Yürüyüş

Hatice Eğilmez Kaya

 

Ağzı yaşmaklı, uzunca boylu, yetmiş yaşlarında bir kadın hızlı ve sağlam adımlarla yürüyordu. Onunla aynı sokakta birbirinden habersiz onlarca insan da yürüyordu. Kimi işine, kimi okuluna, kimi sevdiğine, kimi sevmediğine yetişecekti. Ayaklar bir yola girdiğinde akıl devreden çıkar. Kurulmuş çocuk oyuncakları gibi istemsiz, zeminde savrulan güz yaprakları kadar naifti herkes. Bir iki ilkokul öğrencisi, onların elinden tutmuş ya da gözleriyle takipte olan büyükleri, tekdüze bir ahenkle parka spor yapmaya giden ev hanımları, günlük vardiyalarına başlamadan yorulmuş tekstil işçileri, yürümekle yürümemek arasında kararlarını verememiş liseliler günün ilk saatlerini sokakta karşılamanın telaşındaydılar.

 

Sokağın kenarında son hazırlıklarını yapan kaynamış mısır satıcısı, eşiyle birlikte az sonra haşlayacakları mısırları koçanlarından arındırmakla meşguldü. Altlarında birer yer minderi, ayaklarında onları güz soğuğundan koruyan kalın çoraplar, sırtları evlerinin kim bilir kaç yıldır badana edilmemiş duvarına dayalı, sakin ve tatlı sohbet ediyorlardı.  İki belediye işçisi ellerindeki uzun saplı süpürgelerle etrafı süpürüyor, toparladıkları çer çöpü süpürgeleri gibi uzun sapları olan küreklere hapsediyorlardı.  İşlerini sihirbaz maharetiyle yapmak yüzlerine sükunet, rehavet ve parıltısız bir saadet olarak yansımıştı. Mahalle bakkalı, dükkanının önüne attığı tabureye kurulmuş, önünden aheste akan insan selini seyrediyordu.  Üç beş masa ve sandalyeden ibaret kapasitesiyle iddiadan arınmış emekli kahvesi, sabah namazından gelen müşterilerini ağırlıyordu. Müşteriler yakın gözlüklerinin ardından pür dikkat bakıyorlardı kımıl kımıl dünyaya. Herkes ve her şey için sıradan bir gündü. Düne benzeyen, yarından farksız olacakmış gibi duran sıradan bir gündü.

 

Serin kasım rüzgarları o sabah ara vermişti. Yağmur habercisiydi bu ılımanlık. Kışın ya da güzün şehrin havası ne zaman ılısa ardından olanca bereketiyle yağmurlar sökün ederdi. Güzel, aydınlık ve güleç çehreli bu deniz şehrinin insanları memleketlerinin huyunu bilirlerdi. Ilık, yağmur, soğuk… Sonra yine ılık, yağmur, soğuk… Fakat her daim güneş gülümserdi yüzlerine, bundan sebep yabancılar havasını güvenilmez bulurlardı. Pencereden baktığınızda güneşli görünen hava, dışarı çıktığınızda iliklerinize işleyecek kadar soğuk olabilirdi.

 

Havadaki bulutlar dahi sakindi. Yeknesak bir gün sonsuzluğun ortasında ağır aksak yürüyordu. Yaşlanmış elleriyle yaşmağını sürekli burnunun üstünde sabit tutmaya çalışan kadın da yürüyordu her sabah olduğu gibi. Onu takip edenler hafta içi görebilirlerdi ancak. Hafta sonları asla sokağa çıkmazdı. Pazartesileri başlayan cumaları sona eren bu gitme ve gelmeler ihtiyar olmasa bir iş yerinde çalıştığına yorulabilirdi. Sabah giden, akşam dönen bir kadın. Yaz kış, yağmur çamur demeden giden ve gelen bir çift yorgun fakat sağlam ayak. Nereye gider, nereden dönerdi acaba? Sihirbaz belediye işçileri, mazbut mısır satıcısı, laf ebesi bakkal, gözlükleri burnunda kahve müdavimleri, eğer okullar açıksa öğrenciler, yürüyüşe çıkmış orta yaşlı ev hanımları, ayaklarını sürükleyerek işe giden tekstilciler onu hep aynı gözle görürler, hep aynı kafayla merak ederlerdi. Ve hep aynı ağızla birbirlerine sorar, bazen de hep aynı hayal gücüyle kurguladıkları öykülerin içine oturturlardı.

