Tarihte bugünden…

TAŞ MEKTEP




Hanelerin pek boşalmadığı, nüfus yoğunluğunun yaşandığı, köy otobüslerinin hınca hınç köylerden şehre; şehirden köylere yolcu taşıdığı, yaşlıların duvar diplerinde sohbet eşliğinde güneşlendiği, gençlerin en ağır işlerin belini kırdığı, bakkalların veresiye defterleri tuttuğu, çocukların horoz şekerine sevindiği, sokakların çocuk sesleriyle dolup taştığı… yaşamın zorluklar karşısında baş eğdiği, -elektrik olmasa da- gündüzlerin güneş, gecelerin mehtap olduğu yıllarda siyah önlüklü, beyaz yakalı çocuklara bir karınca yuvası gibi hizmet etti bu koca taş mektep. Okumayı öğretti, yazmayı öğretti. Arkadaşlığı, sevgiyi, saygıyı sosyalleşmeyi, vefayı, candan olmayı, küsmeyi, darılmayı, kardeşliği, tatlı muzipliği, bir arada yaşamayı… öğretti.

Taş duvarlarla çevrili bu mektebin bahçesine maviye boyalı bir demir kapıdan girilirdi, kapının üzerinde de KAYNAR İLKOKULU 1934 yazılıydı. Bir kırk elli metrelik çakıl dökülü yoldan gidilirdi giriş merdivenlerine… Özenle ve ustaca pencere kenarlarına,dış kapı kenarına ve bina köşelerine yerleştirilmiş kahverengi kesme köşe taşları ve kapı, pencere üzerindeki taş kemerler süsüydü bu mektebin. Dokuz on basamakla çıkılan taş merdivenden sonra kenarları ahşap oymacılıkla bir oya gibi işlenmiş, delikli ahşap sarkıtlarla süslenmiş üçgen alınlı bir sundurmanın altındaki üstü taş kemerli ve çift kanatlı bir kapı karşılıyordu talebeleri. Uzun, tahta döşeli koridoru yedi sınıfa açılıyordu, bunlardan bir tanesi hem öğretmenler odası hem müdür odası olarak kullanılırdı. Çinko tabakalarla örtülmüş çatısı bir ayna gibi parlardı o güneşli günlerde. Yağmurlu günlerde veya dolunun düştüğü anlarda çatıdan çıkan ses yağmurun veya dolunun şiddeti hakkında bir yargıya varmamızı sağlardı bazen. Yapıldığı dönem ve imkanları düşünüldüğünde verilen emeğin büyüklüğü gözler önüne geliyor elbette. Kaç kişinin alın teriyle yoğrulmuştur o harç, kimlerin sırtında taşınmıştır o taşlar metrelerce yüksekliğe, ekmeğin yanında katık olarak neler koyabilmişler sofralarına bilinmez ama Kaynar dışında on beş kadar köyden gelen taş ustalarının, işçilerin ve halkın yarınlarına, umutlarına koşuşlarının somut bir abidesi olarak duruyor hala bu taş mektep.

Kimlerin anıları yok ki bu taş mektepte. ilk okuma ve yazmaları, çocuklukları, taş oyunları, sek sekleri, mendil kapmacaları, arkadaşlıkları, hayranlıkları, bayram kutlamaları, şiirleri, rolleri…

Hep harman döneminin sonuna denk gelirdi okulun açılma vakti, soğuklara kalmadan samanını dökme, otunu yığma, buğdayını öğütme, bulgurunu hazırlama, tohumluğunu toprağa gömme telaşı sarardı insanları. Suyun öte yüzündeki harmana geçilen köprünün hemen dibinde çamaşırları tokaçlayan, kilimleri çiğneyen mahallenin kadınları, buharı tüten koca siyah kazanın başında bulgurluk buğdayı kaynatanlar; bu buğdaydan nasiplenen çocuklar… Hummalı bir hazırlık var yaklaşan sert kışa, tatlı bir telaş insanlarda. Kimi kara potasının kasnağına lokum sürerek geriyor kayışını, kimi dövenini bitirememiş hala, kimi yüksek çeteniyle saman taşıyor evine, kimi ıslık çalarak saman savuruyor yabasıyla, kimi harman yığının dibinde gölgeleniyor, kimisi hamutlarıyla, koşumlarıyla atlarını sulamaya götürüyor, kimi bir yığının tepesinden yüksek sesle sohbetini devam ettiriyor aşağıdakilerle, kimisi kurmuş savurmalıyı…

Diz kapaklarına kadar uzanan, kuşaklı siyah önlüğüyle kestirmeden kesekler içinde tökezleyerek geliyor harman yerine bir talebe. Boyu, cüssesi onun eğitim öğretimde tecrübe sahibi biri olduğunu gösteriyor. Bir hamleyle sıçrıyor saman taşıyan at arabasının uzunca sivri arka tekerleğinin dingiline, emniyetini aldıktan sonra dönen tekerleği altında kaydırarak sesleniyor:

-Emmiiii! Mektepten gönderdiler beni,

-Kim gönderdi?

