Kuşbaz Tahir Efendi

“Altın kalpli Kuşbaz’a ebedi sevgilerle”

Hatice Eğilmez Kaya

Kuşbaz Tahir Efendi deyip geçmemek lazım. O tam bir İstanbul efendisiydi vakti zamanında. Çok âşık olmuş, hiç evlenmemişti. Fakat kimsenin namusuna da yan gözle bakmamıştı. Sessiz ve gölgesiz adımlarla bu âlemden çekip gitmeden önce; evinin çatısında bir kümes dolusu güvercini, darmadağınık odalarında onlarca rengarenk kanaryası ve muhabbet kuşu, kapısının önünden ayrılmayan sadık bir sokak köpeği, okunmaktan ve başkalarına ödünç verilmekten bitap düşmüş kitapları vardı. Komşuları onu tuhaf bulsalar da severlerdi. Uzun , sakin ve dimdik endamıyla sokaktan geçerken rast gelenler selamlarını ondan esirgemezlerdi. Öyle mülayim bir “merhaba” deyişi vardı ki Kuşbaz Tahir Efendi’nin dünya tasasından çoktan geçtiğini belli ediverirdi.

Tahir Efendi’nin doğduğu sabah Gülhane Parkı’nda olağanüstü bir hareketlilik vardı. Zaafiyet içindeki Osmanlı Devleti, asırlık ağaçların kalın gövdeleri arasında, kendi küllerinden yeniden doğma çabalarını bütün dünyaya haykıracaktı. Etrafta ecnebi gazeteciler, dilenci ya da seyyar satıcı kılığındaki hafiyeler, siyasetle haşır neşir olmuş okur yazar tayfası, atlı ya da yayan zaptiyeler kol geziyorlardı. Kuşbaz’ın dünyaya geldiği mütevazı ev tüm bu hareketlilikten habersiz, olanca sükunetiyle kendi müjdeli dakikalarını bekliyordu. Hafiften sancıları başlayan tecrübesiz anne, kayınvalidesine “Valideciğim bende bir tuhaflık var.” dediğinde görmüş geçirmiş parktaki benzeri hummalı kımıldanışlar orada da başlamıştı.

Kuşbaz gözlerini yabancısı olduğu ve ömrünce yabancısı kalacağı bir âleme açtığında güneş ilk gülümseyişlerini son iki yüzyıldır artık doğudan değil batıdan saçıyordu. Doğu halkları derin uykularında tuhaf ve karmaşık rüyalar göredursunlar, batılılar çoktan uyanmış, kanlı eteklerini savurarak henüz masumiyetini yitirmemiş gezegenimizin dört köşesinde geziyorlardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi kolektif kalplerindeki ucube simalı niyeti bambaşka maskelerle gizleyip de üstelik.

Ne İstanbul’da, ne Selanik’te, ne Bosna’da, ne Babil’de, ne Şam’da, ne de Kahire’de yaşayanlar yaklaşan felaketleri ve kıyımları sezmişlerdi. Çocuklar tozlu taşlı sokaklarda asude oyunlar oynarlarken yetişkinler başlarını kuma gömüp oradan kavranması güç gidişata dair ahkam kesiyorlardı. Yepyeni sözler, varlığı soyut yansıması somut ve acımasız ideolojiler ezber edilmekteydi uyuklayan kadim bir coğrafyada. Kuşbaz da aynı başıboş terennümlerle büyüyecekti diğer bütün çağdaşları gibi. Her şeyden, herkesten uzaktaki bir ada yaratılışına sahip bu kocaman kalpli adam her haliyle geniş kalabalıklardan bambaşkaydı. Kendine has, içe bükümlü bir aynadan kaygısız gözlerle bakardı hem kendine hem de ötekilere.

