GÖĞSÜNDEKİ GÖKYÜZÜ

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nde Ziya Osman Saba bir fotoğrafçıya gider, ondan kendisinin fotoğrafını çekmesini ister. Yalnız, kederli ve içli şair, “Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu? Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim.” diye geçirse de içinden, bir türlü objektife tebessüm edemez. Bunun üzerine fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğrulur, ümitsiz bir tavırla: “Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim,” der. Leyla Karaca’nın Göğsündeki Gökyüzü romanı da bu düşündürücü tabloya benzeyen bir girişle söze başlamış. “Kalp gülmezse yüz nasıl gülsün?” diyen yazar çoğumuzun halini tasvire niyet etmiş. 

Leyla Karaca her şeyden önce bir şair. Bu nedenle Göğsündeki Gökyüzü’nde birçok şiirsel ifade var. Eser baştanbaşa bir imgeler geçidi, satırlara dönüşmüş dizeler şenliği niteliğinde. Bu türden söyleyişlere birkaç örnek bulmak isterseniz hiç mi hiç zorlanmazsınız. “Can aslında sıvıdır, soğuyunca katılaşır, tıpkı kalp gibi”, “Neyi sustuysan işittim”, “Hayatta kavuşmalar ve ayrılıklar yan yanadır.” “Bu seyir, bu her şeyin divane, mestane akışı aşka. Kendi etrafında dönüp duruşu her şeyin.” 

Göğsündeki Gökyüzü’nün tematik yapısında Dilruba’nın Tuğrul’a duyduğu aşk oldukça geniş bir yer tutmakta. Leyla Karaca, “Hayatın ilk adımları gibidir aşk. Kim yürümeyi öğrenirken düşmemiş ki…” diyerek eser boyunca Dilruba’yı çetin aşk yolunda halden hale, sıkıntıdan sıkıntıya atar. Ona göre âşığın intizara hakkı yoktur. Gerçekten de aşk her ne kadar kâinatın varlık nedeni, cümle derdi sona erdiren kuvvet olsa da kendisi başlı başına ıstırap ve dert kaynağıdır. Bakmayın şairlerin aşk derdinden şikâyetçi olmamalarına tahrip edici yönü sayılamayacak kadar çoktur onun. Leyla Karaca eserde aşka ilişkin şunları söylüyor: “Aşk, maddeyi eriten kezzap gibi bir zehirdi! Yakarak geçtiği görüntüleri nasıl da bozuyor, ‘hayatın aslı budur, görünen bundan ibarettir işte!’ dercesine çirkinleştiriyor, yerle bir ediyordu. O çirkin deri, acıyla, kavlayarak sıyrılınca ortaya eşsiz ve sonsuz kayıtlar çıkıyor, tüm frekansların, algıların asılları ve gizleri bir bir ele geçiyordu. Yanmak en çok da bunun için gerekliydi. Kirlerin gitmesi için. Yandıkça fazlalıklar budanıyor, ateşin yalımları insanın ciğerlerine hava gibi sokuluyor ona yeni bir hayat için yeni bir can bahşediyordu.” 

Kişi sevdiğiyle birliktedir, bilirsiniz. İçimizden bir ses bazen özlemden, ayrılıktan dem vurarak sevgili ile aramıza mesafe vehmi eker. Onun ektiği her vehim bizde hüzün olarak, sitem olarak yeşerir. Ayrılık teraneleri etkileyici gibi gözükse de aldatıcı ve öteleyicidir. Bizim bu sese kulak verme oranımızdır gerçekte ayrılığın ta kendisi. Leyla Karaca Göğsümüzdeki Gökyüzü’nde Keşşaf’ın dilinden Dilruba’ya “Aşk, bazen insanın gönül aynasına ayrılık kılığında gelir, Ruhu Derbeder’in işidir bu oysa onu yakında tanıyacaksın. Bizim yanımızda ayrılık yoktur.” diyor. Bu sözleri çok da isabetli… 

Aklıyla değil kalbiyle yazan bir yazarla karşı karşıyayız Göğsündeki Gökyüzü’nde. Aşktan söz eden bir sanatçının akla değil kalbe dayanması gerekir elbette. Yaraların en acıtıcılarından biri olarak değerlendirebileceğimiz aşk, aklın izah edebileceği niteliklere sahip bir oluşum değildir. Aşk acıtan, kanatan yanıyla akıl tarafından ötelenir. Birçoğumuz aşkın derin can yaralarından biri olduğunu kabul ve tasdik ederiz. Göğsündeki Gökyüzü’nde bu kabul ediş şöylece dikkat çeker: “Yara büyüdükçe aşk da büyüyor oysa. Yapan eden bir, gösteren göstermeyen bir. Seni halden hale sevk eden, kaptan kaba döken, benliğinin kirini pasını sınavların ateşiyle silkeleyen hep bir. Öyleyse bırakalım yara büyüsün.” 

