YAŞAM ARASI BİR ÖLMEK

Israrla çalan telefonumu iş yoğunluğum içerisinde sağlıklı konuşamayacağım fikriyle meşgule alıyorum. Bir dakika geçmeden tekrar çalmaya başlıyor telefonum. Biraz huzursuz ve endişeli, biraz meraklı elimde telefon koridora çıkıyorum. Ortalıkta kimselerin olmayışı beni rahatlatıyor. Cevapla tuşuna basmadan önce
aldığım derin nefesin sebebini bilmiyorum.

Arayan canıma can bildiğim dostum Nurhan; ama ben ona hep Nur’um…diyorum.

Efendim, dediğim anda peş peşe gelen sorularla afallıyorum.

‘’Firuze; iyisin, yaşıyorsun ,ölmedin değil mi?’’

Evet, deyince yükseliyor Nur’un sesi:

‘’Neye evet, iyi olduğuna mı, yaşadığına mı, öldüğüne mi?’’

‘’Saçmala Nur’um, ölmüş olsam sana cevap verebilir miyim?’’

‘’İş yerinden öğleden sonrası için izin alabilir misin? Seni görmem gerek.’’ diyor.

‘’Denerim ama Allah aşkına bu ne telaş, neyin var senin?’’ diyorum.

‘’Yapma lütfen ,telaşlı falan değilim, sadece seni görmek istiyorum. Bir de kahve
muhabbetlerimizi özledim. Hepsi bu.’’ diyor.

‘’Tamam ‘’ deyip kapatıyorum telefonu .Aklım Nur’un ağlamaklı ,ikircikli sesinde kalıyor.

Son zamanlarda çokça hassaslaştığını, durup dururken ağlamaya başladığını, ardından kahkahalarla güldüğünü anımsıyorum. Gözlerim buğulanıyor Bir de vasiyetini hazırlar gibi konuşmaları yok mu? Daha dün akşam ‘’Bak bana bir
şey olursa, şuralara ödemelerim var, falancadan alacağım var .Onları alıp ödersin. Alt sokakta yalnız yaşayan bir Ayşe Teyze var.

Ben, her akşam ona yemek götürürüm, benden sonra sen devam edersin buna .’’ demişti. Ah deli kız ,diyorum içimden patronumun odasına doğru yollanırken.

İzin almakta zorlanmıyorum. Zira sık yaptığım bir şey değil bu.

Panik halinde çıkıyorum iş yerinden. Arabama binip kontağı çevirdiğimde paltomu üzerime almadığımı fark ediyorum ama önemi yok. Nur’uma gidiyorum; arabada da üşümem nasıl olsa.

Meydandan yukarı doğru çıkarken yol kenarında delice eriklerin pıtır pıtır açan
çiçeklerini ilkyazın müjdecisi diyerek seviyorum gözlerimle. Kocaman bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Nisan günleri tüm davetkarlığıyla gizemligizemli salınıyor önümde. Gözlerimde, yüreğimde kelebekler uçuşuyor. Yaşamak bir kez daha
güzelleşiyor zamanın yonttuğu, budadığı mevsimde.

Ne kadar yol aldığımı arabamın ön camına tek tük düşmeye başlayan iri yağmur  damlalarını fark ettiğimde saate bakıyorum. On beş dakikadır yoldayım. Yağmur damlaları sıklaşıyor ve ben şehir trafiğini geride bırakıp Nur’un bağ evine doğru yol almaya başlıyorum.

Gök gürlüyor, yağmur şiddetini arttırıyor, yolum tenhalaşıyor birden. Az önce meydanda gördüğüm bahar dallarında patlayan çiçekler yol kenarında pembemsi bir şerit oluşturmuş benimle birlikte akıyor. Yol ıslak ve kaygan. Oldum olası arabayı hızlı kullanmayı seviyorum.

Bu dürtüyle gaza basarken çocuklarım ve eşim geliyor gözlerimin önüne. Yavaşlamak istesem de içimdeki baskın hız dürtüsüne yenik düşüyorum. ‘’Hadi Firuze, yapma ,rahat ol; iyi şoförsün kızım sen. Bu yolla baş edebilirsin.’’ diyor iç
sesim.

