Bir Dilek Dile Hayattan – 16

-Hayır kızım. Allah sevdiği kullarının hayatlarını biraz daha zorlaştırır ki; daha çok güçlensinler ister. Sen yat kalk dua et ki, Allah’ın sevgili kulusun. Güçlü, zeki ve her şeyden önemlisi mutlu bir kızsın. Hadi ağlama, sil gözyaşını. 

Dilek etkilendiği bu sözlerle çoktan silmişti bile gözyaşlarını. Devam etti dedesi:

-Unutma kızım; bir daha Allah’a hâşâ isyan etme, boşa günah sahibi olma. Tanrı’yı ne göz görür, ne kulak duyar, ne de akıl anlar. O’nu yalnız kalp görür, kalp anlar. Elma ağacına bakar ve bir elma ağacı görürsen, işte o zaman kalple görmüşsün demektir. Hem zaten, o ağaca gitmene de gerek yok. Baktığın her çiçekte Tanrı’yı görebilirsin. Yeter ki kalp gözüyle bakmasını bil.

Derya duyduklarından çok etkilenmişti. Kalp gözüyle bakmayı öğrenecekti.

Dedesi artık iyice öksürüklerini kontrol edemez olmuştu. Yatakta halsizce uzanıp kalıyor ve kalkamıyordu uzun süre. “Yarına bir şeyim kalmaz, geçer.” diyordu; ama birkaç gün sürmüştü bu defa yataktan kalkamayışı, vücuduna hükmedemeyişi. 

Ertesi gün kızı gelecekti. Ev de bulunmuştu yakın komşularının vasıtasıyla. Zorla da olsa kalkmak zorundaydı.

Dilek ise Derya’yla konuşmasını hep erteliyordu. Uygun bir zamanı kolluyordu.

Dedesi; halasını, eniştesini, halasının iki çocuğunu da alıp gelmişti eve. Hoşbeş, sarılmalar, “Yolculuk nasıl geçti?” gibi konuşmalar derken; Dilek, halasının gözüne çarptı. 

-Kız sen ne güzel olmuşsun. Büyüyüp serpilmişsin. Duru su gibi maşallah… Dar değil mi o üstündeki? Bari kalçanı örtecek bir şey giy üstüne. Etraf kötü niyetlilerle dolu kızım! Sen koruyacaksın kendini. 

Dilek, huzurunun gittiğini o dakika anlamıştı. Şimdiye kadar kimseden saklaması gerekmemişti kendini. Kötü gözlü kimdi acaba? 

Yemekler yendi, masa toplandı. Dilek bulaşıklara geçmeden Derya’ya seslendi… 

-Al bakraçları da çeşmeden su getir biraz. Hortum yırtılmış, ne kadar bağlasam da su tazyikle gelince fışkırıyor. Al iki bakraç eline hadi. Ben de bulaşığı yıkarım. Sonra da eksilen kovaları beraber doldururuz. 

Derya çoktan kapmıştı bile bakraçları. Suları getirdi ablasına. Dilek bulaşığı yıkamamakta kararlı gibiydi. 

-Derya bulaşıkları yıkarsan sana bir şey vereceğim… 

Dilek, kardeşinin söz dinleyeceğini biliyordu. Derya ise, ablasının vaatlerinin olmayacağını bile bile her defasında kanmış gözüküp “Tamam ben yıkarım.” diyordu. 

Dilek ve Derya’nın en küçük kız kardeşleri, anne ve baba ölünce İstanbul’daki en büyük halalarının yanına verilmişti. Orada bolluk ve sefa içinde yaşıyordu. O’nu hiçbir şeye muhtaç etmiyorlardı. İki ablasından uzakta büyüse de, halasının kızları ve oğlu O’na abla ve abi olmuşlardı. Çok değer verip sevgi ile büyütüyorlardı. Bu yüzdendir ki, Derya ve Dilek aynı zamanda kader arkadaşıydılar. 