Mecazi aşk yazar tarafından bazen bir âlim ya da arif, bazen bir meczup ya da mecnun edasıyla ele alınmış. Mecazi aşkın en önemli özelliklerinden birisi duyularımızla arasındaki güçlü bağdır. Göğsündeki Gökyüzü’nde Leyla Karaca Dilruba’nın Tuğrul’un kokusundan etkilenişi üzerinde duruyor. Dilruba Tuğrul’la iken ya da onsuzken hep onun kokusu üzerinde yoğunlaşmaktadır: “Bu koku, Tuğrul’dan bana dört yanımı içten ve dıştan kuşatarak gelen bu tılsımlı görünmezlik, oldukça keskin, mecazi aşkın tüm arzularını, tüm yakınlaşmalarını fısıldayan, içten içe bir gayzer gibi fokurdayan, taşmak üzere olan şu gümüşi yangın. Bu gümüşe nefesim değdikçe bana ebruli bir gökkuşağı bahşeden şu döngü.” Hatta Dilruba bu kokudan kaynaklı olarak daha sonraları “Tuğrul’un varlığı, benimle açığa çıkan bir oyuna dönüşüyor.” 

Keşşaf fısıltılar halinde Dilruba’ya ‘dünya denilen hologram görüntüler’in ardında başka bir âlem olduğunu söylemekte ama bu âlemin tam olarak nasıl bir âlem olduğunu ele vermemektedir. Yazar dünyanın gerçekten çok düşe yakın oluşu bahsinde “Manaya ulaşabilmek için maddeyi feda edebilmek mi gerekiyor?” sorusu üzerinde yoğunlaşmakta. Eserde iç içe iki âlem bulunmakta. Bunlardan birisi eşyalarla ve sebeplerle bezenmiş maddeler âlemi, diğeri tamamen soyut unsurlara dayanan mana âlemi. Dilruba maddeler âleminde annesi vefat etmiş, babasını çok sık görmeyen bir üniversite öğrencisidir, Tuğrul isminde bir gence âşıktır… Mana âleminde ise Keşşaf’ın gösterdiği birtakım hakikatleri kavramaya çalışan, Safran’ın rehberliğinde kendisini keşfetme yolunda ilerleyen bir kalp ülkesi seyyahıdır. “Bu kampüsle Safran’ın evinin arasında uzayıp giden yolda tuhaf bir zaman kapısı var gibiydi… Bu kampüs ve Safran’ın evi birbirine benzemeyen, her zerresi, tüm bileşenleri apayrı iki farklı dünya. Bu iki farklı dünya arasında mekik dokumak insanı sarhoş ediyor, ne tarafa gideceğini kestiremeyen bir köstebek gibi siyah toprağın altında bir o yana bir bu yana yalpalıyordum. Her nerede isem tam orası bana gerçek görünüyor, o malum zaman aralığından geçince bir diğeri hayal oluyordu. Keşşaf’la ilgili tüm yaşadıklarımın hatta Safran’ın bile benim vehmim olmasından korkuyordum.” 

Göğsündeki Gökyüzü’ndeki kişiler hem gerçekçi gözlemlere dayalı hem de içsel tecrübelerle ve hissedişlerle desteklenmiş olarak aktarılıyor. Bu betimleme tercihi kişi kadrosunun okur için ete kemiğe bürünmesini mümkün hale getirmekte. Eserde can bulan bütün kahramanlarla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Yazar insan denilen varlığın ruh ve cisim yanlarını aynı oranda ele almıştır. “Nergis… Hep bir parçası kayıp yapboz gibi yaşardı; bir türlü tamamlanamayan bir resim vardı yüzünde. Eğreti duran yüz ifadelerinde iki sızı arasında gidip gelen bir sarkaçtan bakardı size. Onu anlamlandırmak, gün be gün eklemlediği tuhaf bilmeceyi çözmek benim için imkânsızdı. Şaşırtırdı sizi, hüznün soldurduğu bir isimken ansızın sonsuzca şükreden biri oluverirdi sonra, olanca kırılganlığına bir kalkan olurdu yüzünde ve sözlerinde dirilen sükunet. Düz kumral saçları gibi sessiz bir ruhu vardı, bir buhurdanlığın arkasından bakardı her şeye. Kahverengi gözlerine biraz yenik biraz tarafsız bir bakış yerleşmişti.” 

