EV DEĞİL, KORKU TÜNELİ.
Eşimle aramızda uzun süredir sorunlar vardı. Nihayet, şiddetli bir kavgadan sonra evliliğimizi yürütemeyeceğimizi anlayıp, boşanmaya karar vermiştik. Eşim yanına birkaç parça kıyafet alarak  ailesinin yanına gitmişti. Ben de zaman kaybetmeden gazete ilanlarından bulduğum ilk işe girdim. Aynı zamanda, çok acilen ucuz bir ev bulmam gerekiyordu. Akşamları işten çıkar çıkmaz, tabana kuvvet sokak sokak dolaşıyor, bıkmadan usanmadan ev arıyordum.

Bir haftalık perişanlık netice vermiş; oldukça dar bir sokakta, giriş katı, eski püskü bir ev kiralamayı başarmıştım. Aslında ev hiç içime sinmemişti. Badanası yer yer dökülmüş, bir odasının döşemesi kırılarak çökmüştü. Mutfağı penceresizdi. Dolapları haraptı. Banyosunda duş bile yoktu. Sadece bir köşesinde suyun gitmesi için ufak bir delik vardı. Evin elle tutulur tek yeri olan diğer odası ise arka bahçeye bakıyordu. Badana ve tadilat yapacak zamanım bile yoktu. Zaten bütün derdim, eşyalarımı eski evimden getirip, daha düzgün bir yer tutuncaya kadar orada muhafaza etmekti.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde bir kamyonet tutup üç beş parça mobilyayla giyim eşyalarımı, bu geçici evime taşıdım. Kolilerin hepsini açmaya hiç niyetim yoktu. Sadece
ihtiyacım olan eşyaları çıkaracak ve idare etmeye çalışacaktım. İlk iş; arka odada bir köşeye divan koydum. Üstüne yatağı, yastığı, yorganı, pijamalarımı yerleştirdim. Büfe, televizyon, yemek masası ve günlük kullanabileceğim giyeceklerimin içinde olduğu birkaç parça koliyi bu odaya alıp, diğerlerini evin girişindeki hole ve döşemesi çökmüş odaya istifledim. Çok yorgun olmama rağmen, terliklerimi ayağıma geçirip temizlik yapmaya başladım. Kapıları, pencereleri, yerleri bir gün öncesinden silmiştim. Sadece taşınma esnasında kirlenen yerleri temizlemem gerekiyordu. Her tarafım ağrıyordu ama bu pislik içinde kalamazdım. Leğendeki suyu değiştirip tekrar işe koyuldum. Biraz sonra, içinde bir şey olduğunu hissedince yer bezini silkeledim. Bir de ne göreyim? Simsiyah, kocaman bir akrep yere düşmesin mi? Hafiften bir çığlık kopardım.
Akrep de olsa, bir canlıyı öldürmek bana göre değildi. Ne yapacağımı şaşırdım. Sokağa atmayı deneyecektim. Faraş ve süpürge alıp geri döndüğümde, ortada akrep falan yoktu. Korkum iyice artmıştı. Sağa sola bakınıp onu ararken duvarda aynı irilikte iki akrep daha gördüm. Çevreyi bir kez daha kolaçan edip gözlerimi tekrar duvara çevirince, o akreplerin de artık yerlerinde durmadığını fark ettim. Sırtımdan ter boşanmıştı. Aklıma gelen duaları okuyup, temizliğe devam ettim mecburen.

Vakit ikindiyi bulmuştu. Öyle böyle ortalığı toparlamış, idare edecek kadar temizlik yapmıştım. Son bir kez etrafa göz gezdirirken, giriş kapısının üzerinden sarkan bir ip beni rahatsız etti. Onu kesmek için elime makas alıp, sandalyenin üstüne çıktım. Tam ipi kesmiştim ki birden neye uğradığımı şaşırdım. Elektrik çarpmıştı ve ben çarpmanın etkisiyle yere savrulmuştum.

