Toprak Kokusu

 

Yol arkadaşlarım komşum Feritle küçük kızıydı. Yedi-sekiz yaşında olan Zehra ilk günden benden hoşlanmamışdı.Qaliba beni bir az babasına da kıskanmışdı. Babasının elini bana inat olsun deye tutmuşdu. Gözlerinin içine bakdığımda fark etmişdim. Nefret yokdu, ama sevgi de yokdu. Gerçeyi söylemek gerekirse çoçukların küçük kalplerinde nefrete yer olduğuna asla inanmadım. Ya severler, ya sevmezler.

Ferit de bu durumun farkındaydı. Havada kalan elimden tutdu. Aslında “tutdu” demek yanlış olurdu, parmaklarıyla parmaklarımı sımsıkı sarımışdı. Böyle bir şeyi asla beklemiyordum.Biz ne zamandan böyle samimi olmuşduk.Bu durumda Zehranın yerinde hiç ama hiç olmak istemezdim. Önüne bakıyordu. Sınırı keçe bilseydik, uzun yolculukdan sonra evimizde ola bilirdik. Ola bilirdik derken, bir gitdiyimiz için öyle düşündüm. Arabayla gitmek söz konusu bile olamazdı. Düşmanlarımız bizi fark etseydi, mutlaka rehin alırdılar.

Çok karib!…Hiç kimse yokdu sınırda. Kimsenin olmadığını Zehra da fark etmişdi, ikimiz de şaşkındık. Babasına sordu: – Baba, hani sınırda askerler oluyordu? Burda hiç kimse yok.

Ferit sanki önceden her şeyi bildiyi için şaşırmadı. Yüzünde ne heyecan, ne de korku vardı:

– İyiki yok kızım.

Ben hem de telaş içerisindeydim. İyi şeyler haqqında düşünemiyordum. Korkduğum Feritin gözünden kaçmamışdı. Kızının elini bırakdı, yüzüm iki elinin arasında beni teselli etmeye çalışıyordu.

– Ben yanındayım, aşkım. Sakın korkmayın. Tamammı?

 

Aşkımmı? Doğru, bir-birimizden hoşlanmışdık. Onda insana güven veren tipi vardı. Ama aşkımızın başladığı günü bir türlü hatırlayamıyordum. Hiç bir soru sormadım; – Tamam aşkım – deyip, sınırdan öteye bakdım Haklı idi, o varken benim korkmam ona hakaret olurdu: – Gidelimmi?

Ferit mutluluğunu belli eden gözlerini kapatıb açdı, yüzüme güldü.– Gidelim.

Zehra yorulmuşdu: – Ufff babacığım, gitmesek olmazmı?

– Olmaz kızım. Evimiz orda, mutluluğumuz orda – Kızının saçlarını okşadı.

– Hadi bakalım, tutun ellerimden.

 

Feritin ellerinden tutduk, sınırı korkmadan keçdik. Aman tanrım, sınırda gerçekden hiç kimse yokdu.Sandım ki topraklar arasına sınırlar koyan liderler toplum olarak başka qalatikaya uçmuşlar. Eminim Zehra benden bir az farklı düşünüyordu. Yani, üçümüzden başqa yer yüzünde kimse yok!…Bunun için olmalı ki, çemenliye ulaşır-ulaşmaz ikimiz de çılqın adamlar gibi koşmaya başladık. Ferit elindeki çantayı yere bıraktdı, bizi uyarmak için seslendi:

-Dikkatli olun. Bu aylarda yılanlar çok olur.

Mutlulukdan uçmak üzre idim: – Ne yılanı Ferit ya?! Durma orda, sen de gel.

Zehra uçan kelebeye doğru koşa-koşa: – Bak baba, kelebek.

Ferit yeşilliye uzandı. Kollarını arkaya, başının altına koydu. Bende yanında uzanmışdım. Güneşin işığı gözlerimi kamaşdırdığı için elimle şüaların karşısını almaya çalışıyordum. Ferit güneşe dik bakıyordu, rahatsız olmadığı çok belli idi.

– Ferit, güneşe öyle bakma. Kor olacaksın.- uyarmaya çalışıyordum.

– Korkma aşkım

Bir az ara verdikden sonra yüzüme bakdı: – Aysel.

– Hmm… Ya gözlerim yaşardı.

– Ben olmazsam kızıma iyi bak, olurmu? – sanki veda edirmiş gibi konuşdu.

– Ferid, ne diyorsun sen? Neden olmayasın yanımızda? Ne saklıyorsun benden? – Bir anlık hırçınlaşmaya başladım. Diz çökdüm, elinden tutdum.

– Şaka yapıyorum. Korkma – yüz-yüze geldik, dodaklarımdan öpdü: – Kalk, gitmeliyiz. Zehra, gidiyoruz kızım.

Küçük kelebek Zehranın ovuçları arasındaydı: – Bak baba, yakaladım

Ferit çantanı yerden götürdü.

 

                                                                   ***

 

İki katlık apartmanın karşısındaydık. Zeynep yorgunlukdan yürüye bilmediyi için babası onu kucağında taşımışdı, çantayı da ben. Ferit yan-yörelere bakıyordu.

– Neden kimse yok?

Apartmana girdik. Sonuncu katda kapı karşısında dayandık. Ferid pantolonunun cebinden anahtarı çıkardı, kapıyı açdı. İçi mobilyalarla dolu mutfaklı iki oda vardı. İşığı yaktım.

Balkona çıkmak için kapısını açmak istedim, Ferid izin vermedi:

– Sakın yapma. Gören olur.

