Bir Dilek Dile Hayattan – 12

Dede iyice elden ayaktan düşmüş, babaanne ise artık kendine bile bakamıyordu. Derya, evin işlerini yapmaya çalışırken fakirlikle boğuştuğunu fark ediyordu artık. Etrafındaki olup bitenleri kendi yaşadıklarıyla karşılaştırıp yanlış değerlendirmeler yapıyordu aklınca. Neden herkesin ailesi varken onların yoktu? Neden fakirdiler bu kadar? 

Çocuk aklıyla içindeki aile özlemi daha da artmıştı. Sorumlulukları da artmıştı iyice. İşleri mecburen O yapıyor, evi döndürmeye çalışıyordu. Dedesi de günün verdiği rızkı alıp geliyor, eskisi gibi dışarıda çok kalamıyordu. 

Yaşlılığın verdiği alınganlıklar ve hastalıklar iyice artmıştı dede ve babaannede. Dilek, İstanbul’dan tekrar Sinop’a çağırıldı ani bir kararla. Dedesi durumu bir beyaz sayfada Derya’ya yazdırmış, kızına yollamıştı. Derya, ablasının gelecek olmasına çok sevinmiş, mektubunun sonuna “Abla bana toka getir; kırmızı olsun.” yazmıştı.

***

Voleybol turnuvasını Sultan Selim Kız Lisesi’nin kazanmasına çok az kalmıştı ve bu başarıda Dilek önemli bir yer alıyordu. Çok iyi oynuyordu voleybolu. Belki de spor O’na önemli bir gelecek hazırlıyor olabilirdi. Türkiye kızlar voleybol takımında bile yer alabilirdi. Kim bilir…

Dilek, son maça çok iyi hazırlanmıştı. Liselerarası son karşılaşmaydı. Kazanmaları halinde Liselerarası voleybol turnuvasında birincilik madalyasını alacaklardı. Takımın gözde oyuncusuydu. Tamamen maça odaklanmıştı ve sistemli olarak idmanlarını yapıp istikrarlı çalışıyordu.

Maç günü gelip çatmıştı. Kapalı spor salonunun tribünleri tıka basa doluydu. Dilek ve arkadaşları ısınmak için salona çıkmışlardı. Harika bir atmosfer vardı. Genç kızın gözleri ailesini arıyor, bir yandan da ısınma koşuları yapıyordu. Halası, eniştesi, kuzenleri en önde yerlerini almışlardı salonda. Karşılaşmanın başlamasına az bir zaman kalmıştı. 

Halası, yeğenini izlerken bir yandan da düşünüyordu. Alışmıştı Dilek’e. Eniştesi de çok seviyor, “İki erkek evladımın yanında bir de kızım da oldu.” deyip mutlu oluyordu. Kuzenleri de bir kız kardeş kazanmanın mutluluğundaydılar. Henüz gelen mektubu göstermemişlerdi Dilek’e. Memlekete dönecekti sonuç olarak. Ne kadar istemeseler de gidecekti. 

Üç halası vardı Dilek’in. Ortanca olan da İstanbul’dan memlekete dönmeyi düşünüyordu. Anne ve babasına destek olmaktı amacı. Öksüzlere de aile olacaktı tabii..

Kapalı spor salonunda sesler salonun tamamını kaplamış, gürültü ve uğultu her yanı kaplamıştı.

Hakemler çıktı sahaya önce. Peşinden iki takımın da kızları oyun alanındaydı artık. Dilek, beyaz şortu ve mavi beyaz formasıyla tam bir sporcu görünümündeydi. Hedefe odaklıydı. Enerjisi gözünden, teninden, her hareketinden fışkırıyordu. Tam da hem zeki hem çevik diye adlandırılan şekildeydi.

Maç başladı. Çok güzel bir karşılaşma oluyordu. İki takımda güçlüydü. Nede olsa elene elene sona iki takım kalmıştı. Dilek karşılaşmada fırtına gibiydi. Olağanüstü çaba harcıyor, haklı olarak da müthiş alkış topluyordu. Salon hem “Sultan Selim Kız Lisesi” hem de “Dilek” sesleriyle inliyordu adeta. Bu tezahüratı da hak ediyordu doğrusu. Dilek’in takımına kazandırdığı sayılar hiç yabana atılacak gibi değildi. Halası, eniştesi, kuzenleri hop oturup hop kalkarak heyecanla, kontrolsüz hareketler yaparak maçı takip ediyorlardı. 

Karşılaşma sona erdiğinde açık ara farkla maçı kazanmıştı Dilek’in Okulu. Salon inliyordu. Dilek önde, arkadaşları da her biri bir öndekinin peşinde sahayı turlayarak taraftarlarını selamladılar. Tekrar maç olsa karşılaşmaya hazırdı sanki hepsi. Enerjileri, maçı kazanmanın da mutluluğuyla tavan yapmıştı adeta. 

Ne güzel bir gündü Dilek için. O hep sevdiği şeyleri yapmalıydı sanki… Başarıya acaba sporcu kimliği mi götürecekti Dilek’i? Yoksa kalemi mi? Belki de bilmediğimiz bambaşka bir özelliği… Kim bilir; belki de başarılarını burada bırakıp iyi bir anne, iyi bir eş olacaktı. Bu yaşta kolay değildi; bu imkânlarla iki ayrı şehirde okuyup Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’da başarılara imza atmak. Pes etmeyen bir ruha sahipti. Kim bilir daha neler bekliyordu genç kızı?

Eve gittiklerinde Dilek o kadar mutluydu ki; mektup konusunu konuşmayı ertesi güne ertelediler. 

Ertesi gün eniştesi eve dönerken Edirnekapı’nın en meşhur tatlıcısından çeşit çeşit tatlılar almıştı. Evde Dilek’in başarısı kutlanıyordu. Gösterilen sevgiler, Dilek’in tenine, yüreğine dokunuyordu. Gururluydu. Huzur dolu bir uykuya kapadı gözlerini o gece. 

Başarmanın bedeninde bıraktığı dirilişle her güne yeniden doğmuş gibi uyanırdı. Kendiyle barışıktı. 

Ertesi gün Eniştesinin endişeli hali Dilek’in gözünden kaçmamıştı. Dilek yaklaştı, eniştesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Her zaman tıraşlıydı ve mis gibi kokardı eniştesi. 

-Enişteciğim iyi misin? 

-İyiyim de, seninle konuşmamız gereken bir durum var kızım… 

Dilek’in merakla bakan gözleri, eniştesinin söyleyeceklerine odaklanmıştı. 

-Halan da gelsin de kahvaltı masasına geçelim; hem kahvaltımızı yaparız hem de konuşuruz. 

-Peki enişteciğim.

Halası Dilek’in üzerinde ayrı bir önemle duruyordu. Yanında kalmasını istemişti hep. Olamayacaktı; babaannesi ve dedesi özlemişti, gelmesini istiyorlardı. İhtiyaçları da vardı Dilek’e… Enişte başladı söze: 

-Kızım mektup geldi memleketten. Biz, sen olmadan okuduk. Kusura bakma. Maçın var diye de bu güne erteledik. 

-Önemli değil enişteciğim. Bizimkiler iyi mi?. 

Endişelenmişti. Halası atıldı konuşmaya: 

-Merak etme. Herkes iyi kızım. Biliyorsun işte! Sana düşkünler, seni istiyorlar. Git yazı geçir. Belki kışa doğru yine kandırırız babamı; alırım seni buraya. 

Dilek şaşırdı ama üzülmedi. Hepsini seviyordu. Memleketine, büyüdüğü eve gidecekti sonuçta.

***

12. bölüm sonu…
DEVAM EDECEK…

Melek KIRICI
www.kafiye.net