Göğsündeki Gökyüzü baştanbaşa sufizm geleneğine ithaf edilmiş bir roman. Bu sebeple olmalı Leyla Karaca bile isteye okurun gerçeklik algısı ile oynuyor. Uykuda mıyız uyanık mıyız? Maddeler dünyası mı, düşlerimiz mi daha gerçek? Sorularını yineleyerek faniliğinden haberdar olunan bir bahçenin gerçekliğinden emin olunamayacağını hatırlatıyor. “Ben de şu dünyaya geldim geleli / Emanetten bir don giymişe döndüm/ 
Sahibi çıktı da elimden aldı / Koru yerde koyun yaymışa döndüm.” diyen Pir Sultan da bu anlamda ne kadar haklı. 

Pervanedir sufiler, bülbül değil. Lal oluşları, şer söylemektense kavruluşu tercih edişleri, onların arif olabilmelerini de sağlamıştır. Telaşlı, ürkek ve yalımdırlar yegâne dost bildikleri ışığın karşısında. Onları ışığın harıyla yanmak değil, karanlık yani kesret yorar. Yoruldukları an dinlendikleri, derde derman buldukları yegâne makam yakıcı ve öldürücü de olsa yine Yar’in kucağıdır. Ölüm ve vuslat onlar için aynı yolun at başı giden yolcularıdır. Leyla Karaca Göğündeki Gökyüzü’nde bakınız iki sufi genç kızı ne de hoş tanıtmış okura: “Tanrı erleri bu iki genç kız bana göre bizden fersah fersah uzaktaydılar. Toprak kadar cömert, gök kadar sakin, akan sular gibi yakın, ateş gibi ışıklıydılar; sakil bir dünyada iki aydınlıktı onlar. Bakışlarında kutlu bir destanın canlanıp yürüdüğü bir diriliktiler. Bir kalbin tümüyle, eksiksizce aşka yönelmesinin ne demek olduğunu gösteren birer resimdiler. Bulutların ötesinden bir el uzanmış da onların bedenlerinden benliklerini çekmiş gibi hırstan ve dünya sevgisinden azadeydiler. Bakışları halktan uzaklaşmış, bütünüyle kendi içlerinde o tek bir noktaya odaklanmıştı; kendi gönüllerinin bekçisiydiler, başkaca uğraşları yoktu. Gönül gölünün kenarında bir ayrık otu belirmesin diye gözleri dört dönerdi kendi içinde. Belki bunun için başkalarıyla uğraşmaya ne mecalleri vardı ne de istekleri. Ancak hayırda yarışırlardı, kimin derdi varsa derde keserdi yürekleri. Onlar bu devirde bir lokma bir hırka yaşayan nadir insanlardandı… Nergis gök mavisiyse, Hüma su yeşili” 

“Derviş Yunus gel imdi ummanlara dal imdi / Ummana dalmayınca sen derviş olamazsın.” diyor Yunus Emre dervişlik hakkında. Derviş Yunus diye anılsa da, sıfat olarak isminin önüne derviş sözcüğünü getirse de içerisinde bir yerde bu makama layık olamama, hatta bu makama ulaşamama endişesi taşımaktadır. Aynı endişeye Dilruba’da da rastlıyoruz. Çevresindeki sufilerin tertemiz hallerini gören genç kız kendisine eleştirel bir gözle bakma eğiliminden ötürü onlar gibi olamayacağını düşünmektedir. “Sufilerin arasında, onlara bu kadar yakınlaştığım için mutluyum. Ama bir şey var, çok sancılı bir şey. Bir kemikten etin sıyrılması gibi beni onlardan ayıran, faklı bir yere koyan bir şey; en az düşmek üzere olan o et parçası kadar bıçağın keskin ucundan bakıyorum her şeye. Ne kadar çabalasam da onlar gibi olamayacağımı bilmekten doğan bir huzursuzluk bu. Benim yolum bir yerden sonra onların yolundan kopuyor, onlardaki arınmışlığa ve sadeliğe, o keskin tatminle bakan gözlere yetişemiyorum. Onları çevreleyen parlak haleler beni içine almıyor. Ruhumdaki huzursuzluk söylüyor bunu, durmaksızın ifadesini değiştiren gel-gitlerim haykırıyor: Sen onlar gibi olamayacaksın.” 

