Dört Uyku Bir Ölüm

Dört uyku, bir ölüm var bu öyküde -ki her biri anlatılmaya değer.

Mevsimler mevsimler önceydi. Karanlık gözlü devlerin hiç kapanmayan ağızlarını andıran alışveriş merkezleri, albenisiyle peri kızlarına eş dükkânlar insanların gönüllerini işgal etmemişlerdi o çağda.

Tombul yanaklı, ela gözlü kız çocukları fazlaca ağla/tıl/madan daha, bir incir ağacı vardı. Gölgesi koyu, yaprakları kocaman bir incir ağacı… Az ötesinde bu incir ağacının, birkaç sakin ev, bir de şen bakkal sulh içinde yaşardı.

Uyku da, ölüm de evlerin bacalarını mesken tutar ya; işte bütün efsaneler burada başlar ve burada biter.

Bir gün dört serçe kondu incir ağacının yerden çok semaya bakan dallarına. Bir de kara gözleri, simsiyah kanatları olan kimliği belirsiz bir kuş. Dört serçe sığ kıyılara eş, tatlı uykular gibiydi. Kimliği belirsiz kuş derin kuyulardan dehşetli, aysız sulardan karanlıktı.

Demir pençeli kuştur ölüm.

İncirlerin en tatlı deminde, sıcacık bir taşın üzerine uzattılar Akçahatunu. Oysa ne de çok severdi hem inciri hem iğdeyi. Koşup gittiği yol ne de uzun ve inceydi.

Habersiz konuklar gibi uçarı girdi Akçahatun’un fazlaca yaşlanmamış bedenine ölüm. Bu öyle bir ölümdü ki yavaş yavaş tüketiyordu değdiği canı. Bir gece sabaha kadar midesi bulandı, o geceden önce nasıl da sağlıklı ve hayat doluydu. Sonra soldu, soldu ve soldu…

Anadolu’da her ömür, özellikle kadınlar için, karmaşık çile yumakları hükmündedir. Her gün ağlamaz kadın dediğin; bazen güler, bazen unutmuş ya da önemsemezmiş gibi yapar, bazen çektiği sıkıntılara başka birinin hikâyesini dinlercesine katlanır, bazen dertlendikçe dertlenir, kinlendikçe kinlenir. Duyduğu kin birkaç kişinin etrafında döner dolaşır. Dünyadaki her türlü fenalığın baş müsebbibi bu birkaç kişidir. Ölümün de…

Akçahatun adına benzer ak bir gelindi gençliğinde. Minicik ayakları, tarifi güç hüzünleri vardı. Zaten hüzünlerini tarif etmek değildi işi. Çocuklarını büyütmekle, yuvasını çekip çevirmekle meşguldü. Büyük şehirlerin yeterince büyümediği yıllarda eşinin hayallerine eş olup terk etmişti ilk gençliğinin geçtiği toprakları. Köyünde yavaş yavaş ihtiyarlayan anne babası, köy kabristanında birkaç kuşak ecdadı kalmıştı.Tanımadığı insanlarla dolu bu şehirde dar bir çemberin içinde son ana kadar adım sayacaktı.

İncir ağacının en kuytu dalına sabah ezanından hemen sonra konan kara kanatlı kuş, kapkara gözlerini onun bacasına dikmişti. Akçahatun’un avuçi kadar sinesine sığan -aslında kendisi umman olan- canını demirden pençelerinin arasına alıp bilinmez diyarlara götürecekti. Vaktini kolluyordu adeta.

Öğlen ezanı, ikindi ezanı okundu müjdeli çağrıları ile. Sonra akşam ezanı aceleci namelerle koşa koşa geçip gitti dinleyenlerin kulaklarından.Vakit yatsıya geldiğinde Akçahatun mecalsiz gözlerle baktı duvardaki eskimiş saate. Saatin tik takları tek tek sayılacak kadar yavaş davranıyordu. Telaşı, koşturması yoktu hiçbirinin. Akçahatun da sakindi. Komşu kadınlar boylu boyunca uzanmış yatan, geçmişin canıtez, şimdinin kendinden geçmiş yolcusunu inceliyorlardı. İnce bir ses “selamün kavlen min rabbin rahim,” derken odadakilerin yürekleri burkuldu. Üç kere tekrar etti aynı ses aynı sözü. Hasta bile bile gidiyordu, etrafında söylenenleri işite işite. Oysa doktor, “bilinci kapanmış artık,” demişti yarım saat önce onun için. Hafif aralık gözlerdeki kadın “ben hâlâ bendeyim. Son birkaç damla suyu kim sunacak biçare bedenime?” diyordu. “Keşke oğlum sunsa, keşke oğlum sunsa.”