Sevdiğim özel şarkılardan oluşturduğum CD’yi takıyorum müzik çalara. Sezen’in

dokunaklı, buğulu sesinden dökülen nağmeler ruhuma kanıma karışıyor usul usul. Kaç insanın kendi adının geçtiği bir şarkıyı dinleme şansı var ki diye düşünürken mırıldanarak eşlik ediyorum Sezen’e…

Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yılları
Ağla, ağla Firuze ağla
Anlat bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu
Kıskanır rengini baharda yeşiller
Sevda büyüsü gibisin sen Firuze
Sen nazlı bir çiçek, bir orman kuytusu
Üzüm buğusu gibisin sen Firuze

Duru bir su gibi, bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi
Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş
Acelen ne bekle Firuze…

Ah Sezen, ömrümün en dilsiz zamanlarının sesi… Hızımı arttırdığımı Nur’un bağ evine giden son virajı alırken fark ediyorum.’’ Ah Nur, iyi ki görmek istedin beni. Yaşamak ve çıldırmak için ne güzel bir gün. Bir dosta giden yol böylesine güzelse kim bilir o dostun kendisi ne kadar özel ve güzeldir. ’’düşüncesinin yüzüme yaydığı gülümseme bıçak gibi kesiliyor birden. Direksiyon hakimiyetimi kaybediyorum. Son köprünün üzerindeyim. Arabam rüzgarın önündeki yaprak misali sağa sola savruluyor ve şiddetli bir gürültü kopuyor. Sezen’in ‘’Geri Dön’’ şarkısı çalıyor CD’de. Ses kesiliyor, bağırışlar, ayak sesleri ayyuka çıkıyor. Siren sesleri bir sedye olduğunu sandığım tekerlekli bir koşu eşliğinde devam ediyor.

Gözlerimi açmak, olan biteni görmek istiyorum. Zorlanıyorum. Kollarım ,üzerine beton dökülmüşçesine ağır. Bir süre sonra tavanından spot ışıklar yayılan bir odadayım. Bir şeyler oluyor. Yolunda gitmeyen bir şeyler var. İçim boşalıyor ve bedenim külçe gibi ağırlaşıyor. Başucumda bir sehpa var. Zorla araladığım göz
kapaklarımın arasından başımda bekleyen bir kalabalık olduğunu seçebiliyorum. Elimi avuçlarında tutan eşim olmalı. Durmadan sayıklıyor:

‘’Hayır…Firuze, gitmeyeceksin!’’

Saniyeler arasında Nur’umu görüyorum. Ama ağlıyor bu kız. Ayak ucumda kızım
Melisa ve oğlum Efe bir birine yaslanmışlar. Dudakları sürekli kıpırdıyor derken her şey, herkes kayboluyor. Kaç gece kaç gündüz bu halde kaldım ,bilemiyorum.
Durmadan bağırıyorum, yalvarıyorum:
‘’Allah’ım, benim yaşamam gerek. Eşim ,çocuklarım, sevdiklerim bensiz yapamaz. Hem eşim yemek yapmayı ,çamaşır yıkamayı, ütü yapmayı beceremez. Çocuklarım perişan olur. Daha üniversiteye gidecek onlar, aşık olacaklar, evlenecekler, torunlarım olacak ve ben olmayacak, olamayacak mıyım…? Ne olur yaşat beni.
Ben gidersem çiçeklerim kurur, boynu bükük kalır pencere önündeki Afrika menekşelerimin. Köpeğimiz de Meks ağlar, ne olur yaşat beni …’’ diye yalvarıyorum sürekli.

Gücüm kesiliyor, iç sesim de susuyor. Direnmeliyim. Her şeyi böyle eksik, böyle yarım bırakıp gitmek yakışmaz bana. Aralarına hıçkırıklar serpiştirilmiş mırıldanmalar duyar gibiyim.
Eşimin, diğer yarımın sesi bu:
‘’Firuze, seninle olduğum bir hayatı bu kadar sevmişken ,cümle güzel sıfatları adına
eklemişken; nefesim, sesim, ömrüm, aşkım, sultanım, baharım demişken sana, karalar giydirme yüreğime. Yetim bırakma gözlerimi ardında.
Hadi, uyan Firuze’m, bu yaz hep yapmak istediğimiz Abant tatilimizi yapacağız. Ölü
Deniz’e gidip paraşütle atlayacağız. Hem balkondaki çiçeklerin dilinden anlamıyorum ki ben. Gitme, ölümüm olursun Firuze’m…’’diyor.

Her şeyi nasıl bu kadar net duyduğuma şaşıyorum. Nur’um, bir köşeye çekilmiş, ağlıyor, kendini suçluyor durmadan. ’’Ben çağırmasaydım sen yollara düşmezdin ve şu an ölümün eşiğinde olmazdın. Beni sonsuz bir azapta bırakma

Firuze…Sen güçlüsün, neleri aşmadın ki? Ben, biz; sensiz ne yaparız? Hadi be mikrobum, şaka yaptım, ölmüyorum, döndüm ,de.’’ diyor.

