Dağlar Ve Biz

Yüce bir dağın zirvesine çıkabilsek keşke… Söyleyebilsek orada kalbimizden geçenleri… Neden genellikle hüzünle baktığımızı yeryüzüne… Ve neden semadan ümidimizi kesmediğimizi her türlü korkuya inat… Ne kadar aciz kaldığımızı anlatabilsek bulutlara ve rüzgâra… Sahildeki kum taneleri gibi yan yanayken, kendimizi uçsuz bucaksız kâinatın içindeki bir yıldız kadar yalnız hissettiğimizi haykırabilsek birbirimize buradan, avazımız çıktığı kadar.

 Aslımız topraktan geliyor her birimizin. Hepimiz akrabayız bir diğerimize. Neslimizin hangi diyardan geldiğinin ne önemi var? Tenimizin rengi ak olsa ya da kara bir şey değişir mi kalplerimizin ışıltısı aynı olduktan sonra?  Öyle ki eşitiz, o kadar ki benzeriz hayatın, ölümün, sevdanın ve nefretin karşısında. Sevmemek düpedüz delilik olsa gerek kaderi ve kederi aynı olan kardeşlerimizi. Oysa bizlerin üzerine varlık tanımıyorum yabancılaşmaya ve uzaklaşmaya bu kadar çok bahane bulabilecek.

 

Bir seyyah gibi gezmediysem de ne gezegenimizi ne de memleketimizi, dünyada mesken tutuğumuz her yer, başta dünyanın kendisi bende süreklilik hissi uyandırmıyor. Bu nedenle olsa gerek hiçbir toprağa kök salamadım şimdiye kadar. Evim barkım var. Eşim dostum var. Beni buralı olarak bilen binlerce tanıdığım da şahitlik ederler hemşerileri olduğuma. Fakat ben ne hazindir ki ne buralıyım ne de başka bir maddî mekânın yerlisi.  Kendimi bambaşka bir yurdun, bambaşka bir sılanın uzağında hissediyorum çoğu kez. Bazen de nefesim kadar yakınım yurduma ve sılama…

En kıymetli hazinemizdir kalbimiz. İyi korumalıyız kalbimizi. Tertemiz ve ışıltılı kalmalı sol yanımızda parlayan cevher. Saatin tik taklarını andıran sesiyle ömrümüz oldukça işleyecek o.  Varlığımızın büyülü sesini kulaklarımıza fısıldayacak hiç durmadan, hiç usanmadan. Hayatımız da, ölümümüz de, sevdamız da, kinimiz de onda gizli. Onda başlar ve onda son bulur her şey. Dost’a giden yol, yolun sonundaki menzil, hatta Dostumuzun bizzat kendisi ondadır onda. 

Kulağımızda bir ses var, tatlı ve hoş bir edayla bize “Gel!” diyen. Sonsuzluktan bir Yâr, kendisinden başkasında vefadan iz olmayan Yâr-i Mutlak çağırır bizi.  Bazılarımız öyle bir dalarlar ki günlük işlere, anlık telaşlara bu sesi bir ömür hiç duymazlar. Kulaklarını dış âlemlere değil, kendi iç âlemlerine çevirenler duyarlar bu efsunlu sesi. Onlar için her fiil gitmek, terk etmek anlamına gelir. Her isim yoldur. Her sıfat renksiz…

Kendilerini dünya adını verdiğimiz bu şehirde garip hissedenler var. Bir sılanın varlığından haberdar olan bu insanlar için somut hayata dair hiçbir tasa belli bir anlam ifade etmez. Çakırkeyif dolaşırlar, çakırkeyif yaşarlar ve çakırkeyif ölürler bu türden insanlar. İçtikleri bade aşkın badesidir. Humarı yoktur bu badeden içmenin. Pişmanlığı, tövbesi ve günahı da…

Dünya her yönüyle bizler için tehlikeli tuzaklarla dolu. Şaşkın şaşkın dolanırken bir uçurumdan düşme ihtimalimiz çok yüksek. Her birimizin fikri kendisine çobanlık yapar uçurumun yanı başında. Ya çekip kurtarır bizi tehlikeli sınırlardan ya da hiç yaklaşmamıza izin vermez sonsuz bir ezaya düşme ihtimalinin kıyılarına. Bu zor durumda tek sermayemiz vardır insan olarak o da aklımızdır. Sermayemizi yerinde kullanırsak kârımız iman olur ki edindiğimiz bu kâr sonsuzluk yolculuğumuzda yegâne azığımız olacaktır. Zalim açken biz tok, münkir endişedeyken biz huzurlu oluruz azığımız yanımızdaysa. 