 

Yaşlı kadın tüm bu alışıldık manzaranın içinde her zamanki hızında ve tevazusunda yürürken birdenbire yere kapaklandı. Onu görenler ayağı bir şeylere takıldı zannettiler. Oysa yerde ayağa takılacak bir cisim yoktu ki takılıp da düşülsün. Başına ilk seğirten liseli bir genç kız oldu. Sonra bakkal ve oğlu yetiştiler. Genç kız yüzüstü yatan, yanına dahi dönemeyen kadına dokunmaktan çekiniyor, bakkalın mavi bilyeleri anımsatan gözlerine bakıyordu. Bakkal eğildi ve bir külçe, bir bina enkazı gibi duran yaşlı bedeni kavradı, kenara çekti. Bir anda etraf insan kalabalığına bürünmüştü. Farklı simalar bile türemişti, mesele seyre gelince. Kadınlar kendi aralarında esef ediyorlardı. “Vah vah!”

 

Kalabalıktan biri haykırdı. Faili meçhul bir haykırıştı bu. Belki bakkal, belki kahveci, belki belediye işçilerinden sesi en baskın olan, belki karamsar bir tekstilci bağırmıştı. Fakat mutlaka bir erkekti sesin sahibi. “Dağılın, çemberi genişletin, kadın ölecek. Sizin gözleriniz bayram ediyor sanki. Yok mu içinizde bir sağlıkçı?” Yaşmaklı kadının yaşmağı sıyrılmıştı. Ergenliğinden beri sokakta açılmayan siyah peçe can havliyle, yaşlanmış simanın altına doğru kaymıştı. Kadın aceleci hareketlerle çenesinin altında yaşmağını arıyordu. Ne hazin, ne başıboş ve ne çaresiz bir arayıştı bu. Dünya üzerindeki evvelini bilemeyen zihin, tam da o anda ahirini yaşıyordu.

 

Demir pençeli bir kuş konmuştu yaşlı kadının hırıltısız göğsüne. Tırnakları da demirdendi bu kuşun. Muhatabının küçük kalbini eline almış, kalk gidelim diyordu.  Sürgünde geçen günlerinde hayli yorulmuş olan kalp, son çırpınışlarını yaparken; sılasına talip can, kılavuzunun elinden tutmuştu bile. Kadının iri ela gözleri son kez baktı çevresini saran meraklı insan kümesine. Onlar, kendisini hastaneye ulaştıracak bir vasıta arayadursunlar, o bütün arayıp sormalara aldırmadan sonsuzluk yolcuğuna çıkıyordu. Ardında merak edeceği ve ona ihtiyaç duyacak kimse bırakmadan, kavuşmak istediklerine ulaşmayı arzu ederek, canı yanmadan, sorgu sual etmeden teninden geçiyordu. Gözlerini usulca yumuverdi. Sonradan yakınları büyük bir ihtimalle hemencecik kapanıveren bu gözlere bakıp teselli bulacaklardı. Gözlerin arkada kalmamışlığına yorulacaktı kapaklarındaki ketum duruş. Yaşamak zor mu gelmişti bilinmez, ölüm onun için kolay olmuştu.

 

Can kafeste durmamış, uçmuştu. Uçup kısa bir süreliğine sokağın ortalık yerindeki iğde ağacının en tepesindeki dalına konmuştu. Ağacın başka bir dalından sokağı izleyen serçenin ilgili bakışları bu tuhaf ve ışıklı varlığın üzerine çevrilmişti. İnsanlar göremiyorlardı onu. Kahverengi kanatlarını minicik ayaklarına kenetlemiş olan serçe görüyordu. Ne hoş geldin ne güle güle anlamına gelen cıvıltılarla karşıladı yaşmaklı kadının bütün canlar gibi güzel yaratılmış canını. Her ikisi de aşağı baktılar.

 

Sokaktakiler şaşkın fakat telaşsızdı, binlerce soru işaretiyle dolu onlarca cümle kurmakla meşguldü. Ne olacaktı şimdi? Nereye haber vermeleri gerekiyordu? Yaşlı kadının akrabalarına nasıl ulaşılabilirdi? Telefon var mıydı acaba şimdi sahipsiz kalan o küçük çantada? Baksalar mıydı? Kim açardı çantayı? Kim arardı telefonu? Ve eğer bir telefon bulabilirlerse kim karşılarına çıkana olup biteni anlatırdı?

