Kategoriler

Arşivler


Tarih 29 Ağu 2014 Kategori: Elvan USUL

BILIYORSUN İŞTE


BILIYORSUN İŞTE

Biliyorsun işte sen ey yar!
Evvelden kalma bir hayalim var.
Çatısından süzülüp girdin içeri,
Hoşgeldi ömrüme ömrün ey yar!

Biliyorsun işte sen ey yar!
Evvelden kalma acılarım var.
Bir parmak merhem sürünce yareme,
Yarelemeden gönlümü gönlüne sar.

Biliyorsun işte sen ey yar!
Evvelden kalma çığlıklarım var.
Sükunetinle atıp derin bir nara,
Yağdırma usul usul karıma kar.

Biliyorsun işte sen ey yar!
Evvelden kalma gözyaşlarım var.
Silerken gözlerimin kanlı yasını,
Yakma sen de yanağımı har har.

Biliyorsun işte sen ey yar!
Ebeli sürecek bir sevdam var.
Sevip sevip gitme el gibi
Inanmazsan vuslata bize zarar.

Elvan  Usul
www.kafiye.net


Tarih 28 Ağu 2014 Kategori: Rabia Saylam TAŞDEMİR

NERELERDESİN

NERELERDESİN

Hiç hesapta yokken gittin zamansız
Ah be çağla gözlüm nerelerdesin
Sineme acıyı sardın amansız
Ah be çağla gözlüm nerelerdesin

Ben sana saygımda kusur etmedim
Bekledim yolunu çekip gitmedim
Bir an yüreğimden söküp atmadım
Ah be çağla gözülm nerelerdesin

Gönlüme işledim sevda nakışın
Güneşi andırır sıcak bakışın
Nar ateşe benzer beni yakışın
Ah be çağla gözlüm nerelerdesin

Başıma bilmeden aşk ördüğümsün
Sevdanla bağrımda sen kördüğümsün
Baktığım nesnede tek gördüğümsün
Ah be çağla gözlüm nerelerdesin

Hep hayal kurduğum hülyalarımsın
Uykumu süsleyen rüyalarımsın
Dön gel Rabia nın canda canısın
Ah be çağla gözlüm nerelerdesin

Raiba taşdemir 26/08/2014
www.kafiye.net


Tarih 28 Ağu 2014 Kategori: Ümit Zeki Soyuduru

GÜNAHIM GÖZYAŞLARIM!


GÜNAHIM GÖZYAŞLARIM!

Kapandı gönül kapım esmiyor acı poyraz,
Seven yürek alır mı sevgiliye nazdan haz,
Son defa seyredeyim döndür yüzünü biraz!
Yüce dağlar derdini söylemezmiş engine,
El vermiyor yüreğim düşemedin dengine!

Denizin yüreğini dalgaları temizler,
Sır verir sevgiliye gamzesindeki gizler,
Nadan olan gönüller kimden neyini gizler,
Yüce dağlar suyunu sızdırmazmış engine,
El vermiyor yüreğim düşemedin dengine!

Bağrında açan güller hangi bağbana esir?
Gözlerim gözlerinde yüreğimde tahassür.
Güle züldür esaret gönül zincirini kır,
Yüce dağlar karını savurmazmış engine,
El vermiyor yüreğim düşemedin dengine!

Sel oldu ağıtlarım gitmiyor gönül yası,
Yanağa dökülen yaş aşkımın sadakası,
Kim siler senden sonra yüreğimdeki pası!
Yüce dağlar karını savurmazmış engine,
El vermiyor yüreğim düşemedin dengine!

İhanete kol gerdi terk etti sırdaşlarım,
Yıkıldı birer birer bel verdiğim taşlarım,
Yürüdü damla damla günaha gözyaşlarım!
Yüce dağlar derdini söylemezmiş engine,
El vermiyor yüreğim düşemedin dengine!

Yarınları beynimde astım darağacına,
Uzatmışım boynumu Azrail kılıcına,
Sürgün ettim aşkımı dünyanın bir ucuna,
Yüce dağların derdi sığmaz imiş engine,
El vermiyor yüreğim düşemedin dengine!

Ankara-26.08.2014
Ümit Zeki SOYUDURU
www.kafiye.net


Tarih 28 Ağu 2014 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Naneli Şeker


