Hatice Eğilmez Kaya

(Kuyucaklı Yusuf Dedikleri Bir Asi Uşak)

Kuyucaklı Yusuf bizlere her haliyle mitolojik kahramanları anımsatmaktadır. Neredeyse varoluş tarihimiz kadar kadim olan anlatı geleneğimizde destanların oldukça önemli bir yeri bulunmakta.  İnsan nesli ve onun kurgulama yeteneği varlığını sürdürdüğü müddetçe -eski tarz destanlara benzemese de zihnimizde tasarladığımız yeni eserler- birbirinden destansı kahramanlar satırlarımızın aralarında dolaşmaya devam edeceklerdir.  Sabahattin Ali, engin muhayyilesi eşliğinde somutlaştırdığı Kuyucaklı Yusuf’la her türlü keşmekeşine ve yanılgısına rağmen idealize edilmiş bir insan tipi çizer. Böylelikle Afrasiyap, Zaloğlu Rüstem, Oğuz Kağan, Aşil, Promete, Manas, Gılgamış gibi olağanüstü özellikler göstermeyen fakat buna rağmen okurda hayranlık hissi uyandırabilen bir kahraman kurgulamış olur.

Kuyucaklı Yusuf, suskunluğu ile dikkat çeker.  Çevresindeki her türlü gereksiz konuşmaya ve eyleme susarak, tenha bir pusuya yatarak cevap verir. Sabahattin Ali, onun etkisizleştirilmiş zannı uyandıran sessiz, sakin duruşuyla bir şeyler anlatmak istemektedir okura. Yusuf susarak, Sabahattin Ali onun hazin öyküsünü dillendirerek çokça söz etmenin boşluğunu anlatır. Evvel zaman mitlerinde anlatılan da esasında tam olarak budur. Gerçek güç dilde ya da elde değil; fazlaca söz etmez yürektedir, der bütün efsanevi şahsiyetler.

Kuyucaklı Yusuf’un en belirgin destansı özelliği bütün epik kahramanlarda olduğu gibi kötülere karşı yürüttüğü mücadeledir. Sabahattin Ali, Yusuf’un gerekli fakat acıklı mücadelesi ile okuyucuya iyi ve kötünün ezeli ve ebedi zıtlığını anımsatır. Hayatta Kaymakam Selâhattin Bey’den başka sahip çıkanı olmayan Yusuf, olanca acziyetiyle birçok kötü karakterin karşısında mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bunlar Selahattin Bey’in eşi Şahinde Hanım’dan, işadamı Hilmi Bey’in oğlu Şakir’e kadar süren kimseler silsilesidir. Tüm bu mücadele esnasında çocukluk arkadaşı Ali, Yusuf’un hem dostu hem de yardımcısıdır. Unutmamalıyız ki, hiçbir mitolojik kahraman öyküsünde yapayalnız kalmamıştır.

Binlerce yıllık edebiyat maceramızda sayısız tip veya karakterle içli dışlı olduk. Bunlardan bazıları birçok kusura sahipken -ve bizler onlar gibi olmayı hayal dahi etmezken-bazıları her türlü insansı arazına inat zihinlerimizde hayranlık duygusu uyandırdı. Kuyucaklı Yusuf, anne babasının katline şahit olan gözleriyle, eşkıyaların sakat bıraktığı eliyle, ağır aksak yürüyüşü ile, tam da kavuştum zannedip yitirdiği Muazzez’iyle, garipliği, naçarlığı ve sükutuyla bambaşka renkler içeren bir tablo sergiler. Okura, çizilen bu insanlık tablosunun karşısına geçip düşüncelere dalmak düşer.

Gençlik hata yapma mevsimidir. Kuyucaklı Yusuf, bu mevsimi badiresiz atlatamaz. Okumanın adam olmakla eş değer olduğu yıllarda okuldan uzaklaşması, belli bir mesleğin ucundan tutmayışı onun olumsuz sonunu hazırlar. Sevmek ve sevilmek gibi muhteşem bir talih bile serkeş geçen yılları yüzünden boşa harcanmış olur.

Sabahattin Ali, Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının devamını getirebildiği gibi Kuyucaklı Yusuf’un devamını yazabilseydi eğer acaba neler yazar, neler söylerdi? Eserini “İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti.” diye bitiren yazar bizlere her türlü acının karşısında ayakta kalabilmiş bir kahraman miras bırakıyordu. Zaten bir şiirinde de “başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma” diyerek en büyük cesaretin yılmamak olduğunu vurgulamamış mıydı? Ülkeler fetheden, devletler kuran, hasımlarını yerle yeksan eden, tarihte önemli izler bırakan, yürüdüğünde yeri göğü sarsan savaşçılarla bir olmasa da Kuyucaklı Yusuf’un halleri; insancıl direnişi ve dirayetiyle kendisine hayranlık uyandırır.