 

İğde ağacında kendini güvende hisseden Esme Kadın -Esme derlerdi ona Esma olan adı yerine-  insanları azıcık seyrettikten, kuru bir dal gibi kımıltısız kalan bedenini uzaktan da olsa bir parça inceledikten sonra ömrünün dehlizlerine seyahate girişti. Bir yandan da olay yerine ilk kimin geleceğini merak ediyordu. “Keşke ilk gelen büyük torunum Ali olsa,” dedi. “En çok o severdi beni. Babasından da, halasından da ve bütün kuzenlerinden de çok severdi.  Nereden aklına geldiyse Ali’nin “Kendine iyi davran babaanne” deyişi diline dolandı. Önce kaldırımda boylu boyunca uzanan görüntüsüne, sonra şimdi görünmezleşen varlığına baktı. En geç yarın toprağa girecek olan bedenine artık iyi davranamazdı da, uzun bir yolun yolcusu cancağızına iyi davranabilirdi belki. Sonra bunun da elinde olmadığını düşünüp tekrar aşağı yöneltti bakışlarını.

 

“Kendine iyi davran,” demişti bir keresinde Ali ona. Ne tuhaf bulmuştu bir veda cümlesi olarak bu sözü: “Kendine iyi davran!” Hoşça kal, Allahaısmarladık, sağlıcakla kal, sonra sonra iyi günler, kendine iyi bak, görüşürüz, ecnebi dilde şeyler, ki aklında onları hiç tutmazdı,  hatta torununa söylenirdi ‘gavurca konuşma benle,’ diye… Onun gibi yaşını başını almış, mektep tahsilinden nasiplenememiş bir kadından umulmayacak kadar  -aslında tam da ona yaraşır bir hal üzere-  ince ve düşünen dokunuşlarla bakardı havsalasının sınırlarıyla belirlediği evrene, hayata ve insanlara…“Yahu kendine iyi davran, deme bana. Başkalarının kendine kötü davranmasına izin verme, de. Özellikle annenin.” diyesi gelmişti de her zaman olduğu gibi sessizce yutkunmuştu. “Sen iyi davran bana” bile diyememişti. Sükûtu ikrardan değildi oysa.

 

Eskiden, yani yaşarken, her gece geçmişine uyur, her sabah bugününe uyanırdı. Düşler ülkesine iltica etmeden az önce kulaklarında gelininin sesi yankılanırdı. “Anneni istemiyorum, anlıyor musun beni? İstemiyorum onu.” Kabul görmediği bir kadının tiz bağırışları eşliğinde, istenmediği karmakarışık bir dünyadan ayrılmak için gözlerini sımsıkı yumardı. Bölük pörçük bütün uykularında vaktinden önce onu terk eden eşine sitem gizlenirdi. “Tek başıma kodun da gittin. Sen olsaydın böyle olmazdı. Çocukların elinde oyuncak oldum.”

 

Sabahın erken saatlerinde oğlu işe gider gitmez yollara düşer, yaşadığı semtin bir başından diğer başına yürürdü. Kah sohbetle, kah uyuklaya uyuklaya, kah televizyondaki tuhaf bulduğu programları izleyerek bütün gün kızında eylenirdi. Akşam ezanından az evvel kızının “Anne gitme, bu gece de burada kal,” ricalarına aldırmadan oğlunun evine doğru yola koyulurdu. Sabahları ayrılıp akşamüzerleri döndüğü, gönlüne kasvet eken bu evde yatsı ezanını kollardı. Yatsı namazını kılar kılmaz odasına çekilir, erkenden uyurdu. Hayat karmaşadan uzak bir rutin halindeydi o yaşarken. Şimdi ise önceden de algılamakta güçlük çektiği maddeler âleminin boşluğuna bakıyordu bilgece.

 

Aşağıdaki kalabalık dağılmak bilmiyordu. Esme Kadın derinlere daldığında içlerinden biri çantasını çekine çekine karıştırmış, telefonunu bulmuştu. İğde ağacının bütün dallarına yayılan aydınlık bir tebessümle gülümsedi. Bir türlü kullanmayı öğrenememişti bu alamet şeyi. Rehberde ilk isim Ali’nin ismiydi. Tamam, öyleyse onu arayacaklardı. Söylenenleri işitemiyordu fakat içinde bir rahatlama olmuştu. Dikkat bile kesilmiyordu hakkında konuşulanları anlayabilmek için. Gözlerini de kulaklarını da iç âlemlerine çevirdi. Orada sevdiği herkes vardı. Sevmediklerine yer vermediği, kocaman, rengarenk ve misk kokulu bir bahçeydi içerisi. Sırtını artık yabancısı olduğu şehre çevirdi. Kanatlarıyla ötelere yöneldi. Ali’nin gelişini bile beklemeyecekti.

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net