Naneli Şeker

Naneli şeker tadında bence hayat. Hafif buruk bir hali var. Şekeri az serinliği fazla sanki.
Bir öğrencim çekip çıkardı hafızamın sandıklarından bu eskimeyen lezzeti. Elindeki şeker paketini avucumun içine savurdu; onlarca şekerden biri yuvarlanıp bahtıma düştü. İçim ürperdi nedense.
Ne zaman bir şekerci dükkânına, pastaneye ya da tatlıcıya girsem büyüdüğümü unuturum. Küçük bir kız çocuğu olurum birdenbire. Beş altı yaşındaki çocuklar gibi şen gözlerle etraftaki albenili pastalara, şekerlere, tatlılara bakarım. Hepsine kavuşmak mümkün olmadığı için hangisini alacağımı şaşıra şaşıra her birine gider gelir aklım. Onu mu alsam, yoksa bunu mu?
Bir keresinde yakın bir arkadaşım, ben ve arkadaşımın kızı bir tatlıcıya girmiştik de; sonradan kendi kalbimde mayalanan hadsiz sevincime şaşırmıştım, hiç unutmam. Asıl sevinmesi gereken küçük, güzel kız bütün sakin huylu yaşıtları gibi annesine ufak göz hareketleriyle anlatırken meramını, ben -mecazda da olsa- dükkânı fır dolanmıştım. Ne alacağıma zor karar verip, aklım arkamda bıraktığım ihtimallerde kalarak, elim kolum dolu çıkmıştım dışarı. Ah, annem olsaydı yanımda, “ne oldu Allah aşkına, bir sakin ol,” derdi herhalde.
Şekerci dükkânlarının rengârenk bir dünyası var. Bizim siyah beyaz âlemlerimize tezat. İçlerine girmeye görelim, bir ömrü orada geçirmek arzusu gelir yerleşir yüreklerimize. Şekerlerin sevecen misafirperverliği sayesinde, gerçekte ellerimizle dokunamayacağımız gökkuşağı; olanca safiyeti ile, engin gönüllülüğü ile aramıza iner. Dudaklarımıza, dillerimizin üzerine; daha sonra da kalplerimize çocuksu sevinçler eker. Günler bazen acı olsa da, bu acılıkla alay eden neşeler var iyi ki…
Yıllar yıllar önce mahallelerimizin müdavimi ‘macuncular’ vardı. Bazen gürültülü seslenmelerle, bazen sakin bir eda ile bizleri şekerin sihirli iklimine çağırırlardı. Üstü kapalı, camdan inşa edilmiş, minicik tezgâhları olurdu her birinin. Renkli macunlar kendilerine ayrılmış bölmelerde alıcılarını beklerdi, mütevekkil ve uyumlu bir hal sergilerdi bu bekleyiş. Dervişane şekerler ne kadar sabırlı ise biz o kadar sabırsızdık. Küçük ellerimizde madeni paraları sıkardık, tahta bir çubuğa dolanacak macunlarımıza kavuşmadan önce. Sıra bize geldiğinde satıcının uzata uzata hazırladığı mutluluğu olanca hevesimizle kapar, koşarak oradan uzaklaşırdık. Mutluluk öyle kıymetli bir hazine ki yakalayınca onu, sahip çıkmalı; elimizden alınmasın diye dağ başlarına kaçmalıyız belki de…
Çoğumuza sorsalar, ‘şekerler içinde elmalı şekerin yeri apayrıdır,’ deriz. Yüz yaşına da gelse elmalı şekeri sevecekler var aramızda. Küçükken bu muhteşem güzelliği yemeğe başlamadan önce anneme uzatır, ondan ‘deve yapma’sını rica ederdim. Henüz, kocaman şekeri dişleyebilecek kadar büyümediğim için. ‘Deve yapmak’ ilk ısırığı alıp kalanın kolayca yenmesini sağlamaya yarardı. Annemin gözlerinin içine bakardım ‘deve’nin adına uyumlu olarak büyük olmamasını dileyerek. Annem bu bakışın anlamını benden çok daha iyi bilirdi; bu yüzden şekerleme üzerindeki ‘deve’ hep mi hep adıyla uyumsuz olurdu.
Bir komşumuzu anımsarım ne zaman elmalı şeker dense. Vefat edeli yıllar oldu. Seyyar arabasında mevsimine göre kaynamış mısır-biz İzmirlilerin deyimi ile ‘kaynamış darı’-veya elmalı şeker satardı. Küçücük bir evde yaşayıp geçti bu dünyadan, dört evladını o evde büyüttü, sermayesi de kazancı da küçücüktü. Ömrü boyunca zengin bir adam ol(a)madı. Fakat çocuklar onun sayesinde o kadar mutlu olur, o kadar sevinirlerdi ki şimdi gerçek zenginliğin ona ait bir özellik olduğunu düşünüyorum. Tanyeri kızılından yoğun bir şeker tabakası ile süslerdi kocaman, alımlı elmaları. Keşke hayatlarımızda her şey böyle olsa; içi güzel, dışı daha da güzel…
