KELAM

Onur BİLGE

Biz hiç konuşmadık. Sadece hissettik birbirimizi. Gün boyu ara ara ve geceler boyu, saatlerce… Ne bir harf ne bir hece… Sadece hissettik ve sevdik, öylece…

Yüzüne baksam, yok oluyordu tüm âlem… Parlıyor ve görünmezleşiyordu çevrem. Yalnızca o kalıyordu… Onun gün misali cemali… Gözlerimi ondan alamıyordum. Afsunlanmış gibi… Cin çarpmış gibi… Bir mecnun, bir meczup nasılsa öyle… Anlatılır gibi değil! Yaşanası… Tuhaf mı tuhaf… Anlatılsa da akıl almaz!

Hep görmek istiyordum. Her an seyretmek… Gözlerimi ayırmadan, saatlerce, günlerce, gecelerce… Sanki boşa yaratılmış kâinat! Sanki boşuna tezyin edilmiş, yerler gökler, denizler karalar… Bulutlar boşuna şekilden şekle, renkten renge girmekte, denizler beyhude dalgalanmakta, ışımakta yalbır yalbır, bembeyaz köpüklenmekte… Ağaçlar beyhude giyinip kuşanmakta, çiçekler beyhude süslenip püslenmekte…

Ona baktığımda, silinmekte evren… Evrende ne varsa… Güneş bile… Aklım nerdeyse kalbim orda… Kalbim nerdeyse ruhum, ruhum nerdeyse tüm benliğim orda… Fikrisabit çakılımıyla çakılmışım. Mıhlanmış kalmışım! Ne bir milim sağa ne bir milim sola…

Arayıp bulduğunda, delip geçmekte bakışlarım o gözleri. Derinler derinine dalmakta, ta kalbe saplanmakta… Biliyorum. Çünkü o da felç olmuş gibi öylece kalmakta… Mermer bir heykel gibi… İkon gibi… Çepeçevre ışık içinde… Olduğundan çok farklı bir biçimde…

Zaman zaman kutsallığına inandığım, melek falan sandığım… Yemeyen içmeyen, konuşmayan… Her ihtiyaç duyduğumda yanımda olan… Ruhumun desteği, kalbimin devası, aklımın jetonu… Bunaldığımda düşündüğüm, düşündüğümde ferahladığım, yalnızlığımda çağırdığım ruh… İçimi dolduran, gönlümü doyuran, hep beni kayıran… Yoldaşım, sırdaşım, en değerli en sevgili arkadaşım!

Sırdaşım… Tek kelime etmeden ettirmeden içimi dışımı bilen… Anlatmadan anlayan, dile dökmeden kavrayan… Öyle ki imimi cimimi… Bildiğimi bilmediğimi… Hem de benden çok… Gizlediklerimi de… İlahi bir ilimle… Perdesiz, teklifsiz…

Sadece sesle mi konuşur insanlar? Yalnızca harflerle, hecelerle, sözcüklerle mi? Ruhun ruhla söyleşmesi için ağız dil gerekli mi! Ya nasıl konuşuyoruz rüyalarımızda? Hem de neler neler söylüyoruz! Bazen fısıldıyor bazen bağırıyoruz hattâ… Bazen de bağırmak istiyoruz, sesimiz çıkmıyor, kahroluyoruz!..

İşte öyle oluyorum zaman zaman ben de… Anlatmak istediklerimi anlatamadığımı sandığımda… Sanki son derece müşkül bir duruma düşmüşüm de yardım talep edeceğim… Birisi kovalıyormuş da kaçmam gerekiyormuş… Koşmak istiyormuşum da ayaklarım emre itaat etmiyormuş, yerimde sayıyormuşum. Avazım çıktığı kadar bağırıyormuşum da sesim sonuna kadar kısılmış. Dilim boğazıma tıkılmış, boğazım sıkılmış… İşte böyle bir kâbus oluveriyor bazen. İşte ben o zamanlarda çıldırıyorum!..

Ya nasıl konuştu Rabbim, Musa’ya… Zâti ve Kutsi kelamıyla… Bizim konuştuğumuz gibi değil herhalde… Çünkü O’nun ne dile ihtiyacı var ne dişe… Ne damağa, ne gırtlağa… Akciğerler, ses telleri, dudaklar… Bunlar hep bizim ihtiyaç duyduğumuz araçlar… O, İhtiyaçtan münezzeh… Ne organa gereksinimi var ne de ortama… Ne titreşime ne dalgalanmaya…

Kelam sıfatı… Söyleme, konuşma… Ezeli ve ebedi bir sıfat… Allah Mütekellim’dir. Kur’an, Kelâmullah’tır. Vahiyler, ilhamlar, sayfalar, kitaplar hep bu sıfatının tecellilerindendir.