Ne kadar baygın kaldığımı hatırlamıyorum ancak gözlerimi açtığımda etraf simsiyahtı. Hiçbir şey göremiyordum. Kulaklarım da duymuyordu. Bedenim buz kesmiş halde öylece yerde yatıyordum. Öldüğümü düşündüm. Beni gömmüşlerdi anlaşılan. Mezarımda kıyametin
kopmasını bekliyordum.

Epeyce bir müddet hareketsiz kaldıktan sonra, derinlerden gelen klakson sesleriyle heyecanlandım. Elimi kıpırdatabildiğimi fark edince, doğrulmaya çalıştım. Başımı yana doğru çevirdiğimde, gözlerim, zemine yakın bir noktadan sızan ışık huzmesini yakaladı. Acaba yaşıyor muydum? Bunu anlamanın tek yolu vardı. Tüm korkuma rağmen ayağa kalkacaktım. Öyle de yaptım. Cesaretimi toplayıp ışığa yöneldim. Ellerimi yere paralel uzatmış, titreye titreye ilerliyordum. Sonunda bir kapıya dokunduğumu anladım. Bu, sokak kapısıydı. Kapıyı açarak sokaktan gelen ışığın eve dolmasını sağladım. Anlaşılan gece olmuştu. Hemen bitişiğimde ev sahibi oturuyordu. Zile basıp, sabırsızca bekledim. Evin erkeği yorgun ve uykulu bir yüz ifadesiyle kapıyı açınca, olup biteni yaşadıklarımın tesirinden kısılmış sesimle bir çırpıda anlattım. Adam, geç vakitte kendisine iş çıkarttığımdan olacak, memnuniyetsiz bir ifadeyle alet edevatını alıp, ip zannederek kestiğim elektrik telini el çabukluğuyla bağladı ve atan şalteri kaldırarak evi tekrar ışığa kavuşturdu. Utana sıkıla teşekkür ettim. Gelir gelmez onlara da yük
olmanın ezikliği içindeydim fakat buna mecbur kalmıştım.

Tekrar arka odaya geçtim. Çantamda gündüzden koyduğum bir parça tost vardı. Onu yiyip, üstüne bir bardak da su içtim. Niyetim uyumaktı. Hem çok yorgundum, hem de yarın işe gideceğim için kendimi toparlamam gerekiyordu. Bu düşünceler içerisindeyken dış kapının açılma sesini duydum. Odadan fırladım. Evet, kapı ardına kadar açılmıştı. Fakat ortalıkta kimsecikler yoktu. Kapıyı kim açmış olabilirdi? Az önce kapattığıma emindim oysa. Tekrar kapatıp kilitledim ve odaya geri döndüm. Bildiğim bütün duaları içimden hızlı hızlı okudum. Uykum kaçmıştı artık. Televizyonun fişini prize takıp, antenini geçici olarak pencereye bağladım. Görüntü vardı. Şansıma, çok sevdiğim Yeşilçam filmlerinden biri oynuyordu. Dönüp yatağa uzandım. Yalnızlığın garipliğini hissedip hüzünlenince, sıcacık yaşlar istemsiz bir şekilde gözlerimden süzülmeye başladı. Bir yandan da “Artık yalnızlığa alışmalısın. Üzülmekle eline bir şey geçmez.” diyerek kendime teselli veriyordum. Tevafuk olsa gerek; filmdeki kız da ağlıyordu. Konudan koptuğum için neye ağladığını çözemedim ama sanki bana eşlik ediyordu. Moralim düzeldi. Tek ağlayan ben değildim zira. Kendimi kısa sürede toparladım ve filmi izlemeye
devam ettim.