Sayısız çeşidi var kalıcı kederlerimizi bizlere geçici de olsa unutturan şekerlerin. Hepsi de hatırlanmaya ve adını iyiliklerle anmaya değer. Naneli şekerin buruk tadına dönmek gerek yine de. Buruk fakat derin bir tadı olan naneli şekerin iddiadan uzak dünyasına. Tıpkı ayrıldığımız mekânlara bazen hasretle, bazen gerektiği için dönmemiz gibi. Babaannem çokça severdi naneli şekeri ve aslında nanenin ta kendisini. ‘Nana kokusu ana kokusu,’ derdi. Yaz kış, bazen taze bazen kuru bir tutam naneyi koklar dururdu. Çocuktum; hiç gözlerinin içine bakmazdım ninem annesini nane kokusu ile yad ettiği zamanlarda. Bu yüzden, nemleniyorsa o yaşlı gözler ben hiç mi hiç fark edemedim.
Yemyeşildir nanenin rengi… Bereketli tarlaları, uçsuz bucaksız ovaları, şenlendirir onun yemyeşilliği. Hele yaz bahçelerimizdeki konukluğuna ne desek? Bu, öyle bir konukluktur ki uzun sürse bile sıkmaz çevresindekileri. Pembe güllere de yaraşır çünkü onun yeşeren çehresi, mor menekşelere de, kızıl goncalara da… Dört mevsim, yedi iklim ömrü var renginin değilse de kokusunun çünkü… Neye değse incecik parmakları ile mis gibi kokan bir hırka giydirir ona. ‘Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz,’ diyen, her türlü güzelliği anneyle özdeşleştiren atalarımıza uyup annesinin kokusunu naneye yüklemiş olmalı babaannem…
Salatalara, çeşit çeşit yemeğe tat katan nane; güzel kokusunu yanına alarak tabi olmuştur şekerin tılsımlı hükümdarlığına. Şeker, onun hoş kokulu tabiiyetine tatlı bir hüsnü kabulle karşılık vermiştir. Tıpkı iyi huylu kimselerin bir araya gelerek oluşturdukları huzur tablosuna benzer onların iç içe duruşları. Güneşli bir yağmuru düşleyelim ya da tanık olduğumuz güneşli yağmur manzaralarını anımsayalım. Nasıl hüznün ve umudun karmakarışık olduğu bir doğa olayıysa bu, naneli şeker de öyle tarifi zor tatlar emanet eder bizlere. Kimine çocukluğuna ait gölgelerle serinlemiş günlerden dem vurur, kiminin belleğindeki yemyeşil nane tazeliğindeki hatıraları canlandırır. Ağzımızda geçen günlerimiz misali eriyip giderken gelip geçiciliğimizi anımsarız, hayatlarımızın acı ve tatlılığının iç içe geçmişliğini…
Yolculuk fikri ne de sık gelip otağ kurar hem akıllarımıza hem gönüllerimize. Bir ilden başka bir ile giderken, bir mekânı terk edip bir diğerine geçerken uzayıp giden yollara, yol kenarında gördüğümüz birbirinden değişik insan ve doğa görüntülerine bakarken dalıp gitmemizde bu ezeli ve ebedi fikrin etkisi büyüktür. Uzun bir yolculuğun seyyahları olduğumuzu bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Hani bazılarımızı yol tutar ya, bu yol tutmasından kurtulmaya nane şekeri yemenin faydası dokunduğu söylenir ve tecrübe edilir ya… Acaba zaman zaman yaşadığımız bu ‘sonsuz yolculuk tutması’na ne iyi gelir?
Yaşamak bir yanılsamadan ibaret olmalı. Bir büyük uykudan uyandırılıyoruz tek tek. Yediklerimiz, içtiklerimiz hep mi hep yalan… Ne yazık ki bir birinden hoş şekerler de eriyip gidiyorlar vefadan haber etmeden. Avucumun içine düşen o aldatıcı naneli şeker de çoktan bitti. Sayısız hatırlayışı hediye bırakarak. Oysa talihime o düşmüştü benim…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 28 Ağu 2014 Kategori: Hatice Eğilmez KAYA