En zor dönemleri başlamıştı artık. Bu zamana kadar hayat onlara karışmamıştı. Doğa, deniz, gökyüzü, özgürlük, çocukluk güzeldi; ama kısa sürmüştü. Dilek zaten gelişmiş fiziği, düzgün yüz hatlarıyla duru bir genç kızdı. Derya ise ergenliğin ve aile özleminin eksikliğiyle yemeği fazla yiyor, kilosunu kontrol edemiyordu. Bu nedenle olduğundan büyük görünüyor, herkes onu genç kız sanıyordu. O kendini çocuk görüyordu ve öyle de kalacaktı. Heyecanlı ve telaşlı yapısı vardı. Yaşı ilerledikçe bu huylarını azaltacaktı belki; ama vazgeçemeyecekti. On huylarla yaşamayı sevecekti belki de…

Mutfak temizlenmişti. Peşkün deniyordu o dönemde bulaşık yıkanan yere. Bir çeşme ve mozaik denen bir iki taşın bileşiminden oluşan düzlenmiş taş tamamlardı musluğun altındaki boşluğu. Toprak üstü ev olduğu için açık yerlerden sülükler girer, gezdikleri yerin üstünde parlak izler bırakırlardı. Alışmışlardı o parlaklığa… Şükürle devam ediyordu hayat.

Dilek son senesine yine önceki sınıfında devam etmeye başlamıştı. Arkadaşları ve öğretmenlerine kavuşmuştu yeniden. Onlarla mutlu olmaya çalışıyor; derslerinde, sporda ve edebiyatta başarıları kimselere bırakmıyordu. O’nu tek bunaltan, halasının biraz baskıcı yapısıydı. Oysa halası, güzelliğiyle dikkat çeken yeğeninin kimseler etrafında dolaşmasın, zarar vermesin istiyor; O’nu korumaya çalışıyordu. Bu nedenle incittiğinin farkına varmıyordu. 

Aslında kimse bilmiyordu, gözünden bile sakınırken bu kadar bunaltmasının asıl sebebini. Oğluyla evlendirmek istiyordu. Oysa kuzenler birbirlerini kardeş gibi görüyorlardı. Dilek iyice bunalmıştı bu baskıdan. 

Artık dedesi de çok yaşlanmıştı, çalışamıyordu. Serbest işlerde çalışıp sigorta yapmadığı için yaşlılık maaşı hariç geliri de yoktu. Fakirlik iyiden iyiye bellerini bükmüştü. Ne giyecekleri, ne de ayaklarını ısıtacak çorapları kalmıştı. Uzun süren kâbus dolu kış günleri, sağlıklı düşünmelerine engel oluyordu.

Derya mahallede bir komşuya dadanmıştı. Sürekli o kadına gidiyordu. Kadın neşeli, eğlenceli, zararsız gibiydi. Dilek gidip tanışsa da kardeşinin sıklıkla oraya gidiyor olmasına sinirlendiriyordu. Konuşmamıştı henüz Derya’yla. İstanbul’dan gelirken sinirlenmesine rağmen hep sabırlı davranmıştı. 

Evde tartışmalar başlamıştı iki kardeş arasında artık. Dilek, Derya’ya söz geçiremiyordu. “Tamam” diyor, yeniden gidiyordu o komşuya. 

Bir gün olanlar oldu. Derya eve geldi ve bir şey söyleyeceği belliydi. Kıpkırmızıydı idi yüzleri. Yatalak babaannesine, eski gücünden eser kalmamış yaşlı dedesine, ablasına gözlerini döndürerek bakıyordu. Sanki gözü birinde dursa, konuşabilecekti. 

Dedesinin yanına oturdu. Söze bir yerden başlamalıydı. 

-Dede sen bize hep “Size en ufak iyiliği dokunan cennetliktir.” demez miydin? 

Dedesi baktı torununa, şaşkın gözlerle cevapladı: 

-Derim! Yalan mı? Yine derim! Size kim bilerek ya da bilmeyerek iyilik yapsa cennetliktir. Siz melaikesiniz, öksüz ve yetimsiniz

Derya, kelimelerini dikkatle seçmeye çalışıyordu. Söyleyeceklerine verilecek olumsuz cevaba tahammülü yoktu çünkü. 

-Dede ben evlenmek istiyorum… 

Derin bir sessizlik başladı evde… 

16. BÖLÜM SONU
DEVAM EDECEK… 

 

Melek KIRICI
www.kafiye.net