Yaklaşık yarım saat geçmişti ki, televizyon ekranı gitgide büyümeye başladı. Neredeyse bütün duvarı kapladığı esnada filmin yerini başka sahneler aldı. Ekran silinmiş, içinde bulunduğum mekân değişmişti. Uzun servileri, sarıklı mezar taşları bulunan bir mezarlıktaydım şimdi. Mezarlığın ortasından çıkan kuvvetli bir ışık çevreyi aydınlatıyordu. Yaprak gibi titriyor, çok üşüyordum. Dondurucu bir fırtına esiyor, iki kocaman el gibi beni sırtımdan itekliyordu. Karşı koymam imkânsızdı. Sürüklenircesine yürüyordum. Aniden, yeni kazılmış bir mezarın içine düştüm. Dışarıdan bakıldığında normal boyutlarda gözüken bu mezar, içine girildiğinde geniş bir yerdi ve çok aydınlıktı. Mezarın içinde küçük küçük başka mezarlar vardı. Mezar taşlarındaki bebek resimlerinden anladığım kadarıyla, burada yatan ölüler, çok küçük yaşlarda vefat etmiş çocuklardı. Başuçlarında anneleri dikilmiş, Kur’an okuyordu. Selâm versem de karşılık alamıyordum. Demek ki beni duymuyorlardı. Zaten kendi hallerine o kadar dalmışlardı ki, etrafla ilgileri bütünüyle kesilmişti.
Birden zeminin kaymaya başladığını hissettim ve tekrar müthiş bir korkuya kapıldım. Çamurlaşmış toprak beni yutmaya başlamıştı. Debelenerek, bileklerime kadar batmış ayaklarımı kurtardım ve gerisin geriye, mezarlıktan dışarıya doğru koştum. Nefes nefese kalmıştım. Arkamdan büyük bir gölge beni kovalıyordu. Neredeyse tutacaktı ki, gücümü toplayarak çığlık attım.

Sesim kendi kulaklarıma vardığında, içinde bulunduğum halden kurtulmuş, yeniden odama dönmüştüm. Televizyon karşımdaydı ve film hala devam ediyordu. Yataktan fırlayıp aceleyle televizyonu kapattım.

Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Neler oluyordu? Bir türlü anlamlandıramıyordum. Yoksa aşırı yorgunluktan hayâl mi görüyordum? Ya da film seyrederken uykuya dalıp kâbus görmüş de olabilirdim. Bütün bunlara elektrik çarpması neden olabilir miydi? Sorular kafamın içine yığılmıştı ancak hiçbirini cevaplandıramadım.

Derhal bu uğursuz evden çıkacak ve annemlere gidecektim. Vakit çok geç olmuştu. Bu saatte karanlık yollarda yürümeyi göze alamadığımdan dolayı, bunu da yapamadım. Hem ailemi uyandırıp, onları da korkutmanın ne anlamı vardı? Belki de bana inanmayacaklardı. Gitmekten vazgeçtim.
Sıkıntılı bir halde odada birkaç tur attıktan sonra, ışığı kapatıp yatmaya karar verdim. Gözlerime ağırlık çökmüştü. Tam uykuya dalıyordum ki birden evin bütün lambaları yandı. Yataktan sıçradım. Sırtımdan aşağı buz gibi ter boşanmış vaziyette lambaların hepsini birer birer kapattım ve tekrar yatağa uzandım.  Aradan birkaç dakika geçti geçmedi, bu sefer de, içinde bulunduğum odanın ışığı açıldı. Artık mecalim kalmamıştı kalkmaya. Gözlerimi tavana dikmiş bakıyordum ki eşyaların hareket etmeye başladıklarını hissettim. Uzandığım yatak dâhil olmak üzere, odada ne varsa sanki lunaparktaki döner salıncak gibi dönmeye başladı. Gittikçe hızlanıyorduk. Öyle ki, görüntüler birbirine karıştı. “Allah!” diye bağırdığım anda dönmemiz durdu ve her şey eski yerini aldı. Şiddetli bir şekilde ağlamaya başladım. Ağlaya ağlaya uyumuşum.

