Bir Dilek Dile Hayattan – 15

Tam Dilek’in elinden tutup dışarı çıkarıyordu ki; dedesi seslendi.

-Kızlar gelin bakalım. Bir mektubumuz var.

Mektubu görür görmez dedesinin elinden kapıverdi Dilek. 

-Dedeciğim açıyorum… 

Dedesi burnuna değdirdiği dilini çekip gülümsedi önce; Dilek cevabı beklemeden açmıştı bile mektubu. 

-E hadi aç bakalım kızım. Oku da babaannen ve kardeşin de dinlesin.

Mektup Dilek’in ortanca halasındandı. Okumaya başladı dilek… 

-“Babacığım, biz bu İstanbul’da geçinemiyoruz. Artık memlekete döneceğiz. Bir manav açmayı düşünüyor Abdullah. Ben de yardım ederim, geçinir gideriz. Hem siz ve kızlar gözümün önünde olursunuz. Sana zahmet size yakın bir ev bak bize. Eşyayı topladım; bu ay kiramı da yatırdım. Ay sonuna yetişmezsek, diğer ayın kirasını da ister bu Rum tohumu ev sahibi. Sen bir an önce evi bul baba. 

Dilek sustu. Çok sevinmesi gereken bu haber, nedense onu mutlu etmemişti.
Dilek özgür bir ruha sahipti. Başarısı ancak özgür olduğunda katlanarak ilerlerdi. Halasının huyunu biliyordu; her yaptığını eleştirecek, “Kız kısmı böyle yapmaz” diyecekti. Moralini bozacak, hatta dedesini de kendine karşı kışkırtabilecekti. Genç kızın suratını gördü dedesi… 

-Hayırdır? Pek sevinmemiş gibisin bu işe… 

-Yok dedeciğim. Neden sevinmeyeyim? Babaannem iyiden iyiye yaşlandı ve çok yalnız kaldı. Yoldaş olur; babaanneme de, sana da, bize de faydası dokunur. İyi olur her şey inşallah.

Mektubu uzattı babaannesine ve odadan çıktı içindeki endişeleriyle Dilek. Öyle çok habere hasretti ki babaannesi, gelen mektupları en önemli evrakmış gibi biriktirirdi. Zarfı, yattığı divanın başı üstünde çivilerle tutturulmuş rafa özenle koydu. O rafta kendine verilen bir değer var gibi hissederdi. Hayatla hala iletişim halinde olduğunun kanıtı gibiydi raf babaanne için. Zarfın üçgen yerini özenle içine sokup, aynı yöne bakan diğerlerinin yanına koydu ve sonrasında eşine döndü:

-İyi bari bey… Azıcık yemek yüzü görür sabiler. Gelsinler hele bakim… 

Böyle deyip döndü bahçeye bakan iki karış camına.

Derya son dönem iyice hırçınlaşmış, denileni yapmamaya ve kendini savunma adına sebepler üretip konuşmaya başlamıştı. Hiç böyle yapmazdı. Uysaldı aslında. Yoksul ve yetim oluşlarındandı belki bu huysuzlukları. Yaşının gereği isteyip yiyemedikleri ve giyemediklerineydi bu yükselen sesi. Belki de karşı komşunun kızının “Anne” diyen sesineydi isyanı. Buna alışmış olmalıydı aslında. Hiç hatırlamazdı ki anne ve babasını. O halde bu isyanı nedendi?

Yaşlı adam bahçeye çıktı karısı bunları düşünürken. Bir ses duydu… Sese yöneldi; bahçeyi çepeçevre dolaşması gerekiyordu, duyduğu sesin yanına gitmek için. Oysa sesi dinleyebiliyordu. Çömeldi taşların üst üste konduğu duvarın dibine. Diğer yanda ve duyulmayacak kadar kısıktı. O halde yaşlı adamın kulaklarını sağır eden neydi? Kulak kabarttı. 

-“Neden aldın sen annemi de babamı da? Madem sen hep iyilikten, güzellikten yanasın; neden benim de herkes gibi annem ve babam yok? Neden onlar gibi giyinip istediğimi alamıyorum? Neden ha neden?” 

Sümüklerini çekip siliyordu bir yerlerine sanki. Ses zaman zaman duruyordu. Genç kızlığa geçen bir çocuğun, yani Derya’nın Allah’a sitemi idi bu sesler. Kızsa da Allah’a sığınıp sitem ediyordu. Sığınacak başka kimsesi yoktu ki… 

Yaşlı adam, yıllar önce oğlu ve gelinini toprağa verdiğinde, “En büyük acı bu!” diye düşünmüştü. Hayatı boyunca “Daha bunun üstüne acı olmaz herhalde” diyordu. O tarihten sonra her gün anladı ki; en büyük acısı iki çocuğun öksüz bakan gözleriydi. Bunca yıl kimselere muhtaç etmeden büyütmüştü; ama sevgiyi ne kadar verebilirdi ki? Çocuklar ana kuzusuydu; özlemle yanıyorlardı. 

Bahçeyi güçlükle dolaşıp torununun yanına gitti. Genç kız dedesini görünce fırladı yerinden. Yaşlı adam oturdu Derya’nın yanına. Her zaman yanındaki dedesiyse sokulurdu paltosunun içine. O kadar kalındı ki dedesinin paltosu; kalkan gibiydi Derya ‘ya. Dedesi açtı paltosunu, Derya her zamanki yerine kedi gibi sokuldu. Dedesi konuştu önce… 

-Ben soracağım, sen cevap vereceksin. Tamam mı?

-Tamam 

-Şimdi söyle bakalım. Anneni babanı kim aldı?

-Allah

-Peki… Allah’a karşı gelinir mi?

-Ama dede!

-Şiiii! De bakim! Karşı gelinir mi? 

Yine cevabını kendi verdi yaşlı adam:

-Gelinmez kızım!

-Ama dede; tanrı anlatılmaz diyorsun. Neden anlatılmasın ki?

-Biz karşıtlarla düşünürüz. Her şey karşıtı ile bir anlam kazanır. “Uzun-kısa”, “Alçak-yüksek”, “Az-çok” gibi… Tanrı’nın bir karşıtı yoktur ki, anlatılabilsin. Ayrıca yaratılan nesneler, kendilerini yaratan özneyi nasıl bilebilirler? Hatırlıyorsun değil mi? Özne ve nesne konusunu, ders çalışırken beraber işlemiştik.

-Evet hatırlıyorum dede. Beraber çalışmıştık; ama yine de bana haksızlık yaptı.

15. Bölüm Sonu
DEVAM EDECEK…

Melek KIRICI
www.kafiye.net