Bir vakitler Musa Aleyhisselam, yerine kardeşini bırakarak, belirtilen zamanda, kararlaştırılan yere gitti ve Allah onunla meleklerle konuştuğu gibi perde arkasından konuştu. Onu kelamıyla sevindirip kelîm kıldı. Bu konuşma mecvâ idi. İlahi kelam her yönden birden geliyordu. O kadar mutlu oldu ki dünyada olduğunu unutmuş gibi O’nu görmek arzusuyla yanmaya başladı. Dayanamayarak dileğini iletti:

“Rabbim! Bana kendini göster. Seni göreyim.”

“Sen beni göremezsin! Şu dağa bak! O dağ yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin!”

O mazhariyet, ondan sonra gelecek olan yetime aitti. Zatına has sevgili kıldığı, müşahede makamlarının en yükseğini tahsis ettiği Hazreti Muhammed Mustafa Sallahi Aleyhi ve Selem gelecekti. Arzu ettiği şey için haddi aştığını fark ederek af diledi. Rabbini tesbih ve tenzih etti. Son Peygamber ile Miraç’ta, Sidretül Münteha’nın ötesinde mesafelerin yok edildiği yerde, birleştirilmiş iki yay arası kadar, hatta daha da yakın olacaklardı. Efendimiz, müşahede ve mükâleme nimetine erecekti. O, bizler gibi değildi. Rabbinin yanında gecelerdi. Onu Allah yedirir içirirdi. O’nunla öyle anları olurdu ki onlara ne bir mukarreb melek vâkıf olabilirdi ne de bir Peygamber…

Ben de hep O’nunla olmak istiyordum. Her an O’nu düşünmek, bir an bile gaflette olmamak… Fakat başaramıyordum. Aklıma başkaları ve başka şeyler geliyordu. Dünyevi düşünceler… Malayani… Oysa hep O’nunla olsaydım, olabilseydim, her köşe başında meleklerin beni selamladığını görebilirdim. Ne değerli bir kul olurdum!

Dünya ve içindekiler o kadar güzel ki! Hele ay yüzlü müminler! Onlar, Allah’ın tecelli ettiği dağa bakmışlar sanki! Sanki o tecellinin nurundan nurlanmışlar! Göz alıcı bir güzellik yansımakta yüzlerinden, bakmalara doyamadığım! Onlarla kalben konuşmak mümkün… Beyinden beyne mesaj göndermek… Mesafelere rağmen seri bir iletişim…

İyi ki Allah, her şeyi işiten, duaları duyandır. Aksi halde dara düştüğüm zamanlarda kâbuslar yaşayacaktım. Hani nadiren de olsa gördüğüm korkunç rüyalarda olduğu gibi olanca gücümle bağırdığım halde, havasız ortamdaymışçasına sesimin yok olduğunu fark etmenin çaresizliği içinde çırpınıp duracaktım. Ne kadar ve ne şekilde dua edersem edeyim, sesimi duyuramayacak, meramımı anlatamayacaktım. Yakarışlarımdan habersiz olacaktı. Oysa Semi’ydi, fısıltıları, aklımdan geçenleri bile duyuyordu. Habir’di, her şeyden, tüm ihtiyaçlarımdan haberdardı. Kelam’dı, konuşuyordu. Sadece meleklere ve peygamberlere değil, bizlere de hitap ediyordu.

“Ey insan ve cin toplulukları!” diyordu. “Ey kitap ehli!”

Sadece insanlara değil, cinlere de sesleniyordu. Bizim Kitabımızdan yalnız bize değil, tüm Kitap ehline emrediyordu. Kur’an okuduğum zaman O konuşuyordu, ben dinliyordum. Ben… Saygıyla ve dikkatle… Edep, huşu ve haşyet içinde… Sonra dua ediyordum. Yani ben konuşuyordum, O dinliyordu. Asla hak etmediğim halde bana ne kadar değer veriyordu! Dilediğimi verse de olurdu, vermese de… İşitmesi yetiyordu.

O, yakaran herkese değer veriyordu.

Ben de İlhan’a değer veriyordum. Hem de nasıl! Ne kadar çok!.. Oysa o hiç konuşmuyordu benimle. Böyle başlamıştı böyle gidiyordu. Değişeceğine dair en küçük bir ümidim yoktu.

Biz, görmeden seviyorduk birbirimizi… Mesafeler ötesinden… Tesadüfen karşılaşsak, fark ettiğimiz anda kaçacak delik arayarak… Uzaklaştıkça donarak, yakınlaştıkça yanarak… Bir araya gelip konuşmayı deliler gibi arzularken, tek kelam etmeden ayları, yılları devirerek…

Sanki sihirli bir âlemdeyiz. Yaklaşırsak, büyü bozulacak. Sıradan iki insandan farkımız kalmayacak. Konuşursak aşkımız yok olacak. Dokunursak yanacağız!

Gözler gözleri yakarak bakarmış, yaşartırmış. Karanlıklarda bile varlıklar kuvvetle hissedilirmiş. Beden dili diye bir şey varmış. Üstelik bir ruh bir ruhu bağrına basar, bulutların arasında kaybolurmuş. Dokunmak, sadece tenin tene değmesiyle sınırlı değilmiş. Bir insan diğerinin saçlarını, dağların ardından da okşayabilirmiş. İşte sevgi böyle bir şeymiş.