Başucumdaki ekrandan çıktığını tahmin ettiğim bir ses odadakileri hareketlendiriyor, çığlıklar yükseliyor. Galiba ölüyorum. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Sanırım bir sandıktayım. Kalkmak istiyorum, sert bir yere çarpıyor kafam. Bir sis peydahlanıyor, içine alıyor beni. Kim olduğunu  çıkaramadığım bir kadın beliriyor sisin içinde:

‘’Sen öldün Firuze, boş yere çırpınıp durma.’’diyor.
‘’Hayır, ölmedim ,ölemem ben.’’ derken çocukken
‘’Eğer bir gün Azrail bana da gelirse bir yolunu bulur atlatırım onu ve ölmem .’’ dediğim zamanları hatırlıyorum.

‘’Sen de kimsin ki öldüğüme karar veriyorsun?’’ demeye kalmadan görüntü kayboluyor.

Eve gitmeliyim. Oğlum ve kızım okuldan gelmişlerdir. Eşim de eve gelirken bir sokak çiçekçisinden bir demet papatya almıştır bana.’’ deyip ayaklanıyorum. Birden tüy kadar hafif  bir Firuze oluyorum. Sandıktan çıkıp göğe doğru yükselmeye başlıyorum. Meğer toprak da zaman gibi geçirgenmiş. Eve gideceğim ve herkesi
sevindireceğim aklımca. Hızlı ve fazla geçirgen bir yolculuktan sonra bahçesinde onlarca çiçeğin bahara ayaklandığı evimizin dış kapısındayım. Evde bir kalabalık var. İçeri doğru süzülüyorum. Neden kimseler görmüyor beni? Oysa ben onları tek tek görüyorum. Salona geçiyorum. Konu komşu, eş dost ,hısım akraba herkes burada. Kadınlar başlarını örtmüşler ,Yasin okuyan yaşlıca bir kadını dinliyorlar. Kızım da onlarla. Nur’umun omzuna yaslanmış ağlıyor. Hay Allah, dönüp baksa beni görecek ,sevinecek; bakmıyor. Yanına sokulup :
‘’Neden ağlıyorsun Melisa’m?’’ diyorum cevap yok.
‘’Annem, anneciğim neden öldün ki?’’ diyor durmadan.
‘’Ölmedim, buradayım canım kızım. Baban ve kardeşin nerede?’’ diye soruyorum, nafile. Ben onları görüyorum, duyuyorum ama onların hiçbiri benim farkımda değil. Oturma odasında erkekler toplanmış oturuyorlar. Eşim çok bitkin görünüyor. Herkes suskun. Eşime sesleniyorum, duymuyor beni. Bu duruma içerliyorum.
Çığlık atıyorum peş peşe.’’ Biriniz de beni duysa ne olur…ölmedim ki ben .’’diyorum.

Birden geri doğru çekilmeye başlıyorum. Kendimi toprağın altındaki o daracık yerde buluyorum.

Yoğun bir sis var. Sisin içinde yavaş yavaş beyazlı kadının görüntüsü ortaya çıkıyor. ’’Sen öldün Firuze, anlasana. Seni kimse duyamaz ,göremez artık.’’ diyor bana. Derin bir iç geçiriyorum. Eve gidip bir daha denemeliyim şansımı düşüncesiyle sıyrılıyorum toprağın altından. Bir önceki yolculuğumu tekrarlayarak evimize ulaşıyorum. Yatak odamıza gidiyorum.

Eşim derin bir uykunun koynunda. Yüzünde alışık olmadığım bir mutsuzluk var. Rengi de solgun üstelik. Sesleniyorum usulca ama duymuyor beni. Yok , böyle olmayacak. Rüyasına girmeliyim ve konuşmalıyım onunla. Uykusuna sızıyorum önce .Büyük bir umutla rüyasına dahil olmaya çalışıyorum. Ama rüyasında başkaları var. O kadar kalabalık ki beni görmemesi ihtimalinin korkusuyla oğlumun odasına doğru yol alıyorum. Bilgisayarın başında oturuyor oğlum. Bir şeyler yazıyor. Masaya yaklaşıp okumaya başlıyorum yazdıklarını. İlk sözcüğü okumamla yüreğime, bedenime aşinası olmadığım bir alev yayılıyor:

