“SENİ ZAFER VE BARIŞ KADAR SEVİYORUM”

“1918 yazında, Sultan Reşat’ın ölümü üzerine VI. Mehmet sanıyla 36. Padişah olarak tahta çıkan Vahideddin, devletin ve tahtının geleceğini, dönemin süper devleti İngiltere’nin lütfuna bağlamıştır.
İngiltere Karadeniz Ordusu Komutanı General Milne, Londra’ya şu mesajı yollar: “VI. Mehmet, İngilizlerin Türkiye’de idareyi mümkün olduğu kadar süratle ellerine almasını istiyor.” 7
Amiral Web’in mektubu: “Padişah bizi buraya yerleştirmek istiyor.”8
Damat Ferit, Amiral Galthorpe’a şöyle diyecektir: “Padişahın ve benim yegane ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.” 9
Vahidettin, 30 Mart 1919’da Damat Ferit aracılığıyla, ‘kendi ile yazdığı bir tasarı’yı İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Galtrope’a ulaştıracaktır. Özeti şudur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl müddetle İngiliz sömürgesi olması.” 10
Yukarıdaki satırları Turgut Özakman’ın yazdığı Şu Çılgın Türkler’in başlangıcından aldım.
Son günlerde Vahidettin’in hain olmadığını söyleyen Ecevit’in böyle bir şeyi neden söylediğini anlayamayanlardan biri de benim. Ona bunu söyleten, Vahidettin’i aklama çabası mı, Rahşan Hanım’ın cezaevinde karşılaştığı kader kurbanı bir kadına acımasına benzer bir acıma duygusu mu belli değil. Ancak gündemi birden değiştirdiği, AB ile imzalanan ek sözleşme ile toz duman arasında KKTC’nin ellerini bağlayarak Rum tarafına teslim edilmesini gözlerden kaçırmak için mi “Kıbrıs Fatihi” kullanıldı diye geçiyor aklımdan
Konum Ecevit değil ama 750 sayfalık kitabın daha başında Vahidettin’in hainliğini bütün dehşetiyle belgeleyen satırların karşısına ancak belgelerle çıkarsa eski başbakanın sözlerinin tartışmaya değer olduğu düşünülebilir. Değilse, dincilerin Atatürk anıtlarına saldıran her ticaniye “meczup” yakıştırmasıyla arka çıkmaları gibi Ecevit’e benzer bir tanıyla yol verebiliriz.
Şu Çılgın Türkler, Türk Kurtuluş Savaşı’nın Dünya tarihinde benzeri görülmemiş gerçekliğinin romanıdır. Bu roman, bizim tarihimizi anlattığı için değil, gerçekten duygusal, düşünsel soyluluğun, yurtseverliğin eşsiz örneklerinin belgelerle sergilendiği bir roman olduğu, Savaş ve Barış’ın evrenselliği kadar evrensel bir gerçekliği anlattığı için büyük bir romandır. Diliyle büyük bir romandır, binlerce belgeyi bir roman örgüsü içinde erittiği, okuru doğrudan cepheye sürdüğü, bunu başardığı için büyük romandır.
Okurken göz yaşlarımı tutamadığım için değil, beni İnönü’den Sakarya’ya, oradan TBMM kürsüsüne, Batı Cephesi Karargahına, Çankaya’daki bağ evine, oradan Akşehir’e, Kocatepe’ye yaşatarak dolaştırdığı için, savaşın bütün planları benim elimdeymişçesine büyük bir gerilim yaşattığı için büyük romandır.
Mustafa Kemal’i sevmeyenlerin neden sevmediklerini bu kitabı okuduktan sonra çok daha iyi anladım. İnsan birini anlamadan sevemez. Kör güdüleriyle, kör inanlarıyla yaşayanların yenilikleri anlamaları, sevmeleri olanaksızdır. Binlerce yıllık uygarlık tarihinde bilgiyle hurafenin, düşünceyle inancın savaştığı düşünülürse Mustafa Kemal’e düşman olanların Kurtuluş Savaşı’nda, Cumhuriyet’te çıkarları bozulmuş, rahatları kaçmıştır. Ümmetin bilisizliğinden binlerce yıldır çıkar sağlayan din tacirleri, kullandıkları toplumun düşünmeyen, dogmalarla ömrünü dolduran, bilimden uzak yapısını parçalayan insanı sevebilirler mi? Bu öylesine büyük bir sevgisizliktir ki kendilerine armağan edilen yurdu yalnızca o kurtardı diye ABD’nin gönüllü ajanlığını yapanların, onları destekleyenlerin iktidarı Mustafa Kemal’in adını tarihten silebilmek için Cumhuriyet’in bütün kazanımlarını gözden çıkarmıştır. Bağımsızlık onuru, insanlık onuru, laik demokratik bir ülkenin, kendi işini kendi yapan birey olma onuru bunlara hiçbir şey söylemez.
Bunların, Mustafa Kemal’in güvendiği ulusun özgücünü anlamaları için daha bin fırın ekmek yemeleri gerekir. Yalakalara bakmayın siz.
