Bir Dilek Dile Hayattan – 8

Sabah uyandığında içinde garip bir hisle uyandı Dilek. Sanki bir şeyler olacak, köklü bir değişim yaşanacak gibi hissediyordu. Geç kalmamak için aceleyle bir şeyler atıştırıp giyindi ve okulunun yolunu tuttu.

Yakın tarihte okullar arası voleybol turnuvası yapılacaktı. Okulda turnuvaya hazırlık için sürekli idmanlardaydılar. Bu yüzden de eve daha yorgun geliyordu Dilek. Öyle bile olsa tüm sorumluluklarını başarıyla tamamlıyordu. Hem yaşantısını düzgün ilişkiler içinde muhafaza ediyor, hem de becerilerini hızla geliştirip başarılara yeni imzalar atma yolunda ilerliyordu.

Dilek voleybol hazırlıklarındayken, evde başka hazırlıklara yollar açılıyordu sanki. İçi rahat değildi. İçindeki hisler evde bir şeyler olduğu ya da olacağı yönündeydi. Çalışmaları da bırakıp gidemezdi. ‘Artık akşam eve gittiğimde bakarım duruma’ diye iç geçirdi derin bir nefesle.

Dilek haklıydı aslında. Evde, önemli kararlar arifesinde bir duruma hazırlık aşaması olabilecek düşünceler vardı.

Babaanne ve dede rahat etmişlerdi kızlarının evinde. Sıcak sobayla ısınıyor, huzurlu ortamla da mutluluğu soluyorlardı. Yıllardır bu denli yalnız kalıp güzel zamanlar geçirmemişlerdi belki de. Dede sürekli arkadaşlarının yanına kahveye gidiyor, akşam saatlerinde eve geliyordu. Burası İstanbul’du; belki de az dolaştıktan sonra, insanlar huzuru evlerinde arıyorlardı. Bu yüzdendi dedenin memleketini herkesten çok özleyişi.

Aklına dönme düşüncesini koymuştu çoktan. Doğru olan burada kalıp, damadının ve kızının desteğiyle, torunlarının tahsillerini güzel bir şekilde yapmalarıydı. Gel gör ki, dedenin yüreğinde fırtınalar vardı; sığamıyordu İstanbul’a. Yanı başında oturan kızına çevirdi yüzünü. Gözlerindeki heyecanı okudu kızı ve ürperti geçti içinden.

-Kızım ben artık memlekete dönsem mi? Çok özledim bizim oraları…

Akşamın huzurlu odasına, içini kemiren kurdu özgür bırakarak dilinden fırlatmıştı. Aslında hepsi hazırdılar bu konuşmaya. Duramayacağını biliyorlardı. Ne kadar sabır göstereceğini merak etmişlerdi sadece.

Bu arada Dilek de geldi eve. O esnada halası, dedesine cevap veriyordu.

-Babacığım dememe gerek yok; bu ev sizin ve ben sizlerle çok mutluyum. Evime güzellikler getirdiniz. Bize güç veriyorsunuz. Saygıda kusur mu ettik? Bilmeden kırdık mı sizi? Öyle bir şey varsa affedin ne olur…

Merakla peşi peşine sorularını yöneltti. Kızı devam etti gözleri dolu dolu babasının dizleri dibine oturarak:

-Babacığım tutunduk şu gurbet ellerde birbirimize. Bizi bırakıp gitme; geçinip gidelim. Her şey sana bağlı. Sen gidersen annem de gider seninle. ‘Bana kızları bırak’ desem, bırakmazsın. Orada yaşınız gereği bakamıyorsunuz çocuklara. Büyüyorlar; korunmaları lazım. Burada hep beraber üstesinden geliriz her şeyin. Ne olur bir daha düşün baba!