‘’Annem…ben sensiz yaşamayı bilmiyorum. Sensiz nasıl sevinilir, nasıl mutlu olunur bilmiyorum. Sen gittiğinden beri hepimizin hayatı başkalaştı. Renklerimiz soldu. Bahar geldi oysa… Ölmek için kötü bir zaman değil mi be annem. Şimdi bir mucize olsa, sen geri gelsen, kaldığı yerden olduğu güzellikte devam etsek, edebilsek hayatımıza.’’ Bu noktada ağlamaya başlıyor oğlum ,hem de sarsıla sarsıla. Eşim ve
kızım koşup geliyorlar odaya. Dayanamıyorum…olanca gücümle bağırıyorum: ‘’Ben
ölmedim bir tanem, ölmedim ben…’’

Kapının zili ısrarlı ısrarlı çalıyor. Ben ölmedim, diyerek fırlıyorum yataktan. Odadan çıkıp telaşla koridordan geçerken çabucak oğlumun ve kızımın oda kapısını aralayıp bakıyorum. Mışıl mışıl uykudalar. Kapı hâlâ çalıyor. Üzerime bir şal alıp kapıyı açmaya çalışırken eşim sesleniyor odadan:

‘’Firuze, sana akşam söylemeyi unuttum. Nur, bu sabah kahvaltıya gelecekti bize.’’
Algılama sorunu yaşıyorum bir an. Kapıyı açınca elinde bir demet papatya ve simit poşetiyle Nur’u karşımda buluyorum. Sımsıkı sarılıveriyorum boynuna.

‘’Senin hiçbir suçun yok, hem ben ölmedim bak.’’ diyorum. Sayıklamalarım bir süre devam ediyor. Nur’um şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor.

‘’Neden ölesin ki biriciğim. Bugün pazar ve güzel bir bahar günü yaşamak için.’’ diyor.Dakikalarca boynunda asılı kalıyorum ve derin hıçkırıklara boğuluyorum.

‘’Rüya mı gördün bakayım sen?’’ diyor Nur’um. Gözlerimi kapatarak ‘evet’ anlamında başımı sallıyorum. Yüzümü avuçlarının içine alıp gözlerime bakıyor sıcacık. Kol kola içeri geçiyoruz. Eşim, kızım ve oğlum da uyanmışlar. Bendeki garipliği anlamak istercesine yüzüme bakıyorlar. Hepsini tek tek kucaklayıp öpüyorum. Nasıl bir rüya gördüğümü bilmek isteyen meraklı bakışlarla etrafıma oturuyorlar. Ağlamam kesilince anlatmaya başlıyorum:

‘’…İşyerinden Nur’a giderken bir trafik kazası sonucu ölmüşüm…’’

Ben anlattıkça herkesin üzerine bir durgunluk çöküyor. Rüyamı anlatmam bitince hepimiz bir süre susuyoruz. Sonra eşim basıyor kahkahayı. ’’Sen, ne zaman bir rüya görsen hepimizi o rüyanın içine alıyorsun, uzunca zaman da o rüyayla yaşıyorsun, çok etkileniyorsun, çok üzülüyorsun. Yaşamda her şeyi fazlasıyla ciddiye aldığın gibi rüyalarını da ciddiye alıyorsun.

Hatırlıyor musun bir keresinde rüyanda benim seni başka bir kadınla aldattığımı görmüş ve günlerce yüzünü düşürmüş, sitem etmiştin bana.’’
Nur’a dönerek yarı şaka yarı ciddi anlatmaya devam ediyor eşim:

‘’ İnanabiliyor musun ,kendisini aldattığım kadının adı bile belliydi: ’Zeynep.’ Günlerce Zeynep kim? diye sorguya çekti beni.Kederlendi, üzüldü. Bu rüyanın etkisinden kurtulması uzun zaman aldı.’’ diyor.

Sonra bana dönüp , ellerimi tutuyor, tüm içtenliğiyle yüzüme bakıp:

‘’Hani şair diyordu ya: ’Yüzün başka bir hüzün, hüzün başka bir yüzün. ’ Ben bu sözü sana çok yakıştırıyorum. Pamuk yüreklim, sendeki bütün halleri seviyorum ben . Biliyor musun, sen benim en tatlı, en güzel, en anlamlı yüzüm ve hüznümsün, ömrümsün Firuze’m.’’ diyor.

Gülümsüyorum: ‘’Allah’ım…bu nasıl bir rüyaydı böyle. Ölmemişim, bana verdiklerine şükürler olsun …’’ derken bütün bedenime hükmeden hüznümü bir elbise gibi çıkarıp atamıyorum üzerimden. Hep birlikte yüzümüzde buruk bir sevinçle mutfağa doğru hareketleniyoruz. Ölmedim, o zaman en sevdiklerimle paylaşacağım güzel bir kahvaltıya ‘hayır’ demem.

Yadigar ÜNVER
www.kafiye.net