İrfan ve ilim sahibi olan insanlar ne güzel görünürler mana âleminde gözlerimize. İlim dedikleri mücevher bilginin özüdür, mayasıdır. İrfan ise ilimin kalpteki ve dimağdaki gölgesidir. Dünyayı, insanı, yaratılmış cümle varlığı tam da hak ettiği gibi duru ve net görebiliriz ilim ve irfan penceresinden bakarsak onlara. O zaman her şey bir bütünün parçası olma makamına yerleşir. Bir diğerinden ayrılmaz canlı cansız hiçbir varlık. Daha bir anlam kazanır, daha bir güzelleşir her biri.

Kâinatın iki yanı var biz insanlar için.  Bunlardan biri gurbet, ayrılık ve hasretle eş anlamlı. Gölgeli, kararsız bir yüzü vardır gelip geçiciliği örneklerle ispatlanmış olan kâinatın. Bizleri melalden doğan garip bir halin içine hapseder. Diğeri ise bizlere kavuşmayı anımsatır, sevinci ve sonsuz bir mutluluğu da…

Gönül ehlinin kulaklarına gurbetin acıklı bestelerini terennüm eden melal, küçük düşünen, sığ kıyılarda yaşayan insanlar için yabancı ve anlamı bilinmeyen bir sözcüktür. Onlar bu kelimeyi cümle içinde kullanma gereği bile hissetmezler. Mal, mülk, kariyer, marka,  hırs ve bunlara benzeyen birçok kelime onlar için çok daha önemlidir.  Melale yatkın insanlar da dünyaya sadece madde gözüyle bakan insanlar için tuhaf, divane tiplerdir. Halbuki bana öyle geliyor ki gönlünü derviş eyleyen, kalbinde sürekli bir yara bulunan, gözleri nemli, tabiatları koyun kadar yavaş olan insanlar dünyanın en güzel yaratıklarıdır. Onların bu halini görüp de onlarla dost olanlar kârda, onları ezmeye çalışanlar zarardadır.

Ne kadar çok insana güvenir, sırtımızı yaslarız şu dar-ı dünyada. Dostlarımızdır onlar bizim, en çok sevdiklerimizdir; en yakınımızdır onlar bize… Sırrımız olsa onlara açarız, derdimiz olsa onlara dökeriz. Fakat vefa hiçbirinde yoktur demeye de dilim varmıyor, birçoğunda yoktur. En yakın dostumuzun el,  yârimizin ağyar olması her zaman ihtimal dâhilindedir. Fakat hiçbir sırrımızı aşikâr etmeyen, derdimizi bizden alıp yerine derman veren ortak bir yârimiz var bizim o da ebedde gizli. Nasıl burnumuzda tütmesin?

Dertlerin en güzeli Yâr’e duyulan hasrettir. Hele bir de kavuşmak arzusu gelip kalbimize yerleştiğinde bizden keyiflisi, bizden bahtiyarı yoktur bu âlemde. Ezelde gördüğümüz, kendisine bir meçhul zamanda söz verdiğimiz, ebedde kavuşma hayalleri kurduğumuz bir Yâr’in varlığı birbirinden acımasız endişelerle ağlayan kalbimizin yegâne neşesidir. Biz aynı zamanda biliriz ki bizler için sıla Hüsn-ü Mutlak, Yâr-i Mutlak olarak nitelendirdiğimiz varlığın bizi beklediği mekândır. Aramızda sıra dağlar olsa ne gam!


Hatice Eğilmez Kaya

www.kafiye.net