Asla yükselmeyen ses tonu, sakin tepkileri, hafif sağa yatmış başı dolayısıyla laf dinler bir adam zannedilirdi Kuşbaz Tahir Efendi. Oysa hiç kimsenin sözünü dinlemesi, işittiği öyle böyle fikre amenna demesi vaki değildi. Babası onun için “Evlatlarımın içinde en mülayimi Tahirdir, fakat benim söylediklerime kulak asmaz, yalnızca kendi kafasının doğru bulduğunu yapar o.” derdi. Tahir, babasının bu cümlelerini kimi zaman iltifat, kimi zaman azar kabul etse de değişmek gibi bir kaygıya kapılmazdı. Yönetmek ya da yönetilmek onun gibisine dar gelen mintanlardı. Kendisine benzer sevimli inadı, “Giyen giysin, benim giyesim yok.” sözünden anlaşılırdı en çok.

Kuşbaz faniliğinden emin olduğu bu dünyaya geldikten kısa süre sonra iki erkek, bir de kız kardeş onu takip ettiler. Aralarında birer ikişer yaş olmasına rağmen Kuşbaz kendisini onlarca yıl büyük bir ağabey olgunluğunda hissetti. Kardeşlerinin etrafında, onlara fiske vurmadan, kem söz etmeden bazen ikindi gölgesi gibi serin, bazen kuşluk güneşi gibi sıcacık dolandı. Onların yanı başındaydı ve onlardan ayrıydı. Tarafından mübalağa edilmiş olgunluğundan olsa gerek ailesinin bütün fertlerine karşı sorumluluklarını sayısız kereler arttırmakta, haklarından feragat etmekte sakınca görmedi. Böylesine yaşamak hem çok kolay hem çok zor oldu onun için.

Kainatta her can kendi ritminde yaşar, kimi hızlı kimi yavaş. Kuşbaz mahalle mektebine başladığında uzun etekleri ayaklarına dolaşan bembeyaz entarisinden kurtulduğuna sevindi en çok. Büyümek onun için muhteşem ve albenisi yüksek bir serüvenden ibaretti artık. Yürümüyor, koşmuyor, oynamıyor, öğrenmiyor da yalnızca büyüyordu sanki. İçine doğduğu devlet ölürken yetişmek; hastalıklarla, tükenmişliklerle serpilmek on dokuzuncu asrın çocuklarından gelecek umutlarını da çalıyordu tek tek.

Sevebilirse varsıl, sevemezse yoksul olduğunun farkına varamayanlarla sarılmış çevre yanımız. Kuşbaz henüz kuşbaz olmadan önce de merhametli bir kalp taşıyordu göğsünün sol köşesinde. Etrafını titreyen bakışlarla süzüyor, dikkat kesildiği her ayrıntıda yardım edecek bir mahlukat mutlaka buluyordu. Belki de bulmak değildi onun içinde olduğu hal, bulunmaktı. Kim bilir? Onun kuşbazlığının başlangıcı da böylesine bir bulunma haline denk gelmişti. Henüz on iki on üç yaşlarındayken, mahallelerine yakın olan mülkiye rüştiyesinden aheste adımlarla dönerken ayaklarının ucuna minicik bir serçe düşüvermişti. Bu, sıradan görünen fakat aslında kahramanının bütün hayatını etkileyecek güçteki olay meydana geldiğinde, karakışın bahara döndüğü günler yaşanıyordu.

Delikanlı çağına yenice adım atan uzunca boylu Kuşbaz, ayaklarının ucuna düşen biçare canı avuçlarının içine aldığında yüreğine sıcacık ve tarifsiz bir sevda düştü. Bu sevdanın ölene dek başından gitmeyeceğini henüz bilmese de o birkaç saniyelik anı asla unutamayacağı içine doğmuştu. Eve geldiğinde annesi -merhameti annesinden geçmişti Kuşbaz’a- ondan daha çok üzülmüştü yaralı ve kimsesiz serçe için. Anne oğul minik yavruyu bir çırpıda iyileştirmişlerdi de hemen salamamışlardı acımasız doğaya. Günler günlerin kurdudur aslında. Acımasız bir telaşla, bazen yavaş bazen hızlı; yarınlar bugünleri, bugünler dünleri kemirir. Kuşbaz zamanın insanı terkine dair bu gerçeğe ilk kanatlı dostu onu bırakıp gittikten hemen sonra ulaştı.