Yatsı ezanı ertesi uyanabileceklere bir günün daha bittiğini haber verirken Akçahatun biricik oğlunun elinden son yudumlarını içti. İçli bir ağıtcasına okunan Yasin de artık bitmişti. Oturanlar oturuyorlardı, ayaktakiler ayaktaydı, odanın dışındakiler havadaki esrarlı çağrıya uyup koştular Akçahatun’un yanına. O, bir nefes önce gitmişti. Demir pençeli kuş kimseye görünmeden, kimsenin görmediği yere doğru uçmuştu. Avuçlarının içindeki parıltıyı gözleyerek.

Kadifeden yumuşaktır genç kız uykusu.

Kuşluk vakti… Babalar ve çalışan anneler çoktan işe gittiler. Güler, anne babasının erkenden uyanışını, sabah mahmurluklarını üzerlerinden atamadan işe gitmelerini uyur uyanık işitti elbet. Fakat yataktan kalkası yoktu. İncir ağacının dalındaki kuşları da görmedi. Bu kuşlardan en albenilisi onu seyrediyordu oysa şekerden uykusuna kıyamadan. Babaanne, “kız kalksana artık, ne miskin şeysin sen,” dese ne çare! Güler kedi gibi mırlaya mırlaya uykuya devam etti.

Yaşlı kadın ümidini kesince kapının önüne çıktı, kirmanını eline aldı. Bir yün parçasını ipe çevirmede mahir aleti çevirmeye başladı. “Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır? Çiçek eydür derviş baba özüm Hakka doğrudur.”

Güler uyuyordu, hayaller kurmaya alışık aklı, bir sevgiliye saray olmak azmindeki kalbi de uykudaydı. Düşünde mahallelerinin batıya bakan yüzündeki boş arazinin yanında buldu kendini. Bir rüya gördüğünün farkına bile varmamıştı.Gün kuşluğa demir atıyordu aslında. Güler baktı ki güneş salına salına dağların ardına gizleniyor. Akşam güneşini seyir en hoşnutluk verici işlerden olsa gerek. Kızıl halelerle oynaşan ufka baktı genç kız. Birbirinden edalı hülyalar gelip dizildiler karşısına. Parıltılı ve upuzun bir araba aniden belirdi, uyuduğunu unutan kızın ayaklarının ucunda, hiç gürültü etmeden durdu.

Böylesine şık bir arabayı ancak romantik filmlerde gören Güler, bakışlarını yavaşça solmakta olan ufuktan alıp arabanın arka penceresinde görünen başa teslim etti. Yakışıklı bir Arap şeyhinin başıydı bu. Kapkara gözler kendini açık zanneden ela gözlere dikildi. Güler’in anladığı bir dilden, “merhaba güzel kız, biraz gezmeye ne dersin?” dedi. İçinden bir ses “bin arabaya ve gez,” derken uykuda bile çalışan sağduyu, “dur hele, yolculuk nereye?” diyordu.

“Aman petrol, canım petrol. Artık sana muhtacım petrol,” namelerini günde kim bilir kaç kez dinleyen bir genç kız düşünde elbet Arap şeyhi görecekti. Ela gözlerin kara gözlere akması da mutad bir hâl olduğuna göre keşke hiç kimse Güler’i bu tatlı düşten çekip koparmasaydı. Elinde kirmanıyla babaenne düşlerin toz pembe ülkesinden aldı bu güzel başı ve gerçeklikler âlemine saldı.

