Gölgeye Sığınanlar öykü kitabımdan bir öykü:

Bir Cevriye Lazım Her Mahalleye
(Hatice Eğilmez Kaya)

“Nereden Gelir, Nereye Gidersin? Söylesene Be Cevriye! Aklıma Takıldı Doğrusu…”

Çok güzel bir kadın aslında şu bizim Cevriye. Uzunca boylu, kumral, etine dolgun… Görünürde hemcinslerinden hiçbir farkı yok. Kafasında birkaç cıvatanın gevşek olduğunu anlamak pek de kolay değil bu yüzden. Yolda salına salına bir yürüyüşü var, ömre bedel. Zamanın keşmekeşinden bihaber… Günün hangi saatinde rastlarsanız rastlayın ona, telaşsız ve küçük adımlar atarken yakalarsınız kendisini. Koşuşturmaz, acele etmez asla. Mevsimlerle de arası pek hoş değil. Onu ilk gördüğümde zemherinin tam da ortasıydı. Üstünde kısa kollu, penyeden bir tişört vardı. Hiç de üşüyormuş gibi bir görünümü yoktu. Rüzgâr caddelerde ıslık çalarak dolaşıyordu fakat onun bu ıslığı duymadığı da kesindi.

En çok beğendiğim manzaralarından birine geçen gün şahit oldum Cevriye’nin. Naylondan yapılmış bir sele almış, bizim sokağın başındaki dükkândan; evine gidiyordu. Her zamanki gibi aheste çekiyordu kürekleri, mehtap uyanmasın diye olsa gerek. Yürürken de aldığı seleyi başına geçirmiş, bir sağa bir sola bakıyordu.

– Eh be Cevriye! dedim içimden.
– Ne de güzel yakışmış tasasız başına sele. Umurunda bile olamaz değil mi görenlerin dudaklarında oluşan alaycı tebessüm. Ne aferin ne de yuh be, iz bırakmaz sende!
Yaz kış demez, kaldırıma oturur; saatlerce sokaktan geçenleri seyreder. Arada bir bağırır, laf atar önünden geçenlere. Karşısındaki erkekse;
– Hişt hişt abi! der.
Kadınsa;
– Hişt hişt abla baksana!
Bazen de muhatabını güzel bulursa;
– Güzel bayan diye hitap eder.
Onu tanıyanlar dönüp bakmazlar bile. Sinirlenir o kişiye, gözden kaybolana kadar avazı çıktığı kadar haykırır:
– Hişt hişt niye bakmazsın be?
Yabancılar dönüp bakarlar. Sorusu hazırdır Cevriye’nin:
– Saat kaç? ya da
– Bugün günlerden ne?
– Nereye gidersin be? ya da
– Nereden gelirsin?
İşin yoksa cevap ver, meram anlat.
Bana ne zaman ki seslense acelem de olsa dönüp bakarım.
– Ne oldu? derim.
– Hiç! der çoğu kez.
Sonra tam yoluma devam edecekken sorar:
– 29 Ekim’e ne kadar kaldı?
Hadi bakalım bu müşkül sorunun içinden çık çıkabilirsen.
– Ne yapacaksın sen 29 Ekim’i?
– Merak ettim.
– Çok var daha, derim; belki de yeni geçti?
O zaman yine sorar:
– 19 Mayıs’a ne kadar kaldı?
– Ne işine yarayacak 19 Mayıs? diye sorarım.
– Bayram ya kız! der.
Bayramdan seyrandan haberdar anlayacağınız.
Bir gün yine yakaladı beni yolda.
– Bugün ayın kaçı? diye sordu.
– Bilmiyorum, dedim. Cahilliğime dudak büktü. Gafil avlanmıştım. Bir parça düşünseydim oysa, bilecektim sorusunu. Kafadan bile atsam inanırdı nasıl olsa. Keşke “Bilmiyorum” demeseydim.

Okuldan gelirken karşılaştık onunla bir seferinde. Mahallemizden oldukça uzaktaydık. Hemen seslendi bana:
– Kız ben seni tanıyom. Hiç değişmiyosun, bozulmuyosun sen!
Teşekkür ettim iltifat kabul ettiğim bu değerlendirmeye.
– Nerden gelirsin, diye sordu.
– Okuldan, dedim
– Yaaa! Memur musun?
– Öğretmenim.
– Ne öğretirsin çocuklara?
– Anlatması uzun iş! Lafa tutma, dedim. Kaşlarını çattı o kadar.

