Su Rengi Bir Şapka
(Hatice Eğilmez Kaya)

Bir şapkam var benim su rengi…

Nereden aldım ben bu şapkayı? Bilemem. Belki en yakın semt pazarından, belki Kapalı Çarşı’dan, belki Kemeraltı’ndan, belki Halep’ten, belki Şam’dan, belki Kaf Dağı’nın ardındaki Olmayan Ülke’nin hiç kurulmamış pazarından, belki de Yunus’un da vaktiyle dolandığı, ona “Aşk pazarıdır bu canlar satılır/ Satarım canımı kimseler almaz” dedirten bir mübarek pazardan. O pazar ki dünya malı satılmaz orada. Can verilip aşk alınır tezgâhlarında.

Ne zaman aldım peki ya ben bu güzeller güzeli fakat bir o kadar da çileli şapkayı? Onu da bilemem. Belki dün, belki bugün, belki yarın, belki küçük bir çocukken, belki aklım hakikate erdiğinde, belki gönül gözüm batın olanı gördüğünde, belki de Kalu Bela’da…

Kim sattı bana bu şapkayı? Ne gariptir ki kimden aldığımı da hatırlamıyorum ne kadar çok sevmiş ve benimsemiş olsam da onu… Belki herkesten, belki hiç kimseden, belki Dost’tan, belki düşmandan, belki tanımadığım bir tüccardan, belki kapımın önüne kadar gelen bir pazarlamacıdan, belki de kendimden…

Tarafımdan nasıl, ne kadara alındı bu şapka? Ucuz mu yoksa pahalı mı dersiniz. Ne verildi onun karşılığında? Nelerden vazgeçilip nelere müptela olundu uğruna? Bedava olmadığı kesin bu yükte hafif pahada ağır şapkanın.

Bedava deyince aklıma geldi. Söylemek lazım… Kır çiçekleri bedavadır mesela. Onlara sahip olmak için para pul vermezsiniz hiç kimseye. Kokuları ve renkleri eşsizdir onların yine de. Nevi şahsına münhasır yaratıklardır kendileri. Kolayca ulaşamazsınız onlara üstelik. Mutlaka yurtlarını bulmanız, ayaklarına kadar gitmeniz gerekir “Mısır’a sultan” bile olsanız. Beni en çok hüzünlendirenleri taş blokların arasında, cümle yapaylığın rağmına bitiverenleridir. Hem talihsizdir onlar teknolojinin ve sanayinin ortasında yapayalnız, boynu bükük kaldıkları için… Hem de onurludur atalarını bütün asaletleriyle eski yurtlarında temsil ettikleri için… Bu diyardan o diyara gezinen aklım kır çiçeklerine kondu nedense… Ah nedense…

Sözün demini kaçırmadan özüne dönmek gerek. Neye veya nelere mal olmuştu benim saydam şapkam? Tabii ki tamamen kişisel –belki de hakikatte evrensel- bir cevabı var bu sorunun. Toz pembe, uçuk ve de ütopik hayaller kurma yeteneğime, vara yoğa gülebilme melekeme, kırıldığımda sulu sepken ağlama hâlime, gevezeliklerime, söylenen her söze kanabilmeme, unutuşlarıma, hatırlamalarıma, boş vermelerime, önemsemelerime, alınganlıklarıma, surat asmalarıma, bayram sevinçlerime, yeni bir pabuç alındığındaki neşeme, oyuncak bebeğimi kaybettiğimdeki hüznüme, sokağa “yıltıklı pıtlıklı” kıyafetlerle çıkmamak taleplerime, okuldaki olup biteni anlatma gayretime… ve nicelerine mal olduğu kesin. İşte bu yüzden çok kıymetli…

En yakın arkadaşlarımdan birisi, bir kişisel gelişim seminerine katılmış. Orada altı renk şapkadan söz edilmiş. Pek hoşuna gitmiş arkadaşımın, duygularını renkli şapkalar aracılığıyla anlatabilme kolaylığına sahip olmak. Bu soyut şapkaların her birinden birer tane satın almış kendisine. O günkü ruh hâline hangisi uyarsa onu takıyormuş artık. Siyah şapkayı mutsuz ve umutsuz günlerinde, beyaz şapkayı mutluyken, mavi şapkayı serinkanlı davranması gereken zamanlarda, yeşil şapkayı yeni ve yaratıcı fikirlere açık olduğunda, sarı şapkayı iyimser ve umutluyken, kırmızı şapkayı da herhangi birine öfkelendiğinde –ki aslında en çok kendimize öfkelenmeliyiz- takıyormuş.

Arkadaşım birbirinden renkli şapkalarını anlatırken bir de baktım benim de başımda bir şapka var. Fakat o; her renkten azade, yani su rengi. Arkadaşıma dönüp “Benim tek şapkam var. Bilirsin her şeyde olduğu gibi eşyada da çokluğu sevmem. Tek şapka yetiyor bana” dedim. Arkadaşım şapkamın rengini merak etti, söyledim: “Benim şapkam ne şarap, ne deniz, ne güneş, ne toprak, ne yaprak, ne de ateş rengi. Düpedüz su rengi…” dedim. Bu sefer de anlamını sordu su renkli; daha doğrusu rengi olmayan, saydam şapkamın. Uzun bir serencamı vardı onun. Tek bir cümlede özetledim. “Bu da geçer ya Hu!” deyiverdim. Arkadaşım her zaman muzip bulduğu dostuna güldü. Ben de güldüm kendi halime.