Bulutların üzerinde yaşamaktır tarihin her döneminde ve haritalarla sabit her memlekette genç kızlık. Akan bir su misali yürüyüp gider genç kızların akılları. Yüksek topuklu ayakkabılara meftun olmaktı Güler için ise gençlik. Renkli ojelerle süslenmiş uzun tırnaklara sahip olma isteğiydi. Leydi Diana’nın saçlarının modeline özenmekti. Aranjman dinlemek, fırsat buldukça arkadaşlarıyla iki tel tüttürmekti. Hatıra defterlerine romantik sözler yazmaktı. Bu sözlere “bana senin kadar tertemiz olan bu defterde bir sayfa ayırdığın için teşekkür ederim,” diye başlamaktı. “Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma,” diye sonlandırmaktı satırlarını. Peçete, kartpostal ve davetiye kolleksiyonu yapmaktı. Siyah beyaz filmlerdeki jönlerin hayranı olmak, onlardan imzalı fotoğraflar istemekti. Fakat bu uzun arabalı, kara gözlü şeyh neden girmişti ki durup dururken kuşluk uykusuna. Hayra yormalı…
Neşeli bahçedir çocuk uykusu.

Sonraları orta halli insanların meskeni olacak mahalle Akçahatun’un yaşayıp öldüğü yıllarda birkaç tek katlı evden ibaretti. Sokağa oyun oynamaya çıkan çocuklar başlarını kaldırdıklarında şehrin meşhur tepelerinden birini görüyorlardı. Erkek çocuklar yakındalarındaki meyve bahçelerine kuş avlamaya ya da meyve toplamaya giderlerdi. Kızkardeşlerin yürekleri ağabeyler eve gelene kadar telaşlı seğirtmelerle çırpınırdı. Mevsimine göre erik, kayısı, şeftali ya da portakal, mandalin toplanırdı küçük mahalle korsanlarının tehlikeli seferlerinde. Bahçe sahibi eğer onların bu eylemlerine şahit olursa, tehditler, azarlar yağardı üzerlerine. Cesaretli olmanın bir nişanesi olan her sefer, heyecanla başlar, heyecanla sona ererdi.

Küçücük çalı süpürgesi ile kapının önünü süpürüyordu Ayşe. Önde babaannesi, arkada o. Tatlı Cadı’nın üstüne binip gezindiği süpürgeye benzeyen fakat sihirli güçleri olmayan bir süpürgeydi bu. Ağabeyi arkadaşları ile mahallerine yakın meyve bahçelerini kolaçan etmeye gitmişti yine. Küçük kız ağabeyi gelmeden rahat bir nefes alamayacaktı. “Ebe,” dedi babaannesine. “Abimi yakalayıp döver mi acaba büyük büyük adamlar?” Babaanne şaşırdı, “neden dövsünler kızım abini?” diye soruyla cevap verdi Ayşe’nin sorusuna. Ayşe ağzını sıkı sıkı yumdu. “Yok ebe yok. Hiçbir neden yok. Öylesine korktum birden,” dedi. Tabii ya bu soru ağabeyini ele vermekti. Sonra da akşam babadan işitilecek onlarca azar. Kıyamazdı ağabeyine, onun azarlanması küçücük yüreğini sıkıştırırdı.

Evelerinin önü tertemiz olunca babaanne süpürgeleri tulumba suyunun altında bir güzel yıkadı. Ayşe’nin kısacık kesilmiş kahverengi saçlarını okşadı. “Azıcık uyuyalım mı Ayşe’m?” seslenişiyle torununu öğlen uykusuna davet etti. Ayşe ağabeyini düşüne düşüne kafasını salladı. Kapılarının önündeki, sokaktan ayırt edilmesi güç, betondan inşa yükseltiye eski bir kilim serdiler. İki minder, bir şilte… Öğlen uykusunun olmazsa olmazlarını tedarik etmişlerdi işte.

Babaannesinin kuruyan bedenine yanaştı minik kız. Başını iyice zayıflamış fakat şefkatinden bir şey kaybetmemiş göğse yasladı. Rengârenk bir meyve bahçesini anımsatan çocuk uykusuna daldı. Sokaktan tek tük adım sesleri geliyordu. Havada kumruların, serçelerin kendilerine has besteleri. Sıcak yaz öğlesinin huzur saçan ellerini hissetti Ayşe henüz günah ve ayıp tanımaz ruhunda. Bir daha böylesi bir huzur yakalanabilir miydi acaba?

Uyandığında ağabeyi gelecek; kayısı, erik ve şeftaliden ibaret olan ganimetini onunla paylaşmak isteyecekti. Ayşe “ama bunlar haram değil mi?” diye diye mis kokulu meyvelerden yiyecekti. Bahçe sahipleri helal etsinlerdi artık göz hakkı sayılabilecek bir avuç meyveyi. Sonraları zaten ne meyve bahçesi kalacaktı civarda, ne de bahçe sahibi. Yer yarılıp içine girdi, denilen hal gelecekti mazinin başına.

