Naneli Şeker

Naneli şeker tadında bence hayat. Hafif buruk bir hali var. Şekeri az serinliği fazla sanki.
Bir öğrencim çekip çıkardı hafızamın sandıklarından bu eskimeyen lezzeti. Elindeki şeker paketini avucumun içine savurdu; onlarca şekerden biri yuvarlanıp bahtıma düştü. İçim ürperdi nedense.
Ne zaman bir şekerci dükkânına, pastaneye ya da tatlıcıya girsem büyüdüğümü unuturum. Küçük bir kız çocuğu olurum birdenbire. Beş altı yaşındaki çocuklar gibi şen gözlerle etraftaki albenili pastalara, şekerlere, tatlılara bakarım. Hepsine kavuşmak mümkün olmadığı için hangisini alacağımı şaşıra şaşıra her birine gider gelir aklım. Onu mu alsam, yoksa bunu mu?
Bir keresinde yakın bir arkadaşım, ben ve arkadaşımın kızı bir tatlıcıya girmiştik de; sonradan kendi kalbimde mayalanan hadsiz sevincime şaşırmıştım, hiç unutmam. Asıl sevinmesi gereken küçük, güzel kız bütün sakin huylu yaşıtları gibi annesine ufak göz hareketleriyle anlatırken meramını, ben -mecazda da olsa- dükkânı fır dolanmıştım. Ne alacağıma zor karar verip, aklım arkamda bıraktığım ihtimallerde kalarak, elim kolum dolu çıkmıştım dışarı. Ah, annem olsaydı yanımda, “ne oldu Allah aşkına, bir sakin ol,” derdi herhalde.
Şekerci dükkânlarının rengârenk bir dünyası var. Bizim siyah beyaz âlemlerimize tezat. İçlerine girmeye görelim, bir ömrü orada geçirmek arzusu gelir yerleşir yüreklerimize. Şekerlerin sevecen misafirperverliği sayesinde, gerçekte ellerimizle dokunamayacağımız gökkuşağı; olanca safiyeti ile, engin gönüllülüğü ile aramıza iner. Dudaklarımıza, dillerimizin üzerine; daha sonra da kalplerimize çocuksu sevinçler eker. Günler bazen acı olsa da, bu acılıkla alay eden neşeler var iyi ki…
Yıllar yıllar önce mahallelerimizin müdavimi ‘macuncular’ vardı. Bazen gürültülü seslenmelerle, bazen sakin bir eda ile bizleri şekerin sihirli iklimine çağırırlardı. Üstü kapalı, camdan inşa edilmiş, minicik tezgâhları olurdu her birinin. Renkli macunlar kendilerine ayrılmış bölmelerde alıcılarını beklerdi, mütevekkil ve uyumlu bir hal sergilerdi bu bekleyiş. Dervişane şekerler ne kadar sabırlı ise biz o kadar sabırsızdık. Küçük ellerimizde madeni paraları sıkardık, tahta bir çubuğa dolanacak macunlarımıza kavuşmadan önce. Sıra bize geldiğinde satıcının uzata uzata hazırladığı mutluluğu olanca hevesimizle kapar, koşarak oradan uzaklaşırdık. Mutluluk öyle kıymetli bir hazine ki yakalayınca onu, sahip çıkmalı; elimizden alınmasın diye dağ başlarına kaçmalıyız belki de…
Çoğumuza sorsalar, ‘şekerler içinde elmalı şekerin yeri apayrıdır,’ deriz. Yüz yaşına da gelse elmalı şekeri sevecekler var aramızda. Küçükken bu muhteşem güzelliği yemeğe başlamadan önce anneme uzatır, ondan ‘deve yapma’sını rica ederdim. Henüz, kocaman şekeri dişleyebilecek kadar büyümediğim için. ‘Deve yapmak’ ilk ısırığı alıp kalanın kolayca yenmesini sağlamaya yarardı. Annemin gözlerinin içine bakardım ‘deve’nin adına uyumlu olarak büyük olmamasını dileyerek. Annem bu bakışın anlamını benden çok daha iyi bilirdi; bu yüzden şekerleme üzerindeki ‘deve’ hep mi hep adıyla uyumsuz olurdu.
