şiir. öykü, makale, deneme, tiyatro, masal, fıkra, anı, sohbet, röportaj yazılarının yayınlandığı uluslara arası yazar ve şairlerin katılım gösterdiği edebiyat sayfasıdır. Uyum platformudur.
-Böyle devam edersen, senin yüzünden onlarla görüşmeyeceğim Tarık…
-Ne oldu yine hayatım? Ne bahaneler üreteceksin bakalım gecenin bu saatinde?
-Ne olacak sence? Hadi kadını övmelerini anladık; ya o bakışların neyin nesiydi?
Bastığı yerlerin, şehit kanı içtiğini düşünerek atıyordu adımlarını Murat. Bebeklerin, masum anaların çığlıklarını duyuyordu kulaklarında. Aslında orada askerlik yapan herkesin kulağında çınlamıştı ve çınlamaya da devam edecekti bu ağlama sesleri.
El feneri yanık halde oturdu ağaca tutunarak. Acı azdı; ama kendini bir boşlukta hissediyordu. Çomar ise hala havlıyordu. Selçuk’un beyninden neler geçmiyordu ki? “İşte oğlum, şimdi cezanı çekiyorsun” diyordu içinden. Bunca zaman bu kasabada, bu derenin yanında oturmuştu; ama hiç başına böyle bir iş gelmemişti. Hatta yılan bile görmemişti hiç. Bu yılan kendisini cezalandırıp öldürmesi için yollanmıştı adeta.
Genç adam gözlerini açtığında yine kâbus gördüğünü anladı. Odada kadın falan yoktu. Anne karnındaki masum bir bebek gibi, dizlerini çenesine doğru bükerek iki büklüm oldu. Arınıp temizlenmeliydi artık kendini yiyip bitiren yaşadıklarından.
Uzun zaman olmuştu bu verandada oturmayalı genç adam. Bomboş bakışlarla izliyordu etrafı. Evin yanı başında, boydan boya uzanan asma üzümler yeni yeşillenmeye başlamıştı ve baharın ilk toprağı ısıtması gibiydi güneş.
İlk akşamımızdı Sarımsaklı’da. Oğlumla sahile indik yürüyüşe. Mustafa’m gibiydi Murat’ımın da boyu posu, yakışıklılığı. “Oturalım” dedim, kumlara oturduk. Ses yoktu, çıt yok. Yüreğim geçti atağa, duyan var mıydı bilmiyorum; ama ben konuşuyordum dudaklarım kapalıyken.
Bu gün erken çıktığım için yol üzerinde kuaföre gidip bakım yaptırmak istedim. Bu rüzgâra ne kadar dayanacaktım bilmem. Kuaförden çıktığımda hafiflemişti rüzgâr. “Şanslıyım.” diyerek hızla evime gittim.
Bu gece özeldi. Her şey muhteşem olmalıydı. Evliliğimizin on beşinci yılını kutlayacaktık. Evde Mustafa’mla baş başa kalmak, yıllar yılı beni o kadar mutlu etmişti ki; ayda yılda bir özel davetler haricinde ya da pikniklerimizin haricinde dışarıda yemek yemeyi çok fazla tercih etmiyordum. Dışarıda hareketlerimiz kısıtlanıyordu; bu da beni mutlu etmiyordu.
Başımı çevirdiğimde denizin mavi ışıltısı beni büyülemişti yine. Su buhar olur,bulut olur, yağmur olur, kar olur, buz olur. Değişmeyi, bir halden bir başka hale geçmeyi, sudan iyi kim bilebilir? Ben de değişebilir miydim, eskisi gibi olabilir miydim? Ben su isem Mustafa’m okyanustu; dönüp dolaşıp yine ona dökülecektim.
-Gerek yok daha iyiyim!
Güçlükle konuşurken; yüzüne bakmaktan kaçındığımı, hatta elimi elinden bir sebeple yavaş yavaş çektiğimi fark ettim. Dokunmak istememiştim sanırım. Kıskançlık içime çökmüş, kuşkulu günleri başlatıyordu. Zor bir dönem beni bekliyordu velhasıl.