Şehrin işgalinden sonra gerçeği gören İstanbul halkı Anadolu’ya yardıma koştu.
“SABAH İstanbullular, Kızılay’ın çağrısına uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri Gazetesi’nin dar idarehanesine sığmayanların büyük kısmı, dışarıda kalmıştı.
Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi göründü. Düzenli adımlarla yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine, her zaman kenara çekilerek yol veren İstanbullular, bu sefer kıllarını bile kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığın arasından geçmeyi göze alamadı, yola inerek geçip gitti.
İçeride, daha afyonu patlamamış olan huysuz idare memuru, bir deftere, söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış miktarını yazıyordu.
“Kahveci Ali, 100 kuruş,”
“Eskici Yusuf, 50 kuruş.”
“Hallaç Asım, 75 kuruş.”
“Bakkal Ahmet, 100 kuruş.”
“Terlikçi Adem, 200 kuruş.”
Sırada, küçük, cılız bir oğlan çocuğu vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle, yürüyüp yol vermesi için işaret etti. Ama çocuk yürümedi, büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak masanın üzerine bıraktı:
“Hasan, 5 kuruş.”
Suratsız idare memurunun birdenbire gözleri doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman mendilinin arkasına saklayarak gürültüyle burnunu sildi.” 18
Bugün kaç devlet yöneticisi bu çocuğun duyarlığını taşıyor; kaçının ülkenin değerleri yabancıların eline geçerken yüreği titriyor bu çocuk kadar?
Romandan her satırı sarsıcı nice olay aktarılabilir. Dönemin koşullarını, insanlarını, Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarını insan olarak anlatacak nice olay.
Büyük Taarruz öncesi.
Halide Edip Hanım, bir süre Ankara’ya gidebilmek için İsmet Paşa’dan izin istemeye gelmişti. İsmet Paşa, “Eğer Ateşten Gömlek gibi bir roman yazacaksanız, peki” dedi. Ateşten Gömlek 6 Hazirandan beri İkdam gazetesinde yayımlanmaya başlamıştı.
“Okuyor musunuz?”
“Tabii.”
İsmet Paşa’nın ne kadar yoğun olduğunu bilen Halide Edip Hanım şaşırdı:
“Bu kadar iş arasında?”
“Benimki bir şey mi? Siz bu kadar iş arasında o güzel romanı yazmayı nasıl başardınız?”
Mustafa Kemal’in de Kocatepe’ye giderken Çalıkuşu’nu okuduğunu, çevresindekileri şaşırttığını yine romandan öğreniyoruz. Bu kuşağın, bugün gazetelerde kendi yalakalarının yazılarını bile okumadan ülke yönetmeye kalkan, her eleştiriye kahvehane ağzıyla laf yetiştirmeyi yöneticilik sanan insanlardan farkı burada yatmıyor mu?
Bu ülke, çılgınca bir yurt sevgisiyle savaşılarak kurtarılabilirdi. Bugün her sabah üzerine bastığımız, mavi gökyüzüne içimiz ferahlayarak baktığımız, toprağından, suyundan beslendiğimiz bu ülkenin nasıl kurtarıldığını bir daha unutmamacasına öğrenmek, çocuklarımıza öğretmek için Şu Çılgın Türkler’i okumak, okutmak olmalı işimiz. Okullarda pek çok satılmışın, işbirlikçinin resmi tarih diye tu kaka ettiği sevimsiz tarih kitaplarının yerine Şu Çılgın Türkler’in öncelikle okutulmasını ne çok isterdim. Lisede birinci sınıfların tarih dersi Şu Çılgın Türkler olmalı örneğin. Bütün bir dönem tartışılmalı, yurt sevgisinin belgeli örnekleri genç beyinlere bir nakış gibi işlenmeli.
Şimdi bunları düşlüyoruz ama bir gün mutlaka sular tersine dönecek. Tarihin akışını paraya tapanlar değil insan oğlunun gerçeği, doğruyu, güzeli arayışı belirler. Şu Çılgın Türkler de bu arayışın en çılgın örneklerinden biridir. Türkçe’siyle, her satırı belgeli sarsıcı gerçekleriyle.
Yüzbaşı Faruk, savaş koşullarında tanıştığı Nesrin’le yazışır.
Ordularımız İzmir’e girdikten sonra…
“NESRİN’in, kapalı bir zarf içinde yolladığı kartpostal Faruk’a ulaştı. Mustafa Kemal ile muzaffer komutanları gösteren bir anı kartı yollamıştı.
“Seni zafer ve barış kadar seviyorum.”
Bir ülkeyi sevmenin anlamı başka nasıl olabilir!
Bu gerçekliği araştırıp yazarak olabilir. Bu yüzden yaşamını gerçekleri aramaya adamış, gerçek bir aydın, büyük bir yurtsever Turgut Özakman’a çocuklarımız için, geleceğimiz için yürekten teşekkür borçluyuz.

Yayım tarihi: İzmir / 15.08.2005
Hidayet KARAKUŞ