BİR SANDIK ANI

Akşam süpürmek üzereydi gündüzü ufkun keskin tarafına. Ve bir kadın yaşlı kayınvalidesinin anılarını süpürmüştü kapı önüne, doldurup ceviz sandığına. Yaşlı kadın bulutları bağlamıştı göz kapaklarına, süzülüyordu tuzlu damlalar. Ne dili dönüyordu ağzının içinde “Dur, yapma!” demeye, ne gücü yetiyordu alıp geri getirmeye. Çok yaşlıydı, defalarca geçirdiği felçten yürüyemiyordu artık. Sürünerek gitmek istediği yere gidebiliyordu. Gelininin sürüyerek götürdüğü sandığın peşinden süründü o da, kapının eşiğinden geçerken zorlansa da başarmıştı işte.

Buruş buruş elleri titriyordu, bir süre okşadı sandığını. Varsın dili olmasın gönül diliyle söylüyordu diyeceklerini. “Açıl susam” dese açılır mıydı acaba, açılmayacağının farkındaydı, yine çaba sarf etmesi gerekiyordu. Kapağının kilitli olmadığını umuyordu, derin derin nefes alarak uzattı ellerini sandığa doğru. Zor da olsa açılmıştı sandık. Kırk yama dedikleri bohçalar gözüne görünmüştü, üstünde kırk anı taşıyordu her bir parça.

Mavi üstünde beyaz çiçekleri olan krep parça dikkatini çekmişti önce. Bu bohçanın çoğunluğunu maviler oluşturuyordu zaten. Mavinin her tonu vardı sanki. Ege’nin, Akdeniz’in, Karadeniz’in ve Marmara’nın mavisi vardı. Yağmurlu havaların, güneşli zamanların gökyüzü mavisi vardı. Bursa’daki çinili türbenin, İzmir’deki papağanların, dolaştığı kırlardaki mine çiçeklerinin mavisiydi. Umutlarının rengiydi, belki de en çok ondan kullanmıştı mavileri.

Babası üst düzey bir devlet memuruydu, annesi bir paşanın kızıydı, saray terbiyesiyle büyütmüştü çocuklarını. Ama o Cumhuriyet kızıydı. Onun için kırmızı ve beyazın da rengi değerliydi ve diğer bohçalarında da ağırlıklı olarak kullanmıştı. Menekşelerin moru, ormanların yeşili o kadar uyumlu birleştirilmişti ki parça parça, görenler mest oluyordu. Neler yoktu ki içinde ilk doldurduğu zamanlar, şimdi bir şey kalmasa da. Talan edilmişti yıllar önce. Emekleri, umutları, hayalleri ekmek parası için satılmıştı kocası tarafından.

Gönüldü işte, laf anlatamazdı ki, bir çift yeşil göze kaptırmıştı kendisini, akıp gitmişti yüreği şelaleden akan su gibi. Şalvar ve yelekten başka bir şey giymeyen kadınların yaşadığı köye beyaz gelinliğiyle, ipek duvağıyla gelin gitmişti, anne ve babasının bütün itirazlarına, küskünlüklerine rağmen. Çeşit çeşit topuklu ayakkabılarla köyün çamurlu yollarında yürüyemiyordu, küçük narin ayakları kara lastikle tanışmıştı. Dalga dalga rüzgârda uçuşan saçları bir yazmanın altında toplanmıştı. Rengârenk ipek tuvaletleri köydeki kızlara gelinlik olmuştu, makyaj malzemeleri bir teneke sobada kömür. Sap yığdı, saman savurdu, yığın yaptı, döven sürdü becerebildiğince. Cilalı temiz tırnakları tezekle tanıştı, parfüm kokan bedeni ahır gibi koktu. Pişmanlık duymuş muydu, kendisi de karar veremiyordu buna. Geri dönemeyeceğini, katlanması gerektiğini biliyordu sadece.

Bursa’da Necati Bey Kız Enstitüsünü bitirmişti, becerikliydi, bildiklerini öğretti köy kadınlarına, okuma yazmayı, dikiş dikmeyi, kızlara nakış yapmasını. Köy ilerledikçe kendisi geride kalıyordu artık. Efsunlanmış sitemleri sakladı bir defterin arasında dize dize. Şimdi sandığında onlar vardı, ailesinden gelen kırgın mektuplar ve yamalı diye kimsenin beğenmediği boş bohçalar.

Atılmamalıydı, en azından kendisi görmemeliydi atıldığını. Kalbinde kıyamet vakti başlamıştı bu akşam. Anıların süngüsü saplanmıştı göğsüne.
”Neler gördüm, neler yaşadım, ne oldum” dedi sessizce sandığın başında. Soluk mavi bakışları buğulandı biraz daha.

Yaşanmışlıklara, yaşananlara şahitlik eden cansız da olsa her şeye saygı gösterilmeliydi oysa. Anılar ve manevi değerler alınmazdı birkaç kuruşa. Hâlbuki gelini atmıştı işte kapı önüne, satmaya bile gerek duymadan. Fazlalıktı evde, döklümdü ona göre, aynen yaşlı kadın gibi.

Başı sandığın kenarında yaslanmış kadına seslendi torunları, “Babaanne gel artık hava karardı, babam seni orada görmesin”. Duymadı yaşlı kadın, duyamazdı da.

Afet İnce KIRAT
www.kafiye.net