Bir komşumuzu anımsarım ne zaman elmalı şeker dense. Vefat edeli yıllar oldu. Seyyar arabasında mevsimine göre kaynamış mısır-biz İzmirlilerin deyimi ile ‘kaynamış darı’-veya elmalı şeker satardı. Küçücük bir evde yaşayıp geçti bu dünyadan, dört evladını o evde büyüttü, sermayesi de kazancı da küçücüktü. Ömrü boyunca zengin bir adam ol(a)madı. Fakat çocuklar onun sayesinde o kadar mutlu olur, o kadar sevinirlerdi ki şimdi gerçek zenginliğin ona ait bir özellik olduğunu düşünüyorum. Tanyeri kızılından yoğun bir şeker tabakası ile süslerdi kocaman, alımlı elmaları. Keşke hayatlarımızda her şey böyle olsa; içi güzel, dışı daha da güzel…
Sayısız çeşidi var kalıcı kederlerimizi bizlere geçici de olsa unutturan şekerlerin. Hepsi de hatırlanmaya ve adını iyiliklerle anmaya değer. Naneli şekerin buruk tadına dönmek gerek yine de. Buruk fakat derin bir tadı olan naneli şekerin iddiadan uzak dünyasına. Tıpkı ayrıldığımız mekânlara bazen hasretle, bazen gerektiği için dönmemiz gibi. Babaannem çokça severdi naneli şekeri ve aslında nanenin ta kendisini. ‘Nana kokusu ana kokusu,’ derdi. Yaz kış, bazen taze bazen kuru bir tutam naneyi koklar dururdu. Çocuktum; hiç gözlerinin içine bakmazdım ninem annesini nane kokusu ile yad ettiği zamanlarda. Bu yüzden, nemleniyorsa o yaşlı gözler ben hiç mi hiç fark edemedim.
Yemyeşildir nanenin rengi… Bereketli tarlaları, uçsuz bucaksız ovaları, şenlendirir onun yemyeşilliği. Hele yaz bahçelerimizdeki konukluğuna ne desek? Bu, öyle bir konukluktur ki uzun sürse bile sıkmaz çevresindekileri. Pembe güllere de yaraşır çünkü onun yeşeren çehresi, mor menekşelere de, kızıl goncalara da… Dört mevsim, yedi iklim ömrü var renginin değilse de kokusunun çünkü… Neye değse incecik parmakları ile mis gibi kokan bir hırka giydirir ona. ‘Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz,’ diyen, her türlü güzelliği anneyle özdeşleştiren atalarımıza uyup annesinin kokusunu naneye yüklemiş olmalı babaannem…
Salatalara, çeşit çeşit yemeğe tat katan nane; güzel kokusunu yanına alarak tabi olmuştur şekerin tılsımlı hükümdarlığına. Şeker, onun hoş kokulu tabiiyetine tatlı bir hüsnü kabulle karşılık vermiştir. Tıpkı iyi huylu kimselerin bir araya gelerek oluşturdukları huzur tablosuna benzer onların iç içe duruşları. Güneşli bir yağmuru düşleyelim ya da tanık olduğumuz güneşli yağmur manzaralarını anımsayalım. Nasıl hüznün ve umudun karmakarışık olduğu bir doğa olayıysa bu, naneli şeker de öyle tarifi zor tatlar emanet eder bizlere. Kimine çocukluğuna ait gölgelerle serinlemiş günlerden dem vurur, kiminin belleğindeki yemyeşil nane tazeliğindeki hatıraları canlandırır. Ağzımızda geçen günlerimiz misali eriyip giderken gelip geçiciliğimizi anımsarız, hayatlarımızın acı ve tatlılığının iç içe geçmişliğini…
Yolculuk fikri ne de sık gelip otağ kurar hem akıllarımıza hem gönüllerimize. Bir ilden başka bir ile giderken, bir mekânı terk edip bir diğerine geçerken uzayıp giden yollara, yol kenarında gördüğümüz birbirinden değişik insan ve doğa görüntülerine bakarken dalıp gitmemizde bu ezeli ve ebedi fikrin etkisi büyüktür. Uzun bir yolculuğun seyyahları olduğumuzu bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Hani bazılarımızı yol tutar ya, bu yol tutmasından kurtulmaya nane şekeri yemenin faydası dokunduğu söylenir ve tecrübe edilir ya… Acaba zaman zaman yaşadığımız bu ‘sonsuz yolculuk tutması’na ne iyi gelir?
Yaşamak bir yanılsamadan ibaret olmalı. Bir büyük uykudan uyandırılıyoruz tek tek. Yediklerimiz, içtiklerimiz hep mi hep yalan… Ne yazık ki bir birinden hoş şekerler de eriyip gidiyorlar vefadan haber etmeden. Avucumun içine düşen o aldatıcı naneli şeker de çoktan bitti. Sayısız hatırlayışı hediye bırakarak. Oysa talihime o düşmüştü benim…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net