Fesleğenim Yemyeşil


Fesleğenim Yemyeşil

Ablamın söylediğine göre fesleğenim son günlerini yaşıyor. Oysa canımın içi, yapraklarının arasındaki küçük, beyaz çiçekler hariç yemyeşil.
Mutfak masamın konuğu o. İlk ve tek çiçeğim. Onuncu kattan şehrin doğu yakasını seyrediyor. Sabah güneşi bu yüzden önce ona uğruyor. Sesi, soluğu yok. Bir ad bile bahşetmedim ne hazin ki ona.
Gözleri olsaydı bu etrafa misler saçan canlının, ta içine bakardım utanmadan ve sıkılmadan kendisi de yemyeşil olan gözlerin. Benimle konuşmazdı gözlerinin kuytuluklarına baksam da. Benim gibi söze, sese muhtaç değil o. Bütün esrarı kokusunda gizli. Yazın her sabah bir bardak su dökerdim köklerinin dibine. Şimdi iki günde bir gerçekleşiyor ayinimiz. Ona her su verdiğimde bardağı koklarım vefadan sır sorarcasına. Şu meşhur fesleğen kokusu yayılır hem ciğerlerime hem yüreğime. Yanımda biri varsa eğer mutlaka bardağı ona da koklatırım. Bir canlının kendisine sunulana, hoşlukla karşılık vermesi ne müthiş. İşte bu hâl efkârlandırır beni bazen, bazen de neşelendirir.
Günün birçok anında başını okşarım fesleğenimin. Etrafa tarifi imkânsız bir rahiya saçılır derhal. Aklıma ‘bir dokun bin bir güzellik işit’ türünden insanlar gelir onun kokusuyla selamlaşmalarımda. Hani bazı insanlar da öyledir. Hoş sohbetiyle mest ederler bizi. Sözleri hem iyidir, hem güzeldir, hem doğru. Onlar konuştukça evrene çiçek kokularını aratmaz rüzgârlar dağılır. Bilmem ki onlar mı benim fesleğenime benzerler, yoksa fesleğenim mi onlara.
Çocukluk yıllarımda bahçemizde bir hanımeli vardı. Kocaman, alımlı bir sarmaşık. Hemen yanında gül ağacı. Bakımıyla annem ilgilenirdi onların. Şimdi hafızamın en soyut dehlizlerinde uyuyorlar her ikisi de. Annem ki onların vefalı dostu. Baharda hanımeli, beyazlı sarılı tebessümler açardı. Arka bahçemiz onun kokusuyla şenlenirdi. Ak güllerimizin etkileyiciliği ise hanımelininkine oranla oldukça mütevazı fakat aynı zamanda deruniydi. Yanına vardığımızda, çiçeklerinden herhangi birine burnumuzu yaklaştırdığımızda alırdık onun muhteşem kokusunu. Çocukluğun masumane habersizliğinde ne gülün sevileni simgeleyişini ne de hanımelinin uçarı ve gelip geçici neşesini bilirdim.
Sevincin de hüznün de otağı kalp olmalı. Bu kutlu hazinemizin sevindiğimizde telaşlı kuşlara denk çırpınışı, efkârlandığımızda durgun göllerce kımıltısızlığı hep bundan. 2011 senesinin anneler gününde oğlum elinde küçük bir saksı ile eve geldi. Minicik bir saksı. Şeker mi şeker, bal mı bal bir bebek. İçim kıpır kıpır oldu, sevindim birdenbire. Hani şair demişti ya: “Her şey birdenbire oldu / Birdenbire vurdu gün ışığı yere / Gökyüzü birdenbire oldu / Mavi birdenbire…” diye. Ne kadar da haklıymış meğer. Fesleğenim yemyeşil bakıyordu bana ve küçücüktü henüz.
Kâh bahçemde kâh evimin içinde hayvan beslemişliğim var geçmişte. Bolca yavru kedimiz, sevimli muhabbet kuşlarımız ve uzunca ömürlü balıklarımız oldu. Kediler bahçemizde dolandı. Muhabbet kuşları odalarımızda uçuştu. Balıklar akvaryuma mahkûm. Her bahar sahipsiz, minicik bir kedi mutlaka düşerdi payıma. Onu kedi toplumuna kazandırdım mı benden keyiflisi olmazdı. En çok sevdiğim seslerden biridir yavru kedilerin sesi. Bugünlerde sokakta onların seslerini duydum mu şöyle bir iki dakika durup dinlerim yine. Sonra hızlı adımlarla uzaklaşırım oradan. Özgür yaşaması gereken bir canlıyı apartmanın soğuk duvarlarına hapsedecek değilim.
Çok eskiden avuç içi kadar bir kaktüs emanet edilmişti bana. Dikenlerine rağmen ne de sempatikti. Elimde kuruması ne de hazindi. Her gün suladığım halde yitirmem onu, nasıl da üzmüştü beni. Çokça kendini suçlayan bir karakter olarak uzun süre aklımı meşgul etmişti yavru kaktüsün soluşu. Meğer suyu sevmezmiş kaktüsler. Her gün sulamakla sonunu hazırlamışım biçarenin.