Her ayrılık paslı hançerini gırtlağımıza dayadığında aynı zamanda kendisini takip eden bir kavuşmadan haber verir. Ellerinin arasından pır ediveren serçe, genç Tahir’in zihninde kanatlarından yere düşen, birkaç telden başka yadigarlar da bırakmıştı. Bu nedenle Tahir ayrılıklarının üzerinden yıllar geçtikçe zaman zaman rüyalarını ziyaret eden gökçe gözlü kuşa dair türlü hayaller üretti. İhtimal odur ki ölüm döşeğinde bile kimselerin duymadığı bir seslenişle onu yanına çağırdı. Hassas dimağlarda terk edilişlerin izi ne kadar da derin oluyordu.
Kuşbaz’ın sayısı artan kuşları o kibar ruhundaki oyukları hep bir elden tımar ediyorlardı. Ruhlarımızda bazı oyuklar var her birimizin. Tasalarımızla, korkularımızla, alınganlıklarımızla, hüsnü kuruntularımızla, suizanlarımızla büyüdükçe büyüyen oyuklar bunlar. Art arda yitip giden yıllar içinde sinesindeki sığınağa çekilen Kuşbaz yorgundu nedense hep.

Kuşbaz Tahir’in yaşlandıkça Kuşbaz Tahir Efendi adıyla anılması o kadar hızlı gerçekleşmişti ki her türlü iddiadan uzak bir nefis bile bu hıza içerlemişti. Dünya müthiş bir çeviklikle dönüyordu. Kuşbaz’ın simsiyah saçları beyazlamış, koyu kahve gözleri grileşmişti. Fakat ile de kalbi bütün altından kalpler gibi gün geçtikçe parıldıyordu. Omuzlarına, başına, ileri doğru uzattığında parmak uçlarına konan kuşlar aynı lisanı hal ile ona sevgilerini terennüm ediyorlardı. Yerden uzaklaştıkça göğe yaklaşan bu garip adam kendine benzeyen bütün garipler gibi görünürde yalnız, hakikatte kalabalıktı. İçinde biriktirdiği -kum tanelerini anımsatan- benler biz olmuş başka seslere muhtaçlıktan kurtarmıştı onu.

Kimimizde Habil kanı dolaşır bizim, kimimizde Kabil. Ta en başta birimiz iyiysek birimiz kötüydük. Ne ki kötüler zalim ve gürültücü, iyiler sakin ve sükut olduklarından devran hep kötülerin sanılır. Kuşbaz Tahir Efendi sessiz ve gölgesiz yaşayıp, sitemden azade öldüğünde onun vefatını hemen duyanlar oldu, üç günden sonra duyanlar oldu, bir de duymayanlar oldu. Hiç yaşamamışlık ihtimali de yüksekti onun. Buna rağmen aklımızın en kuytu, en gizemli köşesinde mutlaka yer ayırmalıyız ona. Her istediğinde gelsin kurulsun diye.

Nice ezenin nice ezilenle, nice iyinin nice kötüyle koyun koyuna yaşadığı bu anlaşılması neredeyse imkansız mekanda bizler kendi öykülerimizi okur yazarken, şahsına özgü geçmiş zamanında hala nefes alan Kuşbaz, bir sabah vakti, gözlerini kısa süreliğine ve aniden batı ufkuna çevirdi. Yatsı ezanından hemen sonra doğu ufkundan sarı sırmalar saçarak arzı endam etmesini gördüğü ay -kuşluk vaktini bekleyemeden- bembeyaz bir utangaçlıkla, yavaşça çekip gidiyordu. Sakin adımlarına ara vermeden yürümeye devam etti. Demek o uyurken ay uyumamıştı. Gürül gürül akan insan ırmağına karıştı o da. Belli ki hayat seyrü seferine kaldığı yerden hep devam edecekti.

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net