Her İnsanın Bir Şiiri Vardır

Her sabah yeni günden yeni heyecanlar bekleyerek uyanır insan oğlu. Bunun adını koymasa da beklediğinin yeni bir heyecan, yeni bir titreme olduğunu bilmese de bunun için uyanır. Bu yüzdendir ki bir gün öncesinden yaptığı işi umutla sürdürür. Neyin umuduyla? Adını koyamadığı o heyecanın umuduyla.

O heyecanın adı şiirdir.

Şiir, bir gerçekliğin heyecanla yaşanması değilse nedir? O gerçekliği yakalamak içinse kişinin birikime gereksinmesi vardır.

Heyecan o birikimin gücü kadardır. Derinliği kadar, boyutları kadardır. O birikimin kişiye kazandırdığı duyarlık kadar, akıl kadardır. Heyecan kişiyi değiştirir, kendi gerçekliğini değiştirmeye yöneltir. Hem kendi gerçekliğini hem dünyanın yanlış yaşanan gerçekliğini değiştirmeye bilenir insan. O heyecanın adı şiirdir.

Öyleyse şiir değiştirmeyi görev edinir. Hiçbir şeyi değiştirmeyecekse şiirin bizi heyecanlandırması mümkün müdür? Zaten heyecanlanmak o an yaşadığımız bir değişim olmaz mı?

“Şiir bir eylem olanağı, bir ilerleme olanağı olmalıdır, çünkü şiir bütün pencerelerde, bütün ufuklarda şarkı söyler. Yalana karşı gerçekliğin ve örnekliğin şarkısını söyler.” diyor Paul Eluard, Ozan ve Gölgesi’nde.

İşte tam da bu yüzden şiirin değiştirme görevi vardır.

Yaşam gerçekliği, kişinin bireysel, toplumsal, evrensel boyutta yaşadıkları, yaşayamadıkları, yaşamaktan kaçtıkları, yaşamayı düşlediklerinden oluşur. Bu gerçekliğin, bireyin türlü boyuttaki savaşımlarında ortaya çıkan duygusal, düşünsel gelgitlere analık ettiğini unutmamalı kişi. O yüzden içinde yüzdüğü gerçekliklerin, niteliğini değiştirmeye başlar bir şiiri okuduktan sonra. Elbette o şiir onu sarsmış, düşündürmüş, korkutmuş, umutlandırmış, heyecanlandırmışsa.

Ozanların en büyük gücü de buradadır. Her gün herkesin görüp geçtiği bir sıradan olayların, kanıksanmış görüntülerin ardındaki, içindeki tözü ortaya çıkarıp yeni bir şarkı gibi söylemeyi bilmesi ozana ayrıcalık değil ama kimsede bulunmayan bir güç verir. Sözün gücü de diyebilirsiniz buna ama bu çok daha ötede, sözcüklerle yaratılan bir evrenin ucunda sallanan bir yıldız çakmasından elde edilen bir güçtür. Bir üst dil dediğimiz, içinde hem bildiğimiz hem yeni sezdiğimiz anlamları barındıran bir örüntünün gözeneklerinden beynimize sızar.

Sıradan insan kalbiyle heyecanlanır. Ozanlarsa o insanları beyinleriyle heyecanlandırmayı amaçlarlar. Şiirler bunun için yazılır.

Farkında olmadan öncülük eder yeni değişimlere. Bireyin de kitlelerin de beyni kilitlidir binlerce yıldır genellikle. İnadına doğruları söyleyip doğruların kahrını çeken, inadına doğrularına sarılıp yalnızca o doğrular için yaşayan insanlar olmalıdır ozanlar. Çünkü

“Şiir, yaşamın önündedir.” (P. Eluard/agy.)

Yaşam yüzeyde yavaş akar, insanın değişimi zordur. Yenilikleri, yeni düşünceleri bir refleksle reddeder ilk ağızda. Ancak yine de kuşku tohumları derinlerde kıpırdamaya, uygun ortamı bulunca çatlamaya başladığında iş işten geçmiş değişim hızlanmış demektir. O gün için gerçek kabul edilenin yıllar sonra yanlış olduğu, yalan olduğu anlaşılır. Ama bu gerçekliği toplumlardan önce görüp haykıranlar olacaktır. Bunlar ozanlardır. Biliciliklerinden değil, insanlığın binlerce yıllık birikimini iyi süzüp onun değerlerini beyinlerinde doğru erittikleri, yeni biçimlerle yeniden ürettikleri için haykırırlar.

Böyle zamanlarda aklıma hep Melih Cevdet gelir. Ünlü Anı şiiri, onun nasıl çağdaş bir bilici olduğunu gösterir. Anı’yı bilicilik olsun diye mi yazmıştır Melih Cevdet? Aksine yüreği yandığı için, beyniyle acı çektiği için Anı’yı söylemek istemiştir.

Onun beynine bir mengene gibi oturan gerçekliğin acısı, Rosenbergler’le ilgilidir. ABD’de Mc Charty döneminin acımasız yalanlarıyla elektrikli sandalyeye gönderilen

bu yiğit insanların, beyninde yankılanan acısıyla onların suçsuz olduğunu haykırmıştı.