Uyanınca bir de ne göreyim? Yastığımın üstünde, tam burnumun hizasında ölü, minik bir fare yatıyor! Dün gece olanlardan sonra bu durumu fazla garipsemedim. Yataktan doğrularak terliklerimi giymeye çalıştığımda, onların da içlerinde ölü fareler olduğunu görünce midem ağzıma geldi. Neredeyse kusacaktım. Hemen bir kâğıt parçası bulup, ölü fareleri camdan arka bahçeye fırlattım. Ev; ev değil korku tüneliydi sanki. Burada bir gece daha geçirmeye hiç niyetim yoktu.

İşe gitmek üzere üstüme bir şeyler giydim. Dış kapıyı kapatıp yola doğru birkaç adım attığım sırada, ev sahibi beyin de sokağa çıkmak üzere kapısını açtığını görünce, olanları anlatmak için yanına seğirttim. Hemen konuya girip durumu özetledim. Biz konuşurken hanımı da yanımıza gelmiş ve bizi dinlemeye başlamıştı. Sözüm bitince, bana evin bir yatırı bulunduğunu, arka oda penceresinden bahçeye baktığımda kabrini görebileceğimi ve onun benim eve taşınmamdan dolayı rahatsız olmuş olabileceğini söylediler. Dediklerine göre, zaten kim gelse, buna benzer olaylar yaşayıp evden taşınıyormuş. Ölmüş birisinin yaşayan insanlara böyle oyunlar oynayacağına inanmasam da, gece yaşadığım kâbusun daha iyi bir açıklamasını buluncaya dek bu söylenenlerin arkasına sığındım. “Ben de durmam artık.” deyince üzüntülerini belirttiler. “Niye baştan söylemediniz?” dedim. “Söylesek taşınmazdın ki!” şeklinde hayret verici bir savunma yaptılar. İşe geç kalıyordum. Bu yüzden fazla çene çalamazdım. Yanlarından hızla uzaklaştım.

O gün, zihnim başımdan geçenlerle meşgul, sinirlerim bozuk bir halde çalıştım. İşe yeni girdiğim için izin istemeye de çekinmiştim. Akşamı zor edip, doğruca annemlerin evinin yolunu tuttum. Selamlaştıktan hemen sonra, yaşadıklarımı bir solukta anlattım. Önce, “iyi saatte olsunlar”a karıştığımı düşünüp, dualar okuyarak üzerime üflediler. Birkaç defa daha detaylara girerek anlatmak zorunda kaldım. Nihayet inandılar da, yeni bir ev bulup taşınana kadar yanlarında kalmamı teklif ettiler. Çok sevinmiştim.

Aradan birkaç gün geçmişti. Eşim, gecenin geç bir vaktinde, elinde bir demet gülle, süklüm püklüm kapıya dayandı. Beni çok özlemişti ve aramızda geçenlerden dolayı üzüntü duyuyor, benden ona bir şans daha vermemi istiyordu. Açıkçası ben de onu özlemiştim. Onsuz bir hayata yeni başlamışken başıma gelen bu tatsız, korkutucu olaylar bütün cesaretimi kırmıştı. Eşimin ve evliliğimin kıymetini anlamıştım artık. Bir iki nazlanmadan sonra, annemin, babamın ellerini öperek vedalaştım. Eşim, yolda da benden onlarca kez özür diledi. Bana karşı daha anlayışlı ve sevecen olacağına yeminler ederek, söz üstüne söz verdi. Hem gururum okşanmış hem de mutlu
olmuştum.

Korktuğum için ona geri döndüğümü düşünmesin diye, yaşadıklarımı eşime anlatmadım. Aslında, aklımı alırcasına beni korkutan yatıra, evliliğimi kurtardığı için teşekkür borcum vardı. Eşyalarımı o evden taşırken, bir ara bahçeye çıkıp kabrinin başına gittim ve ruhuna bir Fatiha yolladım. Ona edilebilecek en güzel teşekkür de buydu sanırım.

Mücella PAKDEMİR
www.kafiye.net