Su renksizdir, kokusuzdur, anlamına vakıf olanlar için pek kıymetlidir. Temizliğin simgesidir. Hem içte hem de dışta… İman suya benzetilir, hayâ yani utanma hissi de. Bilirsiniz ki: “Hayâ imandan gelir.” Atalarımız en çok imanı ve utanma hissi olmayanlardan korkarlardı, tabii ki biz de… Sevgili Peygamberimiz gerçek mümini tanımlarken “Mümin insanların canları ve malları konusunda kendisinden emin olduğu kimsedir” der. O’na uyup yaşayanlardan korkmamayı da öğretir bizlere suya olan güvenimiz. Benim şapkam da tıpkı su gibi renksiz, kokusuz ve dahi kıymetli… Fakat ille de sahibi zararsız olmalı. Dövene elsiz, sövene dilsiz kalabilmeli. Kırılacak bir gönle “Benim değilsin” diyebilmeli. Kısacası ‘çıt kırılamamalı.’

Şapkam su renginde… Fakat aslı sudan değil, olamaz zaten. Meyli toprağa, bu yüzden sudan olsaydı dökülüverirdi yere, ne kadar yerini beğense de duramazdı baş üstünde. Aynı saydamlıkta başka ne var? Cam, camın asil hâli kristal, bir de evlere ziyan plastik… Cam değil, lükse olan karşı durmaklığımdan kristal hiç değil. Plastikle, başka bir deyişle naylonla işim olmaz. Gerçi naylon bebekle az oynamadık, melamin tabakta az yemek yemedik zamanında. Soyut demiştik ya biz bu şapkaya. Aslının bilindik bir madenden olmadığı kesin. Nesline gelince araştırmak gerek.

Her gün aynı şapkayı takmak sıkıcı gelebilir bazılarına. Bana hiç öyle gelmedi. Hem canım insanın gönlü, başındaki şapkayla eylenmez ki… İç dünyası siyah beyaz olan bir kişi, rengârenk şapkalar taksa, çeşit çeşit giysiler giyse ne yazar! Gözünde ‘at gözlüğü’, kalbinde onlarca vesvese, kafanda sayısız hainlikle dolaşmaktansa; kimsenin görmediği, manevî hatta bir yönüyle uhrevî bir şapka takmak daha yeğdir bana kalırsa.

Saydam bir şapka sahibi olmak hafif çakır keyif kılıyor insanı. Ayakların dolanacak kadar sarhoş değil, hafif çakırkeyif… Gülüp geçiyorsun mesela, başkaları tarafından önemsenen mevzulara. Bununla birlikte tatlı tatlı sevinmek de gelmiyor içinden öyle her şeye. Kalabalık sıkıyor, yalnızlık fazlaca rahatsız etmiyor seni. Çarşıda pazarda salına salına gezmek, “Onu da alayım, bunu da alayım” demek hak getire… Herkesin sohbetini “başın götürmüyor” üstelik. Kendine şöyle “Ben söylesem o dinlese, o söylese ben dinlesem” nevinden bir yaren arıyorsun. Karşılıklı birer kahve içip, başkalarının değil kendi hâllerinizin merakına düşüp; sadece kendinizi terennüm etmek, etliden sütlüden ferah olmak ne güzel! Belki de asıl salâh bunda gizli… Elbette yapabilirsek.

Renkten ve her türlü sınıflandırmadan kurtulmuş bir şapka takmak yaşımızla veya edindiğimiz tecrübelerle ilgili olabileceği gibi, tamamen yaratılıştan getirilen birtakım özelliklere de bağlı olabilir. Bu tercihin büyümek, olgunlaşmak, pişmek hatta yanmaktan kaynaklandığı tezi şiddetle iddia da edilebilir. Bana gelince benim su rengi bir şapka edinmemin nedeni heybemdeki yıllar olsa gerek, diyeceğim. Diyemiyorum. Aklıma Nasreddin Hoca’nın çok sevdiğim bir fıkrası geliyor zira. Nasreddin Hoca eşeğe binmeye çalışıyor, bir iki başarısız denemenin ardından yüksek sesle: “Ah Nasreddin ah” diyor. “Sen gençken böyle miydin?” Sonra mahcup bir edayla etrafına bakıp alçak bir sesle, kendisine hitaben şöyle diyor: “Sus Nasreddin sus. Ben senin gençliğini de bilirim.”

Dünyaya gül gelen solmada çareyi buluyor, sağ gelen ölmede. Ben de hem kendimle hem de âlemle uğraşmaktansa su rengi bir şapka icat etmede buldum çareyi. Öyleyse yaşasın şu benim adını anmasaydım hiç kimsenin asla fark edemeyeceği, şimdi bir parça meşhur olan şapkam! Ona sesleniyorum sadece, başkası sakın ha duymasın: “İyi ki varsın!”

Hatice Eğilmez KAYA
www.kafiye.net