Kaktüs çiçeğine dair yaşadığım umut kırıcı tecrübe hariç hiç çiçek yetiştirmedim ki ben. Fesleğenime ve onun küçücük saksısına baktıkça içten içe efkârlanmam ondandı ilk zamanlar. Takip eden günlerde boşuna endişelenmediğimi anladım. Yeşil olması gereken yaprakları git gide sararıyordu fesleğenimin. Ön balkona aldım, olmadı. Dimdik vuran ışığı ve şiddetinden ötürü rahatsızlık veren sıcaklığıyla sabah güneşinden şüphelendim. Arka balkona aldım, yine olmadı. Bu sefer de öğlenin yakıp kavuruculuğunu düşman buldum hem ona hem kendime. Balkon duvarının gölgesine sakladım onu bir zaman. Gözüm üzerindeydi daima. Sakınılan göze de sakınılmayan göze de çöp batabiliyor nedense.
Acaba fazlaca tuzlu olan damıtılmış suyumuz muydu bu sararıp solmanın sebebi. Suyunu değiştirmeliydim belki de yegâne çiçeğimin. Fakat sonradan anlaşıldı ki –çevremdekiler tarafından hatırlatıldı ki- fesleğenim büyüyordu. Büyüdükçe içinde bulunduğu saksı dar geliyordu köklerine. Daha büyük bir yuvaya ihtiyacı vardı onun. Ve daha fazla toprağa. Baba evimin toprağından getirdim ona, hani şu hanımeli ve gül ağacının da konup göçtüğü topraktan.
Güzeller güzeli kokusu olan canımın içi çiçeğimi geniş bir saksıya taşıdım korka korka. İncecik kökleri vardı fesleğenimin. Kendisi gibi kibar köklerdi bunlar. Kahverengi dikiş ipliklerini anımsattılar bana. Her ne kadar cılız gözükseler de hayata tutunmak görevine talip ve mazhar olduklarına göre yabana atılmamalıydı bu kökler. Apar topar toprağa gizledim her birini. Cömertliğiyle tanınmış; özü ak, rengi kara toprağa. Sonra da can suyu döktüm üzerlerine her zamankinden fazlaca. Kolay değil bir yuvayı terk edip başka bir yuvaya taşınıyordu bizimki.
Zorunlu hicretini takip eden günlerde bir serpildi, bir güzelleşti ki küçük muhacir; sormayın gitsin. Dokuna seve, güle konuşa fark bile etmedim ondaki değişimi. İlk günkü bir avuç yeşillikti benim gözümde her zaman o. Misafirlerim fark ediyorlardı ancak onun büyüdüğünü. “Yok canım!” diyordum ben. “Gerçekten çok mu büyümüş. Baba toprağım iyi gelmiş olmalı ona. Misler gibi kokuyor baksanıza.”
Yaz boyunca evimizde gezip görmediği köşe kalmadı. Kâh arka balkonda arzı endam eyledi, kâh ön balkonda, kâh oğlumun penceresinin önünde. Yaz sonuna doğru bir deli rüzgâr esti bir gece. Baktım oğlum yanına almış onu. Sabah bana “Anne ben olmasam ne olurdu kim bilir. Uykuya daldın mı hapı yuttuk.” diye sitem etti. Aslında uykum çok ağır değil fakat düşler diyarına gitti mi gelmezlerdenim. Neyse canım sevdim hem oğlumu hem onu. İkisi de dokundukça güzel kokuyor. Çalıdan, dikenden uzak durmalı.
Ramazan bu sene yaz tatiline denk geldi. Bütün gün evdeydim. Dünya hay huyunun peşi sıra dolanmadım. Ömrümün en güzel ramazanlarından birini yaşadım bu yüzden. Neşeli günlerin çarçabuk geçtiğini, kederli günlerin ayağını sürüyerek yürüdüğünü hepimiz az çok biliriz. Ne zaman bayram oldu bilemedim. Bayram tatilinde alışılmadık bir şekilde deniz kenarında aldık soluğu. Evden ayrılırken aklımda fesleğenim vardı elbette. Yanıma alıp götürsem, dedim. İnsan bu her istediğini yapamıyor ki… Bir komşuma emanet etmek istedim. Hepsi terki diyar eylemişti çoktan. Bol miktarda su ekleyip çiçeğimin bağrına gölge bir yere bıraktım onu. Böyle bir tesellide buldum çareyi. Döndüğümde baktım keyfi yerinde. “Oh be!” dedim kendi kendime. “Dünya varmış!”
Pek de geniş olmayan dünyama fesleğenim dâhil oldu olalı bahar geldi geçti. Yaz geldi geçti. Hazanı yaşar olduk. Bakmayın zemherinin pek yakın oluşuna. İlk yazlar umut dolu yüreklere her zaman kıştan daha yakın. Fesleğenim hâlâ yemyeşil olduğuna göre, yerini de sevdiğine göre yeni bir bahara daha neden yetişmesin.

