Fesleğenim Yemyeşil

Ablamın söylediğine göre fesleğenim son günlerini yaşıyor. Oysa canımın içi, yapraklarının arasındaki küçük, beyaz çiçekler hariç yemyeşil.
Mutfak masamın konuğu o. İlk ve tek çiçeğim. Onuncu kattan şehrin doğu yakasını seyrediyor. Sabah güneşi bu yüzden önce ona uğruyor. Sesi, soluğu yok. Bir ad bile bahşetmedim ne hazin ki ona.
Gözleri olsaydı bu etrafa misler saçan canlının, ta içine bakardım utanmadan ve sıkılmadan kendisi de yemyeşil olan gözlerin. Benimle konuşmazdı gözlerinin kuytuluklarına baksam da. Benim gibi söze, sese muhtaç değil o. Bütün esrarı kokusunda gizli. Yazın her sabah bir bardak su dökerdim köklerinin dibine. Şimdi iki günde bir gerçekleşiyor ayinimiz. Ona her su verdiğimde bardağı koklarım vefadan sır sorarcasına. Şu meşhur fesleğen kokusu yayılır hem ciğerlerime hem yüreğime. Yanımda biri varsa eğer mutlaka bardağı ona da koklatırım. Bir canlının kendisine sunulana, hoşlukla karşılık vermesi ne müthiş. İşte bu hâl efkârlandırır beni bazen, bazen de neşelendirir.
Günün birçok anında başını okşarım fesleğenimin. Etrafa tarifi imkânsız bir rahiya saçılır derhal. Aklıma ‘bir dokun bin bir güzellik işit’ türünden insanlar gelir onun kokusuyla selamlaşmalarımda. Hani bazı insanlar da öyledir. Hoş sohbetiyle mest ederler bizi. Sözleri hem iyidir, hem güzeldir, hem doğru. Onlar konuştukça evrene çiçek kokularını aratmaz rüzgârlar dağılır. Bilmem ki onlar mı benim fesleğenime benzerler, yoksa fesleğenim mi onlara.
Çocukluk yıllarımda bahçemizde bir hanımeli vardı. Kocaman, alımlı bir sarmaşık. Hemen yanında gül ağacı. Bakımıyla annem ilgilenirdi onların. Şimdi hafızamın en soyut dehlizlerinde uyuyorlar her ikisi de. Annem ki onların vefalı dostu. Baharda hanımeli, beyazlı sarılı tebessümler açardı. Arka bahçemiz onun kokusuyla şenlenirdi. Ak güllerimizin etkileyiciliği ise hanımelininkine oranla oldukça mütevazı fakat aynı zamanda deruniydi. Yanına vardığımızda, çiçeklerinden herhangi birine burnumuzu yaklaştırdığımızda alırdık onun muhteşem kokusunu. Çocukluğun masumane habersizliğinde ne gülün sevileni simgeleyişini ne de hanımelinin uçarı ve gelip geçici neşesini bilirdim.
Sevincin de hüznün de otağı kalp olmalı. Bu kutlu hazinemizin sevindiğimizde telaşlı kuşlara denk çırpınışı, efkârlandığımızda durgun göllerce kımıltısızlığı hep bundan. 2011 senesinin anneler gününde oğlum elinde küçük bir saksı ile eve geldi. Minicik bir saksı. Şeker mi şeker, bal mı bal bir bebek. İçim kıpır kıpır oldu, sevindim birdenbire. Hani şair demişti ya: “Her şey birdenbire oldu / Birdenbire vurdu gün ışığı yere / Gökyüzü birdenbire oldu / Mavi birdenbire…” diye. Ne kadar da haklıymış meğer. Fesleğenim yemyeşil bakıyordu bana ve küçücüktü henüz.
Kâh bahçemde kâh evimin içinde hayvan beslemişliğim var geçmişte. Bolca yavru kedimiz, sevimli muhabbet kuşlarımız ve uzunca ömürlü balıklarımız oldu. Kediler bahçemizde dolandı. Muhabbet kuşları odalarımızda uçuştu. Balıklar akvaryuma mahkûm. Her bahar sahipsiz, minicik bir kedi mutlaka düşerdi payıma. Onu kedi toplumuna kazandırdım mı benden keyiflisi olmazdı. En çok sevdiğim seslerden biridir yavru kedilerin sesi. Bugünlerde sokakta onların seslerini duydum mu şöyle bir iki dakika durup dinlerim yine. Sonra hızlı adımlarla uzaklaşırım oradan. Özgür yaşaması gereken bir canlıyı apartmanın soğuk duvarlarına hapsedecek değilim.
Çok eskiden avuç içi kadar bir kaktüs emanet edilmişti bana. Dikenlerine rağmen ne de sempatikti. Elimde kuruması ne de hazindi. Her gün suladığım halde yitirmem onu, nasıl da üzmüştü beni. Çokça kendini suçlayan bir karakter olarak uzun süre aklımı meşgul etmişti yavru kaktüsün soluşu. Meğer suyu sevmezmiş kaktüsler. Her gün sulamakla sonunu hazırlamışım biçarenin.