 

Uyku bazen merhem imiş.

Adam işten gelmişti. Hemen yemek istedi eşinden. Sofra kuruldu. Sofrada üç kişi vardı. Anne, baba ve oğul. İçeride öyle sıcacık bir hava esmiyordu nedense. Herkes diken üstünde gibiydi. Öfkenin faili mechuldür genellikle ve fırtınaya, yangına benzer bir hâli vardır. Baba yemeği beğenmemişti. Kaşığın, çatalın ahenksiz raksı, babanın nefes alıp verişleri ele veriyordu memnuniyetsizliğini. Susan, hiç konuşmayan, neşeli sözlerle yüzleri gülmeyen üç can yemek yiyordu. Vay o çocuğun hâli pür melaline, annenin ürkekliğine, babanın alıcı kuşları anımsatan öfkesine…

Kötü bir tablo bu; neresini resmetmeli, neyini anlatmalı. Hiçbir diyaloğu yok ki bu tablonun aktarılmaya değer. Haklı haksız meseleleri de ne kadar sığ kalır yüreklerdeki derin yaraların yanında. Sonuçta anne yatak odasına çekildi ağlaya ağlaya. Baba televizyonu/nu açıp karşına geçti. Çocuk…

Seher vakti güneşin doğuşuna şahitlik edenler ya da gurubun turunculuğunda ufka bakanlar bilirler ki bu iki vakitte güneş inanılamayacak kadar hızlıdır. Sabah ezanı buna rağmen yavaş okunur, akşam ezanında ise bir yerlere yetişmek zorunda olanların koşuşturmacası vardır. Bunun nedeni olarak kıyametin akşamla yatsı arasında kopacağına inanılır. Yıldızlar semaya saçılmadan akşam namazını kılma çabası da bu dar vakti kaçırmamak çabasıdır.

Nazire, yatağa kendini attığında müezzin aceleci bir eda ile akşam ezanını okuyordu. Akçahatun birkaç arsa ötedeki evinde kendisinden can talep eden ulağın karşısında ter döküyordu. Genç kadın kendisini toparladı. “Uyur kalırsam vakit geçer, gece yarısında bile yatsıya uyanabilirim fakat akşamın telafisi yok,” diye geçirdi içinden. Kalktı abdestini aldı, namazını kıldı. Gözyaşları akmaya devam ediyordu bu esnada hep. “Neden böyle oluyor, ne beceriksiz bir kadınım ben, bir evliliği derleyip toparlayamadım.” Sitemi kendineydi. Çarçabuk öfkeleniveren, öfkesini kontrol etmek için çaba sarf etmeyen eşinden ümidini kesmişti çoktan. Onu sorgulamak gibi bir telaşı da yoktu. Öylece akıp gidiyordu günler, haftalar ve aylar. Çözüm, herhalde cesurların işiydi. Bir de kendisini sebeplerin akışına kapıp koyuvermeyenlerin…

Sevinç ve keder, umut ve hayal kırıklığı, ak gün ve kara gün doluydu her yer. Âlemin mayası neşeyse, izdüşümü hüzündü. Nazire’nin kalbinde de yüzü gülen bir kız çocuğu oynardı daima. Gözleri yaşlı, başı toprağa doğru eğilmiş bir derviş gezinirdi bu şirin çocuğun etrafında. Küçük kız bir yanına, bilge derviş bir yanına oturdular Nazire’nin. Derviş olanca sabru kararıyla sustu, hiçbir şey söylemedi. Küçük kız alışılmışın aksi bir hâl ile ağladı. Nazire dervişin suskunluğuna, küçük kızın gözyaşlarına dayanamadı. Onların gözlerinin içlerine baktı, gülümsedi. “Ben uyuyacağım. Siz de uyuyun,” dedi.

Uykunun fazlası her ne kadar sakıncalı sayılsa da çocukları büyüten en önemli gıdadır o. Özellikle gördüğü rüyalardan hoşnut olanlar için şifası sağlam bir merhem. Nazire gözyaşlarıyla yastığını ıslata ıslata uykuya daldı. Bir müddet sonra kapı açıldı. Oğluydu içeri giren. Bir kedi kadar hafifçe uyuyan genç kadın uyandı. Odanın loş ışığında oğluna baktı. “Gel iki gözümün ışığı, gel birlikte uyuyalım,” dedi. Aydınlık bir sabaha uyanmak temennisiyle rüyalar ülkesine iltica etti anne oğul.