Kırlangıç, Hazel, Zümrüt, Nergis, Hüma, Safran, Müdrik, Keşşaf, Dilruba… Eserdeki isimler birtakım soyut kavramları sembolize eder nitelikte. Soyutu kişi adları aracılığı ile somuta dönüştüren yazar Göğsündeki Gökyüzü’ne alegorik bir sima kazandırmış. Kırlangıç dünya üzerindeki göçebeliğimize, Dilruba gönlümüzü çelen bütün hayalden unsurlara, Keşşaf keşfetmek sorumluluğumuza, Müdrik idrak etmek mecburiyetimize, Safran ölmeden önce ölebilmek marifetine, Hazel arada kalmışlığımıza… işaret etmektedir. Yazar tüm bu çağrışımlarla 21. Yüzyıl edibinin zaman zaman kadim gelenekten beslenmesi gereğini vurgulamaktadır. 

Göğsündeki Gökyüzü’nde Dilruba zayıf ve aciz bir genç kız gibi durmakla birlikte cesur bir cengâver olarak da gözlemleniyor. Alelade genç kızlar gibi günlük kaygılarla, geçici heveslerle hemhal olmayan Dilruba’nın içinde ucu bucağı belirsiz bir devinim sürmekte. İyi ile kötünün, hak olanla batıl olanın, doğru ile yanlışın ezeli ve ebedi mücadelesini anımsatır onun içsel mücadelesi. Leyla Karaca bu mücadelenin saflarını Ruhu Sultan ve Ruhu Derbeder olarak adlandırıyor. Dilruba bütün gücü ile, bütün sağduyusu ile Hak’tan yanadır. Kalp ülkesinin savunmasını önemsemektedir. Karşısına en korkunç halleriyle dikilen hasmını gördüğünde, “Kafam çabuk karışsa da korkak biri değilimdir. Cesaretimi çabuk toplar ve hemen taarruza geçerim. Kalp ülkesinin sahibi ki onun adı Ruhu Sultandır. Ruhu Derbederle savaşmazsa kalp ülkesi hep viran kalacaktır.” diyebilmesi bundandır. 

Romanda bölüm başlıklarından birinin adı ‘Yola revan olmak’. Yolculuk hali, yol fikri sufilik geleneğinde ayan beyan bir hal ile ve ısrarla vurgulanan özelliklerdir. Sufiler çağlar boyunca yola çıkmak, yola revan olmak kavramları üzerinde durmuşlardır. Leyla Karaca Göğsündeki Gökyüzü’nde Dilruba’yı hem maddesel dünyada hem de mana âleminde sık sık yollara vurur. “Gezdim Urum ile Şam’ı yukarı illeri kamu,” diyen dervişlere telmihtir Dilruba’nın seyahatleri. Onun tüm seyahatleri hep aynı menzile doğrudur. Bunlardan birinde Dilruba Hevida adında sufi bir genç kızla tanışır. Hevida’ya söylediklerini aslında ulaşmak istediği dingin ruha ve aynı zamanda kendisine söylemektedir: “Ah Hevida bir bilsen. Geldiğim yer buradan nasıl da farklı. Sen biliyor musun hangisi daha gerçek, tüm bu karmaşa içinde hangisi ölü, ya hangisi hiç ölmeyecek? Senin o utangaç bakışlarında, o, suçluluktan tamamen sıyrılmış yüzünde gizli bunun cevabı. Ama senin dilini anlamıyorum, burada olup biten hiçbirşeyi anlamadığım gibi. Ya sen… senin geldiğin yer nasıl bir dünya Hevida? Biz hasta mıyız Hevida, biz deli miyiz? Zaman nasıl da yavaşladı burada, hissediyor musun sen de bunu? İçin de bakışların kadar saf senin. Yaşamın üzerinden umutla geçen turnalar gibisin. Bir hengâme var aşağıda, usulca bakar geçersin. Kim kimdir burada, gök ne der bu işlere Hevida? Aşağıda olmak zor… Aşağıda olmak can çekişmek Hevida. Yaşamlarımız yalan şu eşiğin dışında… Değil mi, öyle bakma Hevida…” 