Cevriye; elli, elli beş yaşlarında akça pakça bir kadın… Önceleri gayet normal birisiymiş. Normal ne demekse! İsmiyle müsemma bulurum onu ve hikâyesini. Belki de anne-babası dünyanın cevrine cefasına katlanamayacağını sezip vermişlerdir ona bu ismi. Aksi mi aksi bir kocası varmış zavallı kadının; yıllar önce ölmüş. Ölmeden önce dünyayı dar etmiş, aklını başından almış Cevriye’nin. Mahalleye yeni taşındığımda komşularımdan dinlemiştim dramdan çok trajediye yakın hikâyesini. Ülkemizde alışılmış bir hikâye. Demek kadıncağız dayanamamış milyonlarca kadının yaşayıp da katlandığı duruma. Kocası ömrünün son demlerinde, onun bu meczup haline eğer şahit olmuşsa, belki de pişman olmuştur yaptığı zulümden ötürü. Kim bilir?

Gerçi çok da vahim değil onun anormallikleri. Gittiği geldiği yeri bilenlerden doğrusu… Her cumartesi günü semt pazarına gider, elleri kolları dolu gelir oradan. Hiç pazarda dolaşırken rastlamadım ona, ya da alış veriş yaparken. Pek ehli keyif dolaşıyor olmalı tezgâhların arasında. Alacaklarını seçerken kılı kırk yaracak hali yok. Fakat kimsenin onu kandırabileceğini de sanmam. Haftalık nevalesini alıp geliyor ya, daha ne istesin şu dar-ı dünyadan?

Cevriye’nin kendisi gibi güzel bir kızı var. Bir bankada memur… Evleri kendilerininmiş. Zalim bile olsa kocasından kalan bir de maaş… Gül gibi geçinip gidiyorlardır ana kız. Eskiden derdi tasası varsa da bizimkinin, şimdilerde hiçbir şeyi kafasına takmadığı kesin… Aldığı naylon seleyi başına geçirip aheste aheste döndüğüne göre evine…

Kaldırıma kurulup gelene geçene laf atar atmasına da kendisiyle dalga geçilmesinden hiç mi hiç hoşlanmaz. Ciddi bir yanı vardır onun her zaman. Daha doğrusu o, dalga geçer etrafındakilerle; ya burun kıvırıp dudak büker ya da kahkahalarla güler sorduğu sorulara verilen cevaplara. Gülünme sırası kendisine gelince ciddileşiverir aniden.

– Ne gülersin be? Ayı mı oynuyo karşında?
Bir keresinde bir adama yerden ne bulursa attığını gördüm. Bir yandan da peşinden koşuyordu kurbanının.
– Aferin Cevriye’ye, dedi görenler. Vardır mutlaka bir suçu. Durup dururken sinirlenmez o.
– Ne oldu Cevriye? Kızdırdı mı seni? diye sordu meraklı bir kadın.
– Yaa! Kızdırdı Allah’ın delisi. Nereye gidersin abi diye sordum. Sana ne dedi. Ben sorarım kardeşim herkese; nereye gittiğini, nerden geldiğini. Ne vardı söyleseydi. Hayırlı işler abi der geçerdim. Sonra da küfür etti. Kötü iş şu küfür! Ben onu döverdim, dövmesine de dua etsin terbiyem üstümdeydi. Bir de yakalayamadım nedense.

Şaşkın ve hatır bilmez yolcu, bir daha küfür etmemiştir herhalde; o günden sonra, tanıdığı tanımadığı hiç kimseye. Koskoca adam bu meczup kadından neden kaçtı? Onu da anlayabilmiş değilim. “Cüssesinden korktu” desem, Cevriye’nin iki katıydı. Onun yarı deli oluşunu geç de olsa fark edip utanmıştır belki de bir deliyle muhatap olmaklığından.

Çok seviyorum ben onu, siyah beyaz sokaklarımıza bir parça renk kazandırdığı için. Günlük telaşlarımızla oradan oraya bir yaprak misali savrulurken durup dinlenmemizi sağladığı için. Ezelden tanışan ruhların buradaki anlaşılmaz yabancılığına gayet derinlerden gelen bir ilhamla karşı çıktığı için… O da beni seviyor galiba, başkalarıyla aynı kefeye koymuyor. Ara sıra da olsa ettiği iltifatlardan, her seferinde değişen fakat hep olumlu yönleri bulunan hitaplardan ve bana sorduğu farklı sorulardan belli…

Bir Cevriye lazım her mahalleye. Yoldan geçenlere günün tarihini hatırlatan, bayramdan seyrandan haberi olmayanları bayramdan seyrandan haberdar eden, ağzı küfre alışmış olanlara hadlerini bildiren, nereden gelip nereye gittiğimizi bir lahza olsun düşünmemizi sağlayan bir vesile… Fakat gülmemek şart onun söylediklerine…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net