Neydi Bizim Noksanlarımız

Hatice Eğilmez Kaya

Muamma bir boşlukta kendi halince dönen dünya, kötü ya da çirkin değil.
Masmavi ve güzel bir gezegende yaşıyoruz. Ona dair tek serzenişimiz faniliği olabilir bir ihtimal. Bunun da hakikatte sebebi yaratılıştan getirdiği misafirhane olma görevidir.
Mükemmelliğinden şüphemiz olmayan sırçadan köşkümüzü -ki mükemmel olmasaydı cismani varlığımıza fanusluk yapamazdı- hana benzetenler, bir gölgelik kadar geçici olduğu gerçeğini zikredenler haklılar. Söz, dünyanın mezbelelik olarak görülmesi meselesine gelip dayanınca bu kıymetliler kıymetlisi mekânın üzerine insan neslinin genellikle kesif ve karanlık olan gölgesi düşüyor.
Gelip geçiciliğinden ötürü deni bulduğumuz dünyayı çirkinleştiren, kötüleştiren ve kirleten sadece bizleriz. Bizler bir yönümüzle kamilsek bir yönümüzle pek aşağılardayız. İnsanlığın bugünkü içler acısı halinin suçlusu tek tek hepimiziz.
İyilerin ve kötülerin yarıya yarıya olduğu düşüncesine çoğu kez inansam da kötülerin sesleri o kadar yüksek çıkar ki iyiler azınlık zannedilir. Salt aciz ve savunmasız kimselere zulüm değil kötülerin mesleği, kötüler güçsüz buldukları her canlıya zulmederler. Dört köşesi kanlı bu kurtlar sofrasında baba oğluna, anne kızına, tam tersi oğul babaya, kız anneye, eşler birbirine, komşu komşusuna, patron çalışanına zulmedebilir… Bu zincir böyle devam eder gider…
Doğada kaotik silsilerden oluşan vahşi bir döngü var. Vahşi döngünün varlığıdır aslında doğal dengeyi ayakta tutan. Kurt kuzuyu yemese nesli tükenir, kartal annesinin yanından yavrusunu çalmak zorunda… Üstelik bu işi yapınca hüzünlenmesi vaki değil. Doğada işler böyle yürür, insanlarda da durum üç aşağı beş yukarı bu şekildedir. Belki daha da acımasız… Aslında olmaması lazım, ezeli ve ebedi teçhizatımızdan ötürü. Bazılarımız bu savaş meydanında şanslıyız, bazılarımız şanssızız. Şanslılık bile bu durumda göreceli ve derecelidir. En şanslıdan en şanssıza doğru bir piramidin parçalarıyız. Piramidin en tepesindekilerle en aşağısındakiler arasında inanılmaz uçurumlar var.
Böylesine karamsar bir tabloda ümitvar olmaya mecburuz yine de. İnsanlıktan ümit kesmek olmaz. Nasıl herkes kendi evinin önünü temizlediğinde şehir temizlenirse her birey önce kendi özündeki olumsuzlukları yok ederse problemlerin çözümü kolaylaşır.
Ücra ya da kalabalık bir sokakta mendil satan bir çocuk iri, ela gözleriyle bize baktığında yüreğimiz nasır tutmuşsa bile o bakışların gizli lisanı ta içerimize sızar. Söylenmeyip sezilenler hep mi hep bize dairdir. Kendisi minicik, hengâmesi kocaman bu çocuğun ailesindeki en tehlikeli yoksunluk maddi yoksunluk değildir. Evrensel bazı manevi değerlerimiz bulunmakta ki bunlara haiz olmak için herhangi bir dinin mensubu olmaya, herhangi bir milletten gelmeye de fazlasıyla ihtiyaç yok. İnsan olmaya azmetsek kâfi.
Vicdanı olmayan, merhameti olmayan, adalet duygusundan habersiz, sadece kendi nefsini düşünen insanlar zengin de olsalar fakir de olsalar durum vahimdir. Güzel ahlak sahibi olmayan insan bir de fakir ve cahil olursa çocuğunu geçim kapısı olarak görür elbette. Kağıt mendil satan, evvel zamanın ipek mendillerinden habersiz bu güzeller güzeli çocuğu gördüğünde haline şükredenlere bilmem ki ne demeli…
Bizden sonraki nesillere sevgiyi miras bırakabilmemiz için çocuklarımızın tertemiz dimağlarına saldırıdan vazgeçmemiz gerekir. Onları korudukça ve besledikçe insanlığımızı da koruyup beslemiş olacağız. Onların yumuşak yün çilelerini anımsatan elleri, küçücük ayakları, ışıltılı bakışları, fenalıktan azade vicdanları ezeli ve ebedi sılamızdan haber verir. Dünyaya geldiğinde bir melekten farksız olana zulüm insanlığa yaraşmaz.
Bedensel ya da zihinsel engellerimiz, gözlerimizin görmeyişi, kulaklarımızın işitmeyişi, dilimizdeki söyleyemeyiş tarafımızdan birer özür kabul edilirken ruhlarımızdaki arazlar çoğunlukla söze değmez bile. Sevebilmek yetisinden mahrum, her şeye ve herkese kem gözle bakan, alayım da hiç vermeyeyim diyen, affedemeyen, içindeki kötü sesten gayrısına kulak vermeyen canlar soyut olduklarından mı sağ sanılıyor?
Yaşlı bir kadın görüyorum oturduğum semtte. Ağzı yaşmaklı, ayakları mesli yaşlı bir kadın… Sabahları bir yerlere giden, akşamları bir yerlerden dönen… Ağır aksak fakat hoş ritimli bir yürüyüşü var. Sakin sakin, bastonuna yaslanarak, eli yaşmağında yürüyor, hep yürüyor. Çalışmaya gidiyor dense değil. Çalışamayacak kadar yaşlı zira. Dilenci gibi bir hali de yok. Duydum ki gelininde kalırmış; her sabah kızına gider, her akşam kızından dönermiş. Yağmur, kış, poyraz, güneş, sarı sıcak dinlemeden her gün gidilen bir kız evi, her gün dönülen bir gelin evi… Hakkında yaz yazabildiğin kadar. Bilinmez ki huzurevlerine terk edilen yaşlılara mı üzülsek yoksa evlatlarının yanında onlardan çok uzaklara sürgün edilenlere mi?
Savaş, kıyım, baskı ve sömürü dünya gurbetimizi daha da çekilmez hale getiriyor. Oysa acizin yardımcısı olmak, zalime karşı durmak imandandır. Gücümüzün yettiğine merhamet, kalp aynamızı cilalar. Saldıran ve öldüren yanımızı törpülemezsek kanatsız uçmanın sırrına eremeyiz. Bakınız bencil yanımız yüzünden ne su kenarlarına inen gazelimiz kaldı ne de dağ başındaki çınar azade. Sessizce, sitemsizce terk ettiler bizi.
Yirminci Birinci Yüzyılın albenili fakat eskimiş çehresine, bazen esefle bazen sayısız hayalle baktığımız bu çağda hatırlamalıyız Habil’le Kabil’den beri neydi bizim noksanlarımız? Nefsimizi güdemiyoruz, koşulsuzca sevemiyoruz, kalbimizi kirden ve pastan muhafaza edemiyoruz, kulluğumuzun gereğinden haberdar değiliz… Aynı hallerimiz bugün de var. Mücadelemiz onlarla olmalı.

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net