 

Zehra da yanıma geldi.

– Saçmalama, Ferit. O kadar yol geldik, kimse görmedi, şimdimi görecek? – dinlemedim, kapıyı açdım. Zehra’yla birlikte balkondan bahçeye, sokağa baktık. Kimse yokdu.Avlunun ortasında hasara alınmış, yeşil otlar arasında kaybolmağa mahkum mezar vardı. Mezar taşının üstündeki resmi iyi görmem için gözlerimi kıydım. Yüzü karanlıkdı. Amma kiyafetinden asker olduğu belliydi. Daha önce görmediyimiz sokak köpeyinin havlamasından Zehra da, ben de bağırdık.

Ferit balkona geldi, içeri girmemiz için bizi hafifce itdi.

– Girin içeri. Köpek varsa, insan da var demek. – Balkonun kapısını bağladı, perdeleri çekdi.

– Beni bekleyin burda.

Çantayı götürüb diger odaya keçdi. Ben divanda nefesimi dermek için oturdum. Zehra babasını dinlemek istemiyordu. Haklıydı. Merak olan yerde kimse kimseyi dinlemez. Ben gözlerimi kapatdığımda evin kapısını açdı. Hemen ayağa kalkdım

– Kızım, ne yapıyorsun? – danladım, içeri salmaya çalışıyordum. Artık geçdi. Karşımızda yaşayan 40-45 yaşlı bir adam qapını açdı. O bizə, biz ona baka kaldıq. Adam bir adım öne geldi:

– Salam

Bize azerice selam vermişdi. İçime hafif rahatlık geldi. Şaşırdığımdan selamını almadım, sorumu sordum. – Azerbaycanlımısız?

Adam bana cevap vermedi. Şübheyle baka-baka merdivenlerden aşağı düşdü.Selamını almamağıma darılmış olmalıydı. Ya da ata-baba topraklarımızda onlardan hayla yaşayanlar vardı, beni yoklamak için dilimizde “selam” verdi.

Kapı yeniden açıldı. Bu defa yaşlı bir kadındı. Suratı bir karışdı. Bizi gördüyüne memnun olmadığını kızqın bakışlarıyla belli ediyordu. Anlamadığımız bir dilde konuşdu, susduk. Qaliba soru soruyordu, belki de kim olduğumuzu öyrenmeye çalışıyordu. Aynı sözleri bağırarak tekrarladı. Zehra korkdu:

– Aysel abla.

Zehranın omuzundan tutduğum gibi içeriye çekdim, kapıyı da kapatdım ve karşımızda Feriti asker kiyafetinde gördük. Kulağını kapıya söykedi. Komşu şikayet eden insan gibi evine girdi. Kapısını çırpmasından anladık.Bize kızdı, səsinin yükseltmeden kınamağa başladı.

– Siz neden beni dinlemek istemiyorsuz? Anlamıyormusuz, onlar sizin burda olduğunuzu bilmemelidir.Şimdi sizi nasıl bırakıb gidecem ben? Gözüm arkadamı kalsın?

Zehra babasının kiyafetine bakıyordu.

– Baba, nereye gidiyorsun?

Çoçuk aklıyla o da bazı şeyleri anlamışdı. Savaş çoçukları erken büyütür, bazan büyüklerle aynı düşünmelerine sebeb olurdu.

Gözlerim dolmuşdu. Demek vakit gelmişdi.

– Ne olur gitme.- diye bildim.

Ferit kızının ellerinden öpdü, gözlerinin içine dikkatla bakıyordu. Biliyormusunuz, ben bu bakışı hayatım boyu hiç bir babada görmemişdim: – Babanı seviyormusun?

Zehra: – Evet.

– O zaman Aysel ablanı ben olmayanda dinleyeceksin. Tamammı?

Zehra bana bakdı. İkimiz de sessiz ağlıyorduk. O çoçukca, ben kadınca…

– Tamam babacığım.

Ferid emin olmak için yeniden sordu: – Sözmü?

Zehra başıyla “ – Evet babacığım ” – söyledi. Ağlayarak kollarını babasının boynuna sarıdı:

– Babacığım.

Ferit kızının alnından öpdü, ayağa kalkdı. Zehra bu defa babasının belini kucaqladı. Ferit gözlerimin içine bakdığında ağladım.

– Ben dönenecen kızım sana emanet.

– Ne zaman döneceksin?

– Yarın sabah burda olurum.

– O zaman neden böyle bakıyorsun?

– Kendinize iyi bakın

Hiç bir şey söyleyemedim. Feritin boyu benden uzun olduğu için başımı rahatlıkla ancak kalbinin üstüne koya biliyordum.Yarınacan onun kokusunu içime çekmek, haps etmek istiyordum. Toprak kokusunu hiss etdim. Toprak kokusuyla ilk defa yağış damlaları üzerine düşende tanışmışdım. Feridden aralandım, üzerimdeki buluzu koklamaya başladım.

 

                                                          ***

 

Benim uykum çok hafifdir. Annem odamın işığını yakdığında gözlerim uykudayken kamaşdı. Anneme “Günaydın” söyleyip yatağımdan kalkıb banyoya keçdim.

Kapı döyüldü, – “Ben bakarım” dedim, kapını açdım. Zehra karşımda ağlıyordu.

– Aysel abla, babam… Aşağıda.

Hemen balkona koşdum. Rüyamda kendimden toprağın kokusunu almışdım. Meyerse aşkımın cenazesi toprağın üstündeymiş!…

 

Şəfaqət Cavanşirzadə
www.kafiye.net