-Mualliiim.

-Ne diyormuş Muallim?

-Gelsin, çocuğu mektebe kaydettirsin diyor.

-Tamam, ben muallimle konuşurum, git sen.

-Ama yarın mutlaka gelsin diyor.

-Tamaaam, hadi git sen mektebine.

-Ama sonra bana kızıyor söylemedin mi yoksa diye!

– Samanı bir dökelim, harman kalksın öyle gönderiyim, öyle söyle muallime.

“Bu muallimler de halden anlamıyor ki samanlığı kim tepeleyecek bunu göndersem, hem döküp hem tepeleyemem ki” diye söyleniyor adamcağız.

Samanlıklar iyice tepelenir, saman tavan yuvarlamalarına kadar yığılırdı. Çocuklar, ağız ve burunlarında tülbentlerle tavan ve saman arasında bir gelincik kıvraklığı ve maharetiyle işlerini yaparlardı toz toprak içinde. Harman işi de bitince gidilirdi gönül rahatlığıyla mektebe.

Mektep günleri başlamıştır artık. Mektep diyorum çünkü biz “okul”u mektepte öğrendik. Sonbaharın hafif ıslıklı rüzgarı, horozların ötüşünü köye yayarken, güneşin de hayli yükseldiği vakit, siyah önlüklü, beyaz yakalı çocuklar ellerinde siyah fermuarlı ya da kilitli çantalarıyla tutarlardı mektep yolunu. Birinci sınıfa başlayan çocukları zaman zaman anlatılması güç, endişe ve korkuyla karışık bir heyecan sarardı. Velisinin beraberinde okula gelmesi, bir hafta koruyup kollaması, destek olması söz konusu değildi o zamanlar…

Biraz ürkek, biraz tedirgin başlayan minikler bir süre sonra ev sahibi olmuşlardır artık sınıflarında. Muallimin özene bezene yazdığı kocaman yazı fişleri de almıştır gerili ipte yerini. Nedense hep o döneme göre modern diyebileceğimiz “Jale, Işık Oya, Kaya, “ gibi isimler fişlerin baş kahramanıydı. Ahmetgillerden sadece Ali ve Ayşe isimleri daha sık kullanılırdı. “Oya okula koş, Işık ılık süt iç, Kaya topu at, Ayşe topu tut, Jale zil çaldı, Ali ata bak, Bak Ali ata, Veli topu tut, Tut veli tut …” Kendi yöremizde kullandığımız isimleri bir türlü göremezdik o fişlerde. Sökerdik kısa zamanda okumayı, yazmayı. Biraz daha büyüyüp üst sınıflara geçmeye başladığımız dönemlerde üst sınıfa gider, temiz ve özenle kullanılmış kitaplara talip olur pazarlığa otururduk. Bir yıl öncesinden sözünü alırdık kullanılmış ders kitaplarının. Altı tahta döşeli uzun koridorun açıldığı yedi sınıf vardı bu mektepte. Bu sınıflardan biri de öğretmen ve müdür odası olarak kullanırdı, romen rakamlarıyla sınıf kapılarının üst tarafında I, II, III, IV, V rakamları yazılıydı. Askılıklar ve Türk büyükleri resimleri asılıydı koridorda, Öğretmenler odasının kapısının hemen yanında da müdürün ve öğretmenlerin siyah beyaz vesikalık fotoğraflarının bulunduğu camlı bir çerçeve asılıydı, o camlı albümdeki resimlere bakarak öğretmenler hakkında fikir sahibi olmaya çalışırdık kendimizce. Bir de kooperatif adı altında hizmet veren iki kapılı mini bir dolap vardı koridorun sağ ilerisinde. Hesaba kitaba yatkın olan, düzgün defter tutabilen birkaç öğrenci, birkaç farklı kırtasiye malzemesi satmakla görevliydiler burada, bu görev onları ayrıcalıklı kılıyordu elbette. Bazen yetkilerinin tadını “Bugün git, yarın gel” tarzında çıkarmaya çalışırlardı.