Erdem ve kusur kavramları her ne kadar birbirleriyle zıtmış gibi gözükseler de birbirlerini besleyen kavramlar. Kusurlarımızı göre göre erdem sahibi olduğumuz yadsınamaz bir hakikat. Kuyucaklı Yusuf, roman boyunca kusurlarından besleniyor. Endamıyla, cüssesiyle cılız kalan bedeninin rağmına manada kuvvetleniyor. Çevresinde olup biten, çoğu kez fark etse de müdahale edemediği kötülükler karşısında susması bile bir başkaldırı abidesi niteliğinde. Yusuf’un suskunluğunun büyük bir fırtınaya gebe olduğunu tüm bu zıtlıklardan anlamak güç değildir elbette.

Osmanlının son zamanında ortaya çıkan adalet yoksunluğunun Kuyucaklı Yusuf’un karakter özelliklerinin oluşumunda oldukça önemli bir yeri mevcut. Yusuf’un ve Muazzez’in mahvına sebep olan kişiler işledikleri cürümlerin cezasını ne devlet ne de cemiyet nezdinde alırlar. Onların cezasız kalan her cürmü Yusuf’un maddede değilse bile manada devleşmesine, sonunda da resmiyette sağlanamayan adaleti dehşetli bir ayaklanışla sağlama çabasına yol açar. Oysa destanların ilk örneklerinde verilen mücadele iç değil dış unsurlara yönelikti. Yusuf’un mücadelesi, hasmın sadece dışarıda değil yanı başımızda olabileceği gerçeğini gözler önüne seriyor. Bizlerin bildiği, kabul ve beyan ettiği asıl gerçekse yanımızda değil canımızda olan hasımdır. Kim bilir belki de gidişata zamanında “dur” diyemeyen Yusuf’tu Yusuf’un en tehlikeli düşmanı.

İnsanlığın gelişmesi meskenlerimizin küçük yerleşim mekânlarından büyük hatta devasa yerleşim mekânlarına dönüşmesi şeklinde olmuştur. Şehirleşme ve şehirleşme sırasında yaşanan başkalaşım birçok manevi yıkımı beraberinde getirmiştir. Kuyucaklı Yusuf işte bu manevi yıkımla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Şehir hayatının gözleri boyayan sahte yüzü, bilinçsiz bir annenin –Şahinde Hanım- kızını kendi elleriyle felakete sürüklemesine, Yusuf’un ve Muazzez’in ise bu sürükleniş karşısında fazlaca ayakta duramamalarına yol açar. Her ne kadar mücadelesinde başarısızlığa uğramış gibi gözükse de iç dinamizminin verdiği bilgece tutumla bizlere kazanan ve kaybeden kavramlarını yeniden sorgulatır. Tıpkı asıl zenginin fani olana değil bekaya meyletmesi gibi. Bazı yitirişler akla hayale sığmadık buluşların tetikçisidir.

Âşıklara “bizim sarhoşluğumuz şarap icat edilmeden öncedir,” dedirten aşk, tanımlanması ve sınıflandırılması en zor olan duygulardan biri. Sufilerin rehber kabul ettikleri, zahitlerin güvenilmez buldukları bir nesnedir aşk.  Kuyucaklı Yusuf için de müthiş bir sınav sebebi oluyor, yegane hamisi Selâhattin Bey’in kızı Muazzez’e küçük yaşından beri hissettikleri. Kays’ın Leyla’ya, Kerem’in Aslı’ya, Aşk’ın Hüsn’e çocukluk yıllarında âşık olmalarına ve başkaca sevgiye gönüllerinde yer ayırmamalarına telmihtir Yusuf’un Muazzez’e karşı kalbinde oluşanlar. Romanda Yusuf en büyük mücadeleyi imkânsız bulduğu, hakkı olmadığını düşündüğü bu aşk karşısında verir. Uzunca bir süre, içinde mayalanan hisleri reddeder. Günlerce eve barka uğramaz olur. Muazzez’in Ali’ye hatta Şakir’e âşık olması bile onun kendisine âşık olmasından bin kere yeğdir. Fakat korktuğu başına gelir ve aşkının bir karşılığı olduğunu anlar. Yusuf romandaki bütün başka meselelerde olduğu gibi bu konuda da aciz kalır. Yaşadığı gelgitlerle okura “kişi derdinden büyüktür, aşkından küçük” dedirtir.

Kuyucaklı Yusuf’un asiliği bahar günlerinde coşan nehirlere benzer. Karakterindeki kuvvet, duruşundaki sağlamlık onu benzerlerinden ayırt eder. Bu nedenle çevresindeki kötülerin olumsuz her türlü tepkisine hedef olur. Sussa da isyan eden bir tavrı, bir tarzı vardır. Hasımlarının dahi ona saygı duymalarına yol açan yönü seziliveren asi tarzıdır. Hepsinin topyekun, bu öksüz gence hücum etmelerinin nedeni onu asil ve asi bulamalarıdır. Hacı Rıfat’ın İhsan’ın da, işadamı Hilmi Bey’in oğlu Şakir’in de, onların dalkavuğu olan Ethem’in de kendilerine sahip çıkan, koruyup kollayan birer babası, hatalarını ört bas eden birer annesi vardır. Çocuk yaşta anne babası öldürülen Yusuf ise sahipsiz gibi görünmektedir. Kaymakam Selâhattin Bey her ne kadar Yusuf’un babası olmasa da ona erdemi ve kararlılığı, insan olmanın etiğini öğretir. Yaratılışından getirdiği saygın duruş, gönüllülük esasına dayalı eğitimle birleşince zayıf ve eğreti kişilikleri rahatsız eden bir asilik ortaya çıkar. Kuyucaklı Yusuf’u eski zaman kahramanlarına yaklaştıran özellik işte bu asi duruştur. Romanın tematik temelinde de etkili olur Yusuf’un asiliği.

