kula şükür yakışır bilirsiniz. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’nden 1990 yılında mezun oldum. 20 Aralık 1990 tarihinden itibaren çeşitli liselerde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptım. Şu andaki görev yerim Bornova Çimentaş Anadolu Lisesi.Okula girerken kalbimde yeşeren hissi anlatabilmem mümkün değil herhalde.

 

Hayatımın en önemli ayrıntılarından birisi de şehirde büyümüş olmama rağmen anne babamın köylerine olan tutku derecesindeki sevgimdir. Demiştim ya ben az sevmesini bilmem diye. Köyümüz Uşak ilinin Banaz ilçesine bağlı eski adıyla Çece yeni adıyla Çamsu köyüdür. Babaannem ben küçükken elimden tutar kendi mahallemize yürüme mesafesiyle on beş yirmi dakikalık yakınlıktaki başka bir mahalleye beni gezmeye götürürdü. Ve ben orayı daha yeşil olduğu için köyümüz zannederdim. Anne babam akşam eve geldiklerinde “Siz işteyken ebem -bizde babaanne ve anneanneye ebe denirdi- beni köye götürdü” derdim. Nasıl gittiğimiz sorusuna kendim de şaşarak “yürüyerek” derdim. Şehirlerarası otobüslerle saatlerce süren bir yolun yürüyerek on beş dakikada bitmesine kendim de şaşardım herhalde. Anne babam pek gülerlerdi benim safiyane zannedişime. Çocukluk ne çok da masumiyet demekmiş.

 

 Kedilere olan sevgimden söz etmeden geçemeyeceğim. Asil, güzel, temiz, vefalı ve saygın bulurum onları. Şimdilerde onuncu katta oturduğum için kıyıp da evimde kedi besleyemesem de geçmişte birçok kedi beslemişliğim vardır. Özellikle annesiz kedi yavrularını büyütmek eski mesleğimdir. Büyüttüğüm ve beslediğim kediler arasında Sarıkedi’min yeri apayrıdır. Gölgeye Sığınanlar’da onun, annesinin ve kız kardeşinin öyküsünü yazmıştım. Kedilerin nankör olmadıklarından da adım kadar eminim.

 

Efkarlı biriyim, çok gülsem de hep bir yanım hüzünlüdür nedense… Efkarın kalp kaynaklı olduğunu da bilirim, akılla pek işi yoktur onun. Akıllı insanın efkar durağında işi ne?  Fakat ben problemler karşısında kuvvetli değilim, kötülerle, zalimlerle nasıl baş edileceğini bilmem. Hemen pabuç bırakıveririm onlara. Yolunca yordamınca savaşamam onlarla. Bununla birlikte gönlümde değilse bile etrafımda barındırırım kendime mutsuzluk verenleri. Bir kişi beni üzmekte ve ezmekte ısrar etse de, kendimi koruyamamanın yanlış olduğunu bilsem de, ne zaman sona ereceğini bilmediğim ömrümüzden an çalmasına izin veririm. Bu hatamı telafi için yazıyor olmalıyım. Kendi canıma iltifat olsun diye.

 

Okuyanı da yazanı da fazlasıyla severim. Okumayı sevdiğim, karınca kararınca yazdığım için çokça mesudum doğrusu. Şu sönen gölgelen dünyada bir hoş seda bırakabilirsem ne mutlu bana… Özde ben bir insan olmaya geldim, diyen türkümüz ne güzel söylemiş. İnsan olabilme serencamımızda okumanın ve yazmanın yeri çok büyük.

 

Bana kalırsa yaşadığımız maddeler âlemi hakikatin kımıltılı bir izdüşümünden ibaret… Kımıltılı olduğu için bize çok inandırıcı ve gerçek geliyor. Dış dünyamızı sarmalayan ufuklara bir bakın. Onlar kâh sönen kâh gölgelenen bazen de harelenen renkleriyle hem zamanın hem de zeminin sınırlarını belirliyor. Gece, gündüz, yaz, kış, var, yok gibi sayısız isim hep o ufuklarda sorgulanıyor. Bazı beden sahipleri her türlü sorguya boş vermişler, nedense ben korkunç bir hızla birbirinden uzaklaşan eşyayı okuma telaşına kapıldım. Okuduklarımı başkalarının hafızalarına ve kendi hafızama yazma telaşına…

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net