Sevgili hep Kaf Dağının ardındaymış masallarda. Sevgili Tur Dağında… Hıra Dağında… Himalayalar’da… Sevgili yerlere konmazmış asla! Dağların doruklarındaymış. Vadilerde aranırmış, mağaralarda…

“Ya Musa! Mukaddes vadi Tuva’dasın!.. Nalınlarını çıkar da gel!..”

Tur Dağı, dağlık bir bölgedeki dağlardan bir dağ… Arada vadi… Bizi bekleyen yer… Dünya ile ukba arasındaki Berzah… “Nalınlarını çıkar!..” Dünyanın tozuna toprağına bulaşan nalınlarını… Benliğinden sıyrıl! Öyle bir arın ki o İlahi Kelamı bütün ruhunda duyabil!

Hazreti Musa ve On Emir… Demiri kesen on emir! Yahudiler Tevrat’ı çok beğendiler. Başlarına taç yaptılar. Fakat onunla amel etmediler. Kitaplarının ahlakıyla ahlaklanmadılar. Halleri, kitap yüklü eşeğin halinden farksızdı. Oysa Tevrat da Allah Kelamıydı. Onda da Allah konuşuyordu. Dinlemediler!

Şeytan da dinlemedi. Emre itaat etmedi. Onun için lanetlendi. Sonra emirleri dinlettirmemekle görevlendirildi. Yok gibi durmakta ama her yerde anında hazır oluvermekte… İlgisiz zannedilse de her şeye müdahale etmekte… Çıkmayan sesiyle ciyak ciyak haykırmakta! Hak sesi işittirmemek için nasıl da parazit yapmakta! Gerçekleri yalanlamakta, baştan çıkarmakta… Genellikle sol taraftan fısıldayıp durmakta… Sesi tek cihetten gelmekte… Cehennem cihetinden… Esfelüs Safilin’ne davet etmekte…

Allah, dağlar aşırarak, vadilerden geçirerek aşama aşama yükseltmekte, zirvelere çekmekte… Yol arayanlara yol göstermekte çoban ateşiyle… Yolunu kaybedenlere yol göstermekte… Yardımcı vermekte, Hızır göndermekte…

Berzah bir vadi… Tuva Vadisi… Oraya, dünya tozunun toprağının bulaştığı bedenle gidilmez. Bedenler, dünyada kullanır ve dünyada bırakılır. Nalın gibi giyilır, çıkarılır. Berzah’ta nalınsız kalınır.

Gecelerin gecelerinde kaldığım zamanlarda, karanlıkların karanlığında, üç karanlık içinden çıkarcasına zorlanmaktayım. Art arda üç karanlığı aşmaya çalışmaktayım, güneşi bulmak için. Aydınlığa kavuşmak için üç yüce dağ yarmalıyım. Üç tünel açmalıyım, üç tünelden geçerek Gerçeğe ulaşmak için.

İlk dağ, kolayca aşılacak bir dağ değilken diğerleri: “Gelsene! Haydi gel! Gel..” diye seslenmekte… İlk dağın eteği çok kalabalık ve kasvetli… Zirvesi, esintili ve ferah…

“Kelime-i Şehadet!” diyor, İslam. “Namaz, Oruç, Zekât, Hac!” diye sesleniyor, ilk dağın doruğundan.

“İkra!..” diyor, melek.

“La Edri!” diyor, içimizden Seçilmiş insan.

Bilen bilmeyene, Her Şeyi Hakkıyla Bilen’in bildirdiğini bildiriyor. O da işitip öğrendiklerini tüm bilmeyenlere…

Konuşmak ve işitmek… İlahi vasıflar… Ne kadar önemli! Malikken mahrum kaldığımız… Sonra aşk… Nalınlarımızla yol alamadığımız vadi…

Geceler… Karşılıklı pencereler… Cam cama iki ev… Arasında yol… Karanlık Bursa Ovasında yolumu kaybetmişim. O, Uludağ’ın zirvesinde yanan çoban ateşi. Karanlıklar ardından ona bakıyorum. Ona doğru yönelmişim. Belki bana bir yol gösterir. Yolumu bulmama yardımcı olur. Sonra Harun… Meramımı açık açık ifade edebilmem için… Sonra Hızır… Olur mu olur! Neden olmasın!

Annesi derin bir sükut içindeyken bebeği beşikte konuşarak onu aklamadı mı! Hangimiz kendiliğimizden konuşuyoruz? Yaratılanları konuşturan kim? Hattâ dağları taşları… Henüz Peygamber olmadığı halde önünden her geçişinde Muhammed Emîn’i:

“Esselamu Aleyke, Ya Rasulallah!..” diyerek selamlayan bir kaya değil miydi!

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 384
www.kafiye.net