Kaktüs çiçeğine dair yaşadığım umut kırıcı tecrübe hariç hiç çiçek yetiştirmedim ki ben. Fesleğenime ve onun küçücük saksısına baktıkça içten içe efkârlanmam ondandı ilk zamanlar. Takip eden günlerde boşuna endişelenmediğimi anladım. Yeşil olması gereken yaprakları git gide sararıyordu fesleğenimin. Ön balkona aldım, olmadı. Dimdik vuran ışığı ve şiddetinden ötürü rahatsızlık veren sıcaklığıyla sabah güneşinden şüphelendim. Arka balkona aldım, yine olmadı. Bu sefer de öğlenin yakıp kavuruculuğunu düşman buldum hem ona hem kendime. Balkon duvarının gölgesine sakladım onu bir zaman. Gözüm üzerindeydi daima. Sakınılan göze de sakınılmayan göze de çöp batabiliyor nedense.
Acaba fazlaca tuzlu olan damıtılmış suyumuz muydu bu sararıp solmanın sebebi. Suyunu değiştirmeliydim belki de yegâne çiçeğimin. Fakat sonradan anlaşıldı ki –çevremdekiler tarafından hatırlatıldı ki- fesleğenim büyüyordu. Büyüdükçe içinde bulunduğu saksı dar geliyordu köklerine. Daha büyük bir yuvaya ihtiyacı vardı onun. Ve daha fazla toprağa. Baba evimin toprağından getirdim ona, hani şu hanımeli ve gül ağacının da konup göçtüğü topraktan.
Güzeller güzeli kokusu olan canımın içi çiçeğimi geniş bir saksıya taşıdım korka korka. İncecik kökleri vardı fesleğenimin. Kendisi gibi kibar köklerdi bunlar. Kahverengi dikiş ipliklerini anımsattılar bana. Her ne kadar cılız gözükseler de hayata tutunmak görevine talip ve mazhar olduklarına göre yabana atılmamalıydı bu kökler. Apar topar toprağa gizledim her birini. Cömertliğiyle tanınmış; özü ak, rengi kara toprağa. Sonra da can suyu döktüm üzerlerine her zamankinden fazlaca. Kolay değil bir yuvayı terk edip başka bir yuvaya taşınıyordu bizimki.
Zorunlu hicretini takip eden günlerde bir serpildi, bir güzelleşti ki küçük muhacir; sormayın gitsin. Dokuna seve, güle konuşa fark bile etmedim ondaki değişimi. İlk günkü bir avuç yeşillikti benim gözümde her zaman o. Misafirlerim fark ediyorlardı ancak onun büyüdüğünü. “Yok canım!” diyordum ben. “Gerçekten çok mu büyümüş. Baba toprağım iyi gelmiş olmalı ona. Misler gibi kokuyor baksanıza.”
Yaz boyunca evimizde gezip görmediği köşe kalmadı. Kâh arka balkonda arzı endam eyledi, kâh ön balkonda, kâh oğlumun penceresinin önünde. Yaz sonuna doğru bir deli rüzgâr esti bir gece. Baktım oğlum yanına almış onu. Sabah bana “Anne ben olmasam ne olurdu kim bilir. Uykuya daldın mı hapı yuttuk.” diye sitem etti. Aslında uykum çok ağır değil fakat düşler diyarına gitti mi gelmezlerdenim. Neyse canım sevdim hem oğlumu hem onu. İkisi de dokundukça güzel kokuyor. Çalıdan, dikenden uzak durmalı.
Ramazan bu sene yaz tatiline denk geldi. Bütün gün evdeydim. Dünya hay huyunun peşi sıra dolanmadım. Ömrümün en güzel ramazanlarından birini yaşadım bu yüzden. Neşeli günlerin çarçabuk geçtiğini, kederli günlerin ayağını sürüyerek yürüdüğünü hepimiz az çok biliriz. Ne zaman bayram oldu bilemedim. Bayram tatilinde alışılmadık bir şekilde deniz kenarında aldık soluğu. Evden ayrılırken aklımda fesleğenim vardı elbette. Yanıma alıp götürsem, dedim. İnsan bu her istediğini yapamıyor ki… Bir komşuma emanet etmek istedim. Hepsi terki diyar eylemişti çoktan. Bol miktarda su ekleyip çiçeğimin bağrına gölge bir yere bıraktım onu. Böyle bir tesellide buldum çareyi. Döndüğümde baktım keyfi yerinde. “Oh be!” dedim kendi kendime. “Dünya varmış!”
Pek de geniş olmayan dünyama fesleğenim dâhil oldu olalı bahar geldi geçti. Yaz geldi geçti. Hazanı yaşar olduk. Bakmayın zemherinin pek yakın oluşuna. İlk yazlar umut dolu yüreklere her zaman kıştan daha yakın. Fesleğenim hâlâ yemyeşil olduğuna göre, yerini de sevdiğine göre yeni bir bahara daha neden yetişmesin.

HaticeEğilmez Kaya
www.kafiye.net