“Bir çift güvercin havalansa/Yanık yanık koksa karanfil/Değil bu, anılacak şey değil/Apansız geliyor aklıma.” ……

diye başlayan bu unutulmaz şiir tarihsel bir görev yapmış, Rosenbergler’i kurtaramasa da egemenlerin yanıldığını insanlığın vicdanında yankılandırmıştır. Elektrikli sandalyede can verdikten otuz beş yıl sonra oğullarının Amerikan mahkemelerinde açtıkları davayı kazanıp anneleriyle babalarının suçsuz olduğunu kanıtlamaları o cinayetin gerçekte insanlığa karşı işlenmiş bir cinayet olduğunu haykıranların yargısını pekiştirir. Melih Cevdet’in ozan olarak ne denli sezili olduğunu gösterir. Şiirin elbet böyle bir mahkeme kararına gereksinmesi yoktur söylediği gerçekliğin insanlığın önüne çıkacağını bildirmek için. Zaten o yüzden şiirdir ya!

Şiir yazmak için çoğu kişinin güzel manzara, çok duygulanacakları ilişkiler kolladıkları gibi bir izlenim vardır. Kimi zaman evimize gelen dostların, konukların İzmir’in körfezle birlikte önümüze serilen görünümüne bakarak “Tam da şiir yazılacak yer” dedikleri olur. Gülerim çoğu zaman. İçimden “Buyrun hemen yazın” diyesim geçer.

Buradan şiirin kolay yazıldığı gibi bir izlenimin yaygın olduğu da çıkar ortaya. Oysa böyle düşünenlerin şiirle uğraşmışlıkları yoktur. Şiiri duygu düzeyinin dışında algılamazlar. Dahası bir zamanlar karalamışlardır; o yüzden de konunun yabancısı sayılmazlar kendilerine göre. Hoş zaten şiir aşklarla başlar, aşklarla bittiğine göre şiir yazmayan mı vardır?. Yazılan şiirler, gençlikteki kavak yelleriyle birlikte eser savrulur gider ama yine de “hoş bir sada”sı kalmıştır. İşte o “sada”nın peşinden koşmaktadır her gün insan oğlu.
Hele adı ozana çıkmış birileriyle karşılaşınca ceplerinden hazır cephaneler gibi şiir çıkaran insanlarımız vardır ki bir ömürdür onlar. Duygulandıkları bir anda karaladıkları dizelerle kendilerini bir başka duyumsayıp sanat evreninin kapılarını kendilerine açıvermesini söylemeseler de umarlar. Oysa şiirin bir birikim işi olduğunu, bunun uzun yıllar alan bir emek gerektirdiğini hiç düşünmezler. Aslında bu kadar çabaya da gerek yoktur. Önemli olan insanın gelgitleridir. Bu gelgitlerle duygusal yoğunluklar hep şiire gebedir ama bir de şiirin geçmişinden bugününden haberimiz olsa!

Kim bilir bu saf bilisizlerin de bir şiirini yazacaklar çıkacaktır.

Çünkü gerçeklik gerçekliktir. Bu gerçeklik kimi rahatsız ederse o çıkar şiirini yazar.

Ancak gerçek şiir asidir. Başkaldırmayan şiir, durağana boyun eğer. Bu da onun sonu olur. Çünkü şiir bir zaman öldürme, bir oyalanma, bir hoşça “vakit geçirme aracı” değildir. (Mehmet H. Doğan/Çağının Tanığı Olmak)

Şiir, gerçeklikten algı duvarlarımıza vuran ilk anda göremediğimiz ama gün geçtikçe etkisi çoğalan ışınlar gibidir. İçimizdeki dalgalanmalarla ısısı yükselir, alçalır.

İşte o dalgaların kumsalda bıraktığı yaldızlar şiir olabileceği gibi çıplak yakalanmış yengeç yavrularının telaşı da şiir olabilir. Onları kumsala yüzü koyun yatıp karıncaları izleyen Necatigil gibi gözleyen ozanın merakı da şiir olabilir.

Varlıkları, çevreyi, doğayı, en başta da insanı yakından bilmeden şiir yazılamaz. Bunun için de dünya dediğimiz şu yaşam yuvarlağı bize sonsuz şiir sunar. Biz kepçemizin büyüklüğü kadar, becerimiz kadar, tutkumuz kadar şiirimizi yakalarız.

Yakaladığımız şiir ne işe yarayacaktır? Daha çok şiir yakalamaya. Daha anlamlı yaşamaya. Kendimizi daha iyi tanımaya.

Yaşamımızda şiir bizi kollayıp duruyor. Biz, kendimizi gündelik koşuların içinde yitirmezsek şiirsel bir anlamı soframıza koyabiliriz. Çağımızın insanı makineleştiren o ezici gücüne karşı durabilmek için de içimizdeki şiiri yitirmemek gerekiyor. Biz, her şeyden önce

makine değiliz. Bu yüzden de başka varlıkları olduğu kadar kendi gerçekliğimizi de görme, inceleme, onun yaşanılabilir bir dünya için değiştirilmesi gereken yanlarını söyleyebilme yürekliliğini de şiir öğretir bize.

Hidayet KARAKUŞ
www.kafiye.net