Mülkün temeli adalettir kuşkusuz. Adaletin sağlanması siyasi erkin en gerekli görevi ve sorumluluğudur. Hem sosyal hem ekonomik hem de hukuksal anlamda adaletin sağlanamadığı memleketlerde kargaşa kaçınılmaz olur. Kargaşanın hüküm sürdüğü yerde ezilen, daima zayıf taraf olacaktır. Seneca’nın bir sözü geliyor bu meselede akla: “Zulüm zayıflıktan doğar.” Seneca’nın sözünü şöylece devam ettirmek gerekir: “Zayıflıklar bir araya gelerek zulmü er ya da geç mutlaka boğar.” Kadim destanlar adil ve güçlü hakanların en güçlü yıllarını anlatmaktaydı. Sosyal kaosun henüz meydana gelmediği, meydana geldiyse de yönetilenler tarafından keşfedilmediği dönemlerde oluşturulmuşlardır. Bu nedenden ötürü iç mücadeleleri değil dış mücadeleleri dile getirmişlerdir. Kuyucaklı Yusuf’ta ise Habil’le Kabil’e dayanan iyi ve kötü, edep erkân sahibi insan ve insansı kavgası var. Eserde Yusuf yenik düşmüş gibidir fakat bilirsiniz galip olma ve mağlup olma hali göreceli bir haldir. Sabahattin Ali’nin ana fikri de bu göreceliliktir.

“Uyur idik uyardılar diriye saydılar bizi,” diyor Pir Sultan Abdal. İnsanların büyük bir kısmı uykuya meyilli. Dünyevi hemen her şey gibi uykunun azı karar, çoğu zarar olsa da; tedavi edici, koruyucu, geliştirici yönleri su götürmez. Uyuyan bir canlıya baktığımızda, çoğu kez arayıp da bulamadığımız huzurun hoş bir yansımasıyla karşı karşıya geliriz. Zorla uyandırsak onu huzuru kaçar, bütün iç dengeleri alt üst olur. Sükunet içinde bir dünyası olan insanlar da üç aşağı beş yukarı böylesi bir görünüm sergiler. Onları bu durumlarından -özellikle cebren çıkarmak- balığı sudan çekip almaya, hoş bir çiçeği dalından koparmaya benzer. Kuyucaklı Yusuf’un kimsesizliği sona ermiş, mesut bir yuva sahibi olmuştur. Fakat onu sakin atmosferinde rahat bırakmazlar. Kuyucaklı Yusuf’un destanı tam olarak burada başlar yani cebren ve hile ile saadet uykusundan uyandırıldığında. Bu her yanı yaralı öykü, bizlere Sabahattin Ali’nin bir faili mechule kurban gidene kadar yaşadıklarını da anımsatmıyor mu?

Cümle aklı erenler bilirler ki gerçek galibiyet, öfke ve nefis kontrolünden ibarettir. Karşımızdakilere saldırarak ya da sürekli bir müdafaa durumunda bulunarak kimliğimizi ispatlamamız mümkün olmasa gerek. Gerçekte sadece kendimizi yenmemiz, sadece kendimizi yönetmemiz asıl marifetimiz. Bu gerçeğe yüzümüzü döndüğümüzde kişiler ve topluluklar arası yıkımlar olmayacaktır. Oysa Kuyucaklı Yusuf içe döndükçe “vur abalıya” misali darbelere maruz kalır. Yazar birçok destansı yönü olan bu eserde en çok bizi bize bırakmayanları eleştirmektedir.

İlk bakışta Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf romanında Kaymakam Selâhattin Bey’de kendisini yansıtmış gibi görünür. Bu tespite yazarın hayatını bilen, Selâhattin Bey’in yaşadıklarına bir parça dikkat kesilen her okur ulaşabilir. Fakat aslında Sabahattin Ali daha ziyade Kuyucaklı Yusuf’ta sorgulamış kendi kişisel özelliklerini. Yusuf’un hüzünlü ve sonu mutsuz biten macerasında görülen ‘esatiri evvelin düşü’nün asıl kahramanı yazarın ta kendisidir. Yusuf’un yanılgılarında, erdeminde, sükununda, asiliğinde, âşıklığında, kimsesizliğinde, acziyetinde ve mücadeleci yanında… Satır satır işlenen bu destansı yanı tanıyıp görebilmek ve bu dersten bir şeyler öğrenebilmek temennisi ile…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net