Romanda Keşşaf boş yere Dilruba’dan Tuğrul basamağında takılıp kalmamasını rica etmemekte. Dilruba’nın Keşşaf’a “Senin susman ecelimdir benim.”, “Nasıl bir rüyanın içindeysek hepimiz, ancak sen tabir edebilirsin onu!” demesi ise nedensiz değil asla. Keşşaf ona kendisini buldurandır. Dilruba’nın bir avuç kalbinde mecazi aşk ve ilahi aşk mücadele etmektedir. Tuğrul bu mücadelede mecazi aşkın, Keşşaf ise ilahi aşkın cephesinde vuruşmaktadır. Arada kalan Dilruba bütün Araf’ta kalmışların kederiyle yanmaktadır. Mecazi aşk, araz sahibi bir varlığın yine araz sahibi bir başka varlığa meylinin sonucu olduğuna göre kendisinin de sağlam, gerçek ve ölmeyen olması beklenemez. Nitekim Dilruba mecazi aşk ve ilahi aşkı karşılaştırırken yüzlerce Tuğrul bir araya gelse Keşşaf’ın bir sözü etmez, diye düşünmektedir. 

“Bir olan Tanrı’nın kokusu geliyor yanıma. Gözlerimi yumuyorum. Yeşilbaşlıklı süvari, uzakta, kızıl ufukta beyaz atının üzerinde bakıyor bana. Gülümsüyor. O an onun Keşşaf’ın ta kendisi olduğunu biliyorum.” Tasavvufta naz ve niyaz makamı üzerinde önemle durulur. Âşık doğası itibariyle niyazda, maşuk ise nazdadır. Zamanla âşık vefasını, sadakatini ve muhabbetini öyle bir ispat eder ki sevilen onu naz makamına oturtur. Göğsündeki Gökyüzü’nde Dilruba niyaz makamında bir genç ruhtur. Keşşaf ise onu naz makamına ulaştırmaya çabalayan bu çabasında zorlukları bir eğitim aracı olarak kullanan öğretici konumundadır. Romanda Keşşaf; soyut yönüyle, bir görünüp bir kaybolan düş ve gerçek arasındaki gelgitleriyle hem Dilruba’dan ayrı bir varlık hem de onun bir parçası gibi durmakta. “Keşşaf, âşığının yalvarışlarını duymayan bir maşuka dönüşmüştü; onun ağlayışlarını görmezden gelip onu acımasızca oyalıyor, kavuşma anını durmadan geciktiriyordu. Göz kamaştıran bir ışığın arkasında kıpırtısızdı; ben, beklemek ateşten şiddetlidir, diyordum. O, üzerime alevleri salıyordu. ‘Bana, insaf et ne olur’, diyordum, o, ‘Burada, ben demek yoktur,’ diyordu.” Leyla Karaca Keşşaf’ın dilinden Dilruba’ya “Burada ben yoktur.” diyerek birlik ilkesini vurgulamakta. Sevgilinin kapısını çalan âşığın ‘kim o’ nidasına ‘ben’ diye cevap verdiğinde düştüğü yanılgı da böylesi bir yanılgıdır. 

İnsanın varlık nedeni bütün felsefi ve tasavvufi akımlarda önemsenen bir düşünme alanıdır. Sufilere göre insan şahitlik için vardır. Tanınmayı dileyen Tanrı insanı cümle yaratılmışlardan farklı bir hal ile yaratmıştır. Bu anlamda insan kendini tanımaya, kendisini tanıma vesilesiyle Tanrı’yı tanımaya muktedir ve görevlidir. Tasavvufta gaye ma’rifetullahtır. Allah Teala’ya yakın olmak Müslüman’ın miracıdır. Bu anlamda sufiler için en büyük başarı Allah’ı bilmek ve anlamaktır. O’nu bilmenin de iki önemli yöntemi vardır. Bunlardan birincisi her türlü masivayı aradan kaldırarak Allah’a yakın olmak, Ayne’l Yakin mertebesine ulaşmaktır. İkincisi ise kendini bilmektir. Zira kendini lâyıkıyla bilen kişi, Rabb’ini de lâyıkıyla bilecektir. Göğsündeki Gökyüzü’nde Leyla Karaca sufilerin kaygı edindikleri amaçla yola çıkıyor. ‘Göğsündeki gökyüzünün fotoğrafını çekmek’ için. Kendi göğsündeki uçsuz bucaksız ve dikkat kesilmeye değer gökyüzünün özelliklerini keşfedip parçadan bütünü tanıma yetisiyle kâinatı ve varlığın yegâne Yaratıcısı’nı tanımak için. Üstelik yazara göre göğsümüzdeki gökyüzü içimizdeki ayna gibidir, o kirlendiğinde ya da kırıldığında beden ve ruh arasındaki uyum bozulur. Bu nedenle eser bir fotoğraf atölyesinde başlıyor olsa gerek. “Fotoğraf ışığın şiiridir Dilruba. Ve her fotoğraf için uygun olan yalnızca bir ışık vardır. O ışığı beklemelidir insan sabırla, hiç acele etmeden. O ışığın izini sürmelidir yorulmadan. Sen de kendi yüreğinin, göğsündeki o göğün fotoğrafını çekmek için en uygun ışığı beklemelisin. Öyle fotoğraflar vardır ki, şiirin dil içinde yeni ve büyülü patikaları keşfetmesi gibi, anlar içinde yeni anları açığa çıkarır, görünür kılar. ” 