Bunları derken, bilirdi ki babası verdiği kararlardan asla dönmezdi. Memleketinden de bu kadar ayrı kalmamıştı hiç. Odaya sessizlik hâkimdi ve bir çok kişinin kaderinin dönüm noktasıydı bu anlar. Dede kararı vermişti. Torunlarını alıp gidecekti. Tabi hanımını da…

Dilek tam da yeni düzene oturtmuştu okul hayatını. Sil baştan, dönemin yarısında tekrar geri dönmesi ve yapılacak işlemler, en az on gün zaman kaybı olacaktı onlar için. Memleketini de seviyordu. Neden düzenli bir hayat kuramıyorlardı diğer aileler gibi? Bir yerde kalıp, hani şu evi olup da ‘Burası bizim evimiz. Bunlarda annem ve babam…’ diye başlayan bir tanıtım yapamamıştı hiç.

Sadece düşündü. Allah’ın takdiriydi anne va babasının olmayışı. Herkes kaderini yaşayacaktı; tabi kendi çabasıyla şekillendirip güzelleştirerek…

Dilek’in halası, babasını kenara çekip konuşmak, en azından Dilek’in bir süre daha İstanbul’da kalmasını teklif etmek istiyordu. Fırsatını bulup sorusunu yöneltti babasına.

-Babacığım, Derya henüz küçük. Hadi O’ndan ayrılamazsın. Ama Dilek lise talebesi ve okuluna alıştı. O’nu Ali Abisi her akşam okuldan alır. Bizler ilgileniriz. Eğitimini burada, benim yanımda, bir aile ortamında alır. Lütfen bende kalsın Dilek. İki üç ayda bir yanına getiririm; görüşürüz hep birlikte. Burada kalması onun gelişimi açısından çok daha iyi olacak baba. Lütfen…’

Yaşlı adam, yaşlılıktan kırışmış derisinin sardığı parmaklarıyla, hep sevgi vermeyi başarmıştı torunlarına. Aç bırakmamış, sevgisini ihmal etmemiş, hatta oyunlar bile oynamıştı Dilek’i büyütürken. Bu oyunlar kısa şakalaşmaları geçmese de özel çaba sarf ederek yapıyordu torunları için. Hep derdi zaten, ‘Bu torunların yüzünden el âleme maskara olacağım.’ diye. Ne de olsa adı vardı, ağırlığı vardı. Fakirdi; ama çalışkandı. Boş durmaz, evini kimselere muhtaç etmezdi. Yaşlanmıştı artık. Belki de kızı doğru söylüyordu. Genç kız olmuştu Dilek. Yeterince koruyamayabilirdi.

Sakıncası olmayacağını düşündüklerinden dolayı, Derya’nın yanlarında durup yerde oynamasını fark etmiyorlardı bile. Oysa Derya, konuşmalar karşısında soluğunu kesmiş, cevabı bekliyordu. Ablasını burada bırakıp gitmek düşüncesi onu üzmüştü. Hem de pek çok üzmüştü. Aynı odada yatıyorlardı. Derya hep ablasını örnek alırdı. Ablası düzenli tertipliydi. O’nun gibi katlardı çamaşırlarını. Şimdi hayaliyle mi katlayacaktı? O’nun divanına bakıp bakıp, varmışçasına mı başlayacaktı söze? Ağladığını kimse fark etmiyordu küçük kızın.

Babaanne de içerde, divanda oturmuş, konuşmaları az çok tahmin edebiliyordu. Babaannesi Dilek’e çok düşkündü. İlk torunuydu ve doğduğunda, eli ayağı daha iyi tuttuğundan dolayı emeği çoktu. Belki bu yüzden, belki de rahmetli oğluna çok benzediğinden; biraz daha düşkünlüğünü belli eder, kıyamazdı.

Balkonun kapısı açıldı ve yere düşen hüznünü takip ederek odaya girdi hanımına bakarak.

-Dilek bu yıl bari okuluna burada devam etsin. Biz üçümüz dönüyoruz memlekete. Seneye Allah kerim…’

Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Derya, dedesine havlu uzatmak için kapının dışında bekliyordu.

8. bölüm sonu
Devam edecek…

Melek Kırıcı
www.kafiye.net