 

Uyku verip şiir almak

Şiir sihirli bir ülkenin topraklarında yetişen eşi benzeri bulunmaz soyut meyveler gibidir. Gönle dolması da, kalemden dökülmesi de esrarlı bir iştir. Öyle kıymetlidir ki, çoğu kez şairler onun peşinde koşarlarken maddeler dünyasının yerini unuturlar. Uyku verip şiir almaları ise alışılmış bir ticarettir onlar için. “Aç kapıyı bezirgan başı,” diyorduk hani çocukluk tekerlemelerimizden birinde.

Şairler dizeler köşkünün kapısını açtırmak için bezirgan başına uykularını hibe ederler.

Bir ucunda, incir ağacının etrafı kolaçan ettiği bu eski zaman mahallesinde aklı karışık bir de genç şair yaşıyordu. Mahallenin şen bakkalının oğlu Kenan. Yakub’un, en sevgili evladı Yusuf’u kaybettiği ilin adıydı Kenan. Hep Kenan’da kaybolunacak değil, Kenan’ın da kaybolması gerekirdi bazı bazı. Bu kayboluş arayıp kendini bulmak için şarttı.

Şen bakkal ne kadar para işleriyle alakadarsa oğlu o kadar başıboş belki de başı hoş bir delikanlıydı. Sıraiçi oğullar çalışıp ev bark hırsına talip oluyorlardı, Kenan başkaca sevdaların alıcısı idi. Yine de şen bakkal mürekkep yalamış oğluyla gururlanırdı. Ara sıra lüzumsuz bulsa da onun söz avcılığını, gözünün nuru oğlunun kalbini kırmamak için titizlenirdi. Evlat baldan tatlı, derler; doğrudur.

Her ne kadar bundan habersiz olsa da., incir ağacındaki serçelerden biri Kenan’ındı. Kenan bir dize mırıldansa, herkesten ve her nesneden önce; turuncu kanatları olan bu serçe duyardı onun dudaklarından dökülen fısıltıyı.

Çocukluklarından beri Güler’i seviyordu Kenan. Güler güzel kızdı doğrusu. En çok da diğer kızlar gibi danteldi, kanaviçeydi peşinde koşmaması hoşuna giderdi Kenan’ın. Kenan Güler’e içinde Mecnun’a Leyla’sı için ilham olan sözlere benzer sözlerin bulunduğu mektuplar yazardı. Yazdığı mektupları, mahallenin en güvenilir çocuğu olduğuna inandığı, bir afacan ile gönderirdi. Güler’in cevapları genellikle Kenan, yoldan geçerken ayaklarının dibine düşüverirdi. Hoş kokulu bir kâğıt, Güler’in parmaklarının ucundan, evlerinin penceresinin kuytuca bir köşesinden aşağı doğru kayardı. Kenan bu maharetli oyuna hayrandı. Her şaire bir ilham perisi gerekli midir? Bu tartışılır. Kenan’ın ilham perisi Güler’di.

Sabahlara kadar uyumayanların kalplerinde bir yerde bir yâr açılıyor olmalı. Ve uykusuzluğa alışık olanlar bu yârdan aşağı inip kimselerin söyleyemeyeceği dizeler devşiriyor olmalılar. Azıcık uyurdu Kenan. Gece yarısında uyanır yazılmamış şiirlerin mahremiyetine hapsederdi kendini.

O gece de her şey olup bittikten sonra uyudu. Akçahatun bilinmezliğe doğru gittikten, Güler okuduğu romanın kapağını kapattıktan, Ayşe bez bebeğine ninnisini söyledikten, Nazire oğlunu koynuna alıp içindeki dervişe ve küçük kıza göz kırptıktan sonra… Alaca karanlıkta uyanıp birkaç dize avlayacağını bilerek.

Böylelikle bir gün daha sona erdi kainatın küçücük hayallerle örülü mini minnacık bir mahallesinde. Dört uykuya yattı dört yürek, nicelerinin bildiği ölümü tattı bir can. Uyuyanlar ertesi sabaha uyanacaklardı, uyanan ise belki sonsuza dek bir daha uyumayacaktı.

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net