Koridor da uzundu, teneffüsler de. Tek kanallı siyah beyaz televizyonun hayatımıza girdiği, bol misafirli akşamların zuhur ettiği dönemlerdi. O uzun koridorda teneffüslerde tozu dumana katarak televizyonda izlediğimiz filmlerin dövüş sahnelerini film oyuncularından daha profesyonelce, ayrıca sesini ve efektini de katarak tekrar sahnelerdik kendimizce. Kimi, arkadaşına göre daha iri ve cüsseli olduğu için at olup, sınıfındaki sevimli ve küçük arkadaşını boynuna alır, üstündeki de onu dehleyerek o uzun koridoru bir uçtan bir uca koşardı. Bazen hızını alamayıp koridorun sonundaki, kapısı açık müdür odasına daldıkları da olur; iyi bir azar eşliğinde odadan uğurlanır; küçük süvari, atından hiç inmeden aynı hızla dört nala sınıfına geri koşardı. Bazı ağırbaşlı, çalışkan görünümlü, ağır, hanım hanım ablalarımız teneffüslerde sadece ağır adımlarla bilgece tartışmalar yaparak iki dış kapı arası mekik dokumayı tercih ederlerdi bahçede. Bazı ablalarımız da güneşi pek almadığı için sürekli nemli kalan taş merdivenin hemen sol dibinde dikdörtgenler üzerine çizdikleri bir yarım daireli şekil üzerinde saçları uçuşa uçuşa küçük ince taşları ölçülü ve büyük bir hünerle sektirerek oyunlarına devam ederlerdi.

Erkek çocuklar da yere çizilen dairemsi bir birini kesmeyen çizgilerle veya yine yere kare şeklinde çizilen bir geometrik şeklin kenarlarına, köşelerine koydukları küçük taşlarla, cam parçacıklarla bir oyun tertipler teneffüsü öyle değerlendirirlerdi. Her erkek öğrencinin yüreğinde zapt edemediği bir kahramanlık duygusu gösterirdi kendini. Gurur çok önemliydi, öğretmenlerin göreceği ortalık bir yerde kavga onur kırıcıydı, o sebeple taş mektebin doğusuna düşen kuytu yere gidilir çocukça kavgalara orada başlanırdı. Etrafı çeviren öğrencilerden muzip olanları, kızıştırmanın telaşı içinde hemen o klasik soruyu kavgacı öğrencilere yöneltirdi:

“Horoz musun, tavuk musun?” Tavuk olmak onur kırıcıydı, kimse tavuk olmazdı, horoz olmak mertebe kazanmaktı, kendini ispat etmekti.

– Elbette Horozum!

“Eeee patlat o zaman bir tane!” sözü biter bitmez şaaap! sesiyle birlikte birinin kulağının dibi kızarır böylece muzip talebelere de gün doğardı fakat birbirlerine de zarar vermelerine asla müsaade edilmezdi. İçeri girme zamanının yaklaştığını düşünen eke öğrenci savaş alanındaki bu gösteriyi izlemeyi yarıda keserek alanı terk eder, hemen taş merdiveni tırmanır öğretmenler odasının camından verilecek bir işaretle zilin çalınacağını bekleyen küçük çocuğun elindeki demir çubuğu kaparak zili kendi çalmak için komut beklerdi. Camdan gelen komutla birlikte demir çubukla, direğe asılı olan demir levhaya vurarak tüm talebeleri sınıflara göndermiş olmanın ayrıcalığını yaşardı.

Daha büyük ablalar ve ağbilerde oyundan çok televizyonun etkisi ağır basmaktaydı o günlerde. İlgiyle takip edilen birçok dizi vardı: Charlie’nin Melekleri, Beyaz Gölge, Küçük Ev, Dallas… Dallasın senaryosunu senaristinden bir adım önde götürebiliyorlardı. Ceyar’ın kalleşlikleri çoğaltılır, Yakışıklı Babi ile karısı Pem’ in ilişkilerine yeni bir boyut getirilir, sevimli Lussi’yi tüm kötülüklerden koruma planları yapılırdı. Cuma günleri büyüklerimizin en müstesna misafiri ise Asaf Demirbaş olurdu. İnanç Dünyası’nı sunardı Demirbaş, konuklarına anlattırdığı çevre temizliği, ağaç dikmenin dinimizdeki yeri, faziletli insanların vasıfları gibi konuları dinlerler, bize uzun uzun nasihatlerde bulunurlardı.

Teneffüslerde ziyaretinden mahrum kalamadığımız bakkal amcalarımız vardı yanı başımızda. Neler olmazdı ki: Üfledikçe içindeki nohutu havalanan renkli düdükler, tek gözümüzü yumarak baktığımız mercekli filmler, ömrü yere bir düşümlük küçücük mavi beyaz; kırmızı beyaz pijama desenli naylon toplar…en çok da lokum, bisküvi, şeker sucuğu rağbet görürdü.

Şeker sucuğu ve bisküvi birbirinden ayrılmaz muhteşem lezzet ikilisiydi, hatta lezzeti ağızda hissedilir acısı matematik dersinde çıkardı zaman zaman.

-Yaz bakalım!

Ali’nin cebinde iki buçuk lira var…

Öğrenci, ikiyi rakamla buçuğu yazıyla yazarken, muallim kalkar:

-İki buