Bir Dilek Dile Hayattan – 11

-Değerli konuklar, Liselerarası Kompozisyon Yarışması Birincisi olan öğrencimiz Dilek, şimdi sizlere birincilik kazandığı yazısını bizzat okuyacaktır. 

Dilek bulunduğu yerden öne çıktı. Gururluydu, vakarlıydı, kendinden emindi. Sunucuya doğru yürüdü. Mikrofonu eline aldığında çok kişide olan titreme, heyecan, kekelemeden eser yoktu. Okumaya başladı…

-“Binlerce yıldır “Sevmek” demiş tüm inancıyla toplumlar; “Sevgi” demiş yüreğini ortaya koyan insanlar. İlk çağlardan beri süregelmiş; ama hiçbir zaman ortak tanımı konamamış bir kavram olarak kalmış bu sihirli kelimeler. Uğruna neler olmuş neler? Kabil ve Habil’le başlayan cinayetler; Kerem ile Aslı’dan, Leyla ile Mecnun’dan başlayan rivayetler… 

Gökyüzüne bakmış, gök mavisini sevmiş; denize bakmış, denizin mavisine tutulmuş insanlar. Yeşile sevda ormanla, güzele sevda çiçekle başlamış belki de. Aileler bu efsunlu kelimeyle kenetlenmiş, dostluklar bu sihirle kökleşmiş.

“Tanımı konamamış bir kavram olarak kalmış…” demiştik yukarıda. Belki de bu tanımsızlık nedeniyle “Sevgi” sözcüğünü ucuzlatmışız, “Sevmek” kavramını yozlaştırmışız; belki de sevgisizlik nedeniyle insanlar birbirini katletmeye başlamış.

Eskiler anlatırlar hep hani… İki sevdalının birbirine “Seni seviyorum” demesi bile ne kadar zormuş. Ölçer, biçer, tanır, yol alır ve gerekirse söylerlermiş bu harika cümleyi; çünkü o sihirli sözü söyledikten sonra geriye de dönmezlermiş Leyla ile Mecnun gibi, Kerem ile Aslı gibi, Âşık Garip gibi…

Böyle mi artık şimdilerde? Her gün birine “Seni seviyorum” deyip, hatta sık sık sevgilerin muhatabını değiştirip yeni ufuklara yol alıyoruz. Yani kısaca “Seni seviyorum” sözünü ucuzlaştırıyoruz. 

Oysa pahalı olmaya layık, müthiş bir söz olmalı o…

Sevmek tabii ki sadece aşk değil. Aslında saf sevgileri Allah bize doğar doğmaz vermiş. Dünyaya geldiğimiz an, o karşılıksız sevgiyi annemizden tatmış, babamızdan almış; dedemiz, ninemiz, amca, dayı, teyze ve halamızdan hissetmişiz. Hem de ne muhteşem bir sevgiyle… Hiçbir karşılık beklemeden ve gerçekten severek…

Sevmek; sadece erkeğin kadına, kadının erkeğe duygusu mu ki? Asla! O nedenle tanrı sevgisi, doğa sevgisi, anne sevgisi, baba sevgisi demez miyiz? Sonra arkadaşça sevgi, dostça sevgi…

Anne ve baba sevgisi… Bilinçli olarak hiç tatmadığım, sadece hissettiklerimle yaşattığım; ölmeyecek, asla bitmeyecek duygu yoğunluğum benim. Rüya gibi hatırladığım annem, hayal perdesinde yerini hiç kaybetmeyen babama sevgiyi nasıl bitirebilirim ki? Yokluklarını nasıl atarım beynimden?

Hep düşünmüşümdür babam olsa nelere sahip olabileceğimi. Belki bol çikolata, belki gezme, belki dilediğim her şey… Ne önemi var ki bunların? Sahip olabileceğim tek şey olurdu ve dünyanın en büyük mutluluğuydu bana. Ne mi? Baba sevgisi…

Bu hissi, babası yaşayanların benim kadar bilemeyeceklerinden çok eminim. Çünkü onlar her gün babalarının kucaklarında oturuyorlar, her gün babalarının elinden tutabiliyorlar, her gün babalarının gülümsemesine gülücüklerle karşılık veriyorlar. Ya ben? Ben fısıldayamıyorum bile babama; şımaramıyorum bile anneme. 

Her şey bir yana; ben “Sevelim” diyorum. “İnsanı sevelim” diyorum. “Yaratılanı sevelim yaratanın hatırına” diyorum. “Öldürmeden, üzmeden, acı çektirmeden; sevelim diyorum.

Sadece sevelim…”

Salon alkıştan yıkılıyordu. Dilek’in gözünden akan yaşlar; babaya, anneye dökülen inci taneleriydi. Herkes ayağa kalkmış çılgınca alkışlıyor, takdir duygularını hissettiriyorlardı Dilek’e.

Dilek aldığı ödülü de, alkışları da görüyor; ama salona baktığında onlarca annesini, onlarca babasını görüyordu. Bu görüntü ödülden de, birinci olmaktan da çok daha güzel, çok daha müthiş hislerdi.

***

Bahçenin ahşap kapısından çıkan gıcırtı sesinden anladı yaşlı kadın, kocasının geldiğini. Doğrulup karşılayacak ya da aşağıya tesadüf bir iş için inmiş havasına bürünüp karşılayacak yaşta değildi. Zaten sağlığı hiç elverişliydi değildi. Her zaman geldiğinde, önce bahçeyi kolaçan edip sonra eve giren adam, tahta merdivenlerin tonlamalı sesiyle bir çırpıda yukarı çıkıp içeri girmesi bir olmuştu. Bu çok ender bir olaydı. Ya çok kötü ya da çok iyi anlarda yapardı bunu. “Hayırdır inşallah” diye geçirdi içinden yaşlı kadın. 

-Hanım Hanım! Müjde! Torunun İstanbul’da birinci olmuş. Yazı yazmış, hikâye anlatmış, ödül almış. Beş yüz lira da para vermişler torunuma.

Dilek’in dedesinin o yaşlanmış haliyle mutluluğu görülmeye değerdi. Babaannesi de adeta sevinç yumağı olmuştu. Dedesi devam etti:

-Ula bravo be! Bu kız zehir gibi maşallahhh! Eeee ne de olsa dedesinin torunu… 

Babaannesi ise, gözlerinden akan mutluluk yaşlarını elinin tersi ile sildi. 

-Afferim benim güzel torunuma. Hep dedim ben sana… Bu kız okuyup büyük adam olacak! Allah’ım sen bak torunumun yüzüne. Biz razıyız ondan, sen de razı ol torunumdan. 

Derya da babaannesi ve dedesine bakıp, hem onların hem ablasının mutluluklarını paylaşıyordu. O da genç kız olmuştu artık. Çalışkandı, zehir gibi bir öğrenciydi. Ortaokula gidiyordu. Hayal gücü geniş ve duygusal bir kızdı. Ailesinde kalan, sadece dedesi, babaannesi ve ablasıydı. Hepsini de çok seviyordu.

11. BÖLÜM SONU
DEVAM EDECEK…

Melek KIRICI
www.kafiye.net