Göğsündeki Gökyüzü’nde dış dünyanın keşmekeşinden, ermiş bir kadının evine sığınan Dilruba’nın kendini arayış, aşkın her halini tanıyış öyküsü anlatılıyor. Safran’ın eşiğinden içeri adımını atar atmaz kendilerini suya kavuşan balıklar gibi hisseden genç kızların bu bilge kadının rehberliğinde hakikati keşfetme çabaları, durulma kaygıları dikkat çekiyor. Yazar, Dilruba’nın gözlerinden dış dünyanın tasvirini şöyle yansıtıyor: “Dışarıda hesaplar vardı, rekabet, hırs, kesinlikle bariz bir yaşama güdüsü. Bu yaşamak, hayatta kalmak isteği insanlara yön veriyordu dışarıda. Okullarda, şehirlerde, kasabalarda, büyük gösterişli alışveriş merkezlerinde, trafiğin sıkışıp durduğu geniş caddelerde, tek bir şey vardı: Ele geçirme, sahip olma duygusu. Ne kadar çok sahip olursanız o kadar mutluydunuz.” 

Tasavvufta mutlak sevgili düşüncesi temel görüşlerden birisidir. Mutasavvıflara göre Yâr-i Mutlak aynı zamanda Vücud-ı Mutlak’tır. Kâinatta var olan her şey O’nun tecellisine ait bir gölgeden ibarettir. Bu anlamda kendilerini de bir gölge olmaktan başka bir mevkiye yerleştirmeyen sufiler nefis terbiyesinin, benlik hissinden geçmenin en yüce mertebelerine ulaşmışlardır. Leyla Karaca Safran’ı şöyle konuşturur: “O’ndan başka vücut, başka mevcut yoktur! Varlık yalnız O’nundur. İnsanoğlu bizatihi var değil, öyleyse varlığını kendinden bilip de gurura kapılma ey insan! Senin, benim, aynaya akseden suretlerin aslı yok, bilesin. Yüce Allah’tan başka var yok.” 

Maddi varlığımızın kanıtıdır duyularımız. Görmek, işitmek, hissetmek, koklamak ve bir şeylerin tadını almak hep bir ağızdan bizlere “varsın, dirisin” diye haykırırlar. Bizler de bu melekelerimizin sona ermesinden endişe ederiz ki bir anlamda haklıyız. Fakat acaba insan yanımız sadece duyularımızla mı sınırlı? Duyularımız dış âlemlerin ve iç âlemlerimizin keşfinde ne kadar yeterli? Ayrıca onlar aracılığı ile algıladığımız şeylerin gerçeklikleri ne derece sağlam? Göğsündeki Gökyüzü’nde Dilruba görmek, işitmek ve koku âlemi gibi duyusal diyarlara seyahat ederek gerçekliğin sınırlarını kolaçan eder. Bu yetilerin her biri başlı başına mucizedir. Bununla birlikte onlara gereksiz sadakat göstermemiz suret, asıl, gölge, gerçek kavramlarını metafizik anlamda sorgulamamızı, varlığımızın sınırlarını doğru olarak algılamamızı geciktirebilir. Zira surete takılan aslı, gölgeye sığınan hakikati keşifte zorlanabilir. Leyla Karaca ilk romanında var-yok arasında dolaşarak okurlarını zorlu fakat elzem bir yolculuğa davet ediyor. İyi seyirler… 

Hatice Eğilmez Kaya 
Temrin-64
www.kafiye.net