HaticeEğilmez Kaya
www.kafiye.net


Tarih 27 Ağu 2014 Kategori: Gülbahar KOÇAK

GİDİYORUM


GİDİYORUM

Topladım kalbimin kırıklarını
Umutları kesip attim gidiyorum
Vaz geçtim seninle hayal kurmaktan
Kahırlarla doldu yüküm gidiyorum.

Masallara inanan kız büyüdü
Romanlara konu oldu hayatı
Dert Kervanı dolup taştı nihayet
Dramlarla doldu öyküm gidiyorum.

Sonbahara döndü gönül iklimim
Yeşermiyor artık sana mevsimim
Güle küsmüş ötmez artık bülbülüm
gülü goncayıda söktüm gidiyorum.

Dönmem artık gönlünün sarayına
Som altından taç olsanda başıma
Yalvarıp yakarma boşu boşuna
Duygusuz gönülden koptum gidiyorum.

Gülbahar Fidan 27 08 2014
www.kafiye.net


Tarih 27 Ağu 2014 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

İnsan Mıyız?


İnsan Mıyız?

“Bir gün daha geçti uzaklarda, sensiz….
Yaşandı hayat körtopal…
Karanlık çöktü işte yine en anlamsızlığı ile,
Şehir sustu yavaşça…
Tutamadım seneleri ardın sıra,
Bir bir döküldüler avuçlarımdan… “

Günaydın dostlarım. Yüzünüz güleç, gönlünüz hoş, umutlarınız daim, geleceğiniz güzel haberlerle dolu olsun. Gününüz hayırlara bir başlangıç ile başlar. Nasılsınız efendim? Umarım sıhhat ve afiyettesinizdir. Hani ne kadar kötü olursak olalım, sonuçta güne başlarken gülelim ki bizi gören insanlar da gülebilsinler, değil mi efendim?

Güne büyük ümitlerle başlarız her gün. Ancak gün içerisinde zaman insana öyle sürprizler hazırlar ki, biz öyle diyoruz. Olması gerekenler sıra ile ortaya çıkıyor. Canınız dışarıda sıkılır, akşam eve gelince eşinize patlarsınız ya da sevgilinizden bir başkası ile yaptığınız kavganın hıncını ondan alırsınız. Sanki tersliklerin olmasında o zavallıların günahı varmış gibi. Hiç bir şeyden haberi yoktur ve neye uğradığını bile anlayamaz. Ama olan olmuştur, testi kırılmıştır. Tamiri zordur ama, sizi seven bir gerçek aşıksa sorunlar ortadan kalkar gider. Böylece yaşam devam eder.

“ Şimdi dinle ayrılığın şarkısını,…” radyoda hafiften kulağıma yönelen bu şarkıyı dinlerken gündüz yaşadıklarım aklıma geldi. Sabah otobüse bindim. Bazı insanlar gülümsüyor, bazıları dalgın dalgın bakıyor, bazıları hüzünlü, bazıları daha
uyanamamanın şaşkınlığında, bazıları ise dünden kalan bir kırgınlığın devam eden buğulu gözlerle boynu bükük dışarıya bakmakta. Arabanın içi doldukça ilerlemek istemeyen insanların “ Arkaya doğru ilerler misiniz lütfen, bakın arkada yer var. Aşağıda vatandaşlar kalıyor…” diye seslenen şoförün sesine çok az kıpırdamalar cevap verir. Ama bazıları vardır ki olduğu yere sanki demir kazıkla bağlamışlar, bir de eline o yerin sözüm ona tapusunu da vermişler de kaybetmemek için kıpırdamak istemiyor. Tüm ikazlara rağmen “ Nuh diyor, peygamber demiyor” zavallı. Üstüne üstlük “ Daha nereye gideceğim, arkası da dolu. İnsana saygı gösterin. Saygısızlık yapıp durmayın.” Bu söze karşılık içeriden dayanamayan yolcularda mırıldanma ve yüksek sesle kişiye sözlü konuşma başlarken bir kişi; “ Afedersiniz. Siz insan mısınız? Eğer siz insansanız aşağıda otobüse binemeyenlerin de, hele şu arabada hala yer varken sen ve senin gibi iki kişi yüzünden aşağıda kalıyorlar. İnsana saygı gösterilir. İnsan olmayana layık olduğunca davranılır. Ya ileriye yürüyün ya da rahat gitmek istiyorsanız ilk otobüs durağında inip taksiye binin.” Bu söz üzerine yolcu konuşmak ister, sabahtan kızmaya başlayan vatandaş ise patlayacak yer arıyormuş gibi kişiye doğru ne varsa söylenmeye başlarlar. İnsan olduğu mu aklına gelir,
kavga çıkmasını istemediği için midir bilmem ama, aracın içinde yolu kapatanlar yolu açarlar. Böylece birkaç kişi daha fazla insanı alarak araba yola devam eder. Aklıma şu soru gelir bu tür olaylar karşısında; Biz insan mıyız?

 

Adalete en büyük güvencemiz vardır. Ama adaleti dağıtanlara güvenmeyiz. Başınıza gelmedikçe, hele bir de adaletsizliklerle karşılaşınca çaresiz kalınca bunu çok iyi anlarsınız. Kullanmadığınız elektrik, su parasından sizin yakanıza yapışırlar. Bu sadece isim ve soyadandır. Ama kabak sizin başınıza patlamıştır. Akla karayı seçip borcun size ait olmadığını ispat edersiniz. Ödediğiniz paraları, kanun yoluyla maaşınızdan kesilen paraları almadıklarını iddia edenler olur. Bereket resmi kurumlar maaşınızdan sizden önce kesip yollamıştır, böylece haklılığınız ortaya çıkar. Ama bu arada da yine güneşin altında cayır cayır yanan siz sinizdir. Perişan olursunuz, lanetleri yağdırırsınız. Ama sonuçta çözülür gider ama sizde büyük bir yara açar yine.

Borçlusunuz, kredi kartı zedesi olabilirsiniz. Sıkıntınızı aşmak için bankalardan talepte bulunursunuz, size kredi yok. Çünkü kullanacağınız kredi sizi biraz olsun rahatlatacak. Ama kredi batağında olsanız bile yük kredi kullanan biri olsanız, tekrar yüksek kredi talebinde bulunursanız hemen talebiniz karşılanır. Gerekçesi; eski kredileri kurtarabilmek için veriyoruz.

Ne kadar güzel değil mi dostlarım. Gerçek ihtiyacı olana değil, dolandırmaya alışmış, her siyasi iktidarın değişiminde nasıl yeni zenginlerimiz türüyorsa, bankalardan da bu tür bir anda mantar gibi yerden bitme zenginlerimiz çıkıyorlar. İnsan şimdi nasıl sormaz; Biz insan mıyız?

 

Evet dostlarım. Aslında konuşulacak o kadar çok konular var ki. Siz siz olun; eğer tapularınız varsa, yerlerinden uçup gitmediklerini görmek için ara sıra da olsa tapudan kontrolünü yapın. Arabanızın ruhsatını aracınızda bırakmayın. Bankada bulunan vadeli hesaplarınızı arada kontrol edin, ne olur ne olmaz adres değiştirmiş olabilir. Sağlık karnenize sahip çıkın. Sonra yanlış ameliyat olabilirsiniz. Bayan sanız prostat, erkeklerden bazıları da göğüs kanseri ve ya rahim kanseri tedavisi olmuş olursunuz. Bedeli size çıkar sonra. 3 ayda sağlık olarak 8 ilde 300milyon ytl devlet dolandırılmış
çünkü. Şimdi o kişiler aranıyor. Kısacası sevgili dostlarım. Güne başlarken nelerle karşılaşacağımızı bilemiyor. Ne kadar olumsuzluklar karşımızda bilemeyiz. Her kes sinir küpü. Vatandaş burnundan soluyor. En ufak bir kıvılcımda kıyametler kopacak. Yalnız son zamanlarda her kes “ BİZ İNSAN MIYIZ” sorusunu acaba hiç soruyor mu?

Sağlıcakla kalın sevgili dostlarım. Şuan rahmetlik Barış Manço’nun “ Gül pembe” parçası kulaklarımın pasını almaya başladı.

Saygılarımla.

İzmir/05.07.2008
Hüseyin DURMUŞ
Emekli Edebiyat Öğretmeni
Şair Yazar
www.kafiye.net


Tarih 27 Ağu 2014 Kategori: Ülkü DUYSAK

GÜN GELİR


GÜN GELİR

Gün gelir, bir kelebek konar avuçlarına,
Kanatlarında gülümser zarafetin gözleri…
Özlemin düşer yeni bir bahara,
Tutar ellerinden kelebeğin renkleri.

Gün gelir, yenilirsin hırçın dalgalara,
Ellerinde kum taneleri…
Umutların düşer uzak kıyılara,
Solar içinde denizin maviliği…

Gün gelir aşkı tanırsın.
Başlar yüreğinde sevdanın bestesi…
Senden büyük seven yok sanırsın…
Düşer gözlerine güneşin nemi…

Ülkü Duysak
www.kafiye.net


Tarih 27 Ağu 2014 Kategori: Hüseyin DURMUŞ

Hastanın Listesi


Hastanın Listesi
Sabah erkenden kalkan Ali bey; sabah yürüyüşünü yaptıktan sonra  Alaçatıda  evinin balkonunda dinlenmeye başlar. Bir taraftan da hanımı ile sohbet eder.

Ali bey – Hanım, ben biraz sonra alış verişe çıkacağım.

Oradan da sağlık ocağına uğrayacağım. Bir muayene olup almamız gereken ilaçları da alayım. Bana misafirler gelecek dedin. Misafirler geleceğine göre onlar için kullanacağın malzemenin listesini ayrı, bir de senin ile benim kullanacağımız sağlık reçetesindeki listeyi ayrı bir kağıda yazaz mısın?

Ayşe Hanım- Aman dikkatli gidip gel. Sıcak çok fena çarpıyor. Güneşin altında kalma. Ben listeyi neden yazayım. Sen yıllardır misafir gelince ne alacağını biliyorsun.

Ali Bey- Ben ilk önce sağlık merkezine, sonra da alış verişe çıkarım. Hem nede olsa artık yaşlandım. her şeyi aklımda tutamıyorum. Sen listeyi yapıver de ben de listeye göre davranayım. Unutmadan alacaklarımı da alayım canım.

Ayşe Hanım- Tamam, tamam, yine aksiliğin tutmasın, yapıyorum.

Ali Bey, evinden çıkar, yola koyulur. Bir elinde çarşıdan alacaklarını belirten liste, diğer elinde de yazdıracağı ilaçların listesi vardır. İlkönce Alaçatı Sağlık Ocağına gider. İçeri girer ve kendisine 9 numaralı sırayı verirler. Sırası gelince Dr. Odasına gider.

Muayene odasına girdiğinde içeride masada oturan biraz ağır vasıta diye kabul ettiği topluca bir hemşirenin oturduğunu görür. Kendisine gülümser hemşire ve “ Hoş geldiniz beyefendi, sağlık karnenizi verip şu sandalyeye oturur musunuz ?” der.

Ali Bey, biraz sonra; çok genç, uzun boylu, çıta gibi bir doktor görür karşısında. Diğer tarafta da az önce ağır vasıta dediği, aslında Akrep Nalanı hatırlatan hemşirenin de kıs kıs güldüğünü görür.

Doktor- Neyiniz var beyefendi, şikayetinizi öğrenebilir miyim? Bizden ne istiyorsunuz? Nasıl yardımcı olabilirim?
Ali Bey, yağmur değil, sanki dolu bombardımanına tutulmuş gibi soruların ard arda geldiğini görünce şaşırır. Çünkü doktor bu arada hiç nefes almadan da soruları sormuştur. Ali Bey, genç doktora evde hanımının yaptığı ilaç listesini cebinden çıkarıp doktora uzatır.

Ali Bey- Efendim ben ve eşim sizden bu ilaçları bizim için yazmanızı istiyoruz, der.

Genç doktor Ali Beyin uzattığı listeyi alır. Şöyle bir listeye bakar, sonra yüzü bir gerginleşir, ardından da gülmeye, kahkaha atmaya başlar. Daha sonra oturduğu sandalyeden kalkar, paravananın arkasına geçer, orada tepinmeye başlar. Doktor sakinleşememiş ve alabildiğine kahkahaya da devam etmektedir. Masasına döner. Şaşkın gözlerle doktora bakan Akrep Nalan ayarındaki hemşire, soran bakışlarla doktora bakar. Doktor elindeki listeyi hemşirenin önüne koyar ve yerine oturur.
Hemşire de listeyi eline alır almaz kahkahayı basar ve olduğu yerde tepinmeye başlar. Öyle gülmektedir ki, hiç beklemedikleri bir ilaç listesi ile şaşkına dönmüşlerdir. Gözlerinden yaşlar akan hemşire bir ara yerinden kalkar, Ali Beyin önünden yüz yüze bakışarak geçer ve dışarıya çıkar.

Akrep Nalan ayarındaki hemşire genç doktor kadar şanslı değildir. Hemşire hanım biraz da dikkatsizliği nedeniyle altını ıslatmıştır. Beş dakika sonra hemşire yeni kıyafetiyle odaya gelerek masasının başına geçer. Ali Beye döner;
Hemşire- Özür dilerim beyefendi, istemeyerek oldu. O listeyi gördükten sonra kendimi tutamadım.
Ali Bey, sağlık ocağında bile bile listeyi doktora yanlış vermiş, ama sonra doğru listeyi sunarak ilaçlarını almıştır. Ali Bey, odadan dışarıya çıkar. Hemşire eline Ali Beyin verdiği ilk listeyi alır. Yüksek sesle okumaya başlar.

Ali beyin, alacağı yiyecek listesidir;

İki kilo yufka, 6 yumurta, Bir paket sana yağ, iki demet maydanoz, iki kilo domates, Bir paket bir kilogramlık un, Bir paket vanilya, Bir paket pudra şekeri, iki kilo salatalık……..

İzmir / 16.07.2008
Hüseyin DURMUŞ
www.kafiye.net


Tarih 27 Ağu 2014 Kategori: Zehra Demirtaş

TÖVBELER TÖBESİ


TÖVBELER TÖBESİ

Senden gidişim,
Sayılı günlerimin haps olması gibiydi.
Dermansız derde çare aramaktı sanki,
Canıma can olamadın yarim.
Sevda ya tövbeler tövbesi !
Yaktın canımı, yıktın küçük dünyamı,
Ruhumu ele geçirdinde ne oldu sanki.
Ruhumda sendin, kalbimde sen,
Sen seni yaktın,yaktın yıktın be yarim !
Kaç benden şimdi, kork benden,
Yakacağım dünyayı !
Senide yaktığım gibi yarim.
Şimdi güçlüyüm, ayaktayım,
Dimdik dikileceğim karşına,
Geçmişini bağışlamayacağım.
Ateş olup yakıp yıkacağım yarim !
Tövbeler tövbesi !
Bir daha asla dönmem sana.
Sen seni yok ettin, beni küle çevirdin,
Bak küllerimden yeni bir ben yarattın !
Şimdi git ardına bile bakmadan,
Güle güle be yarim, güle güle….

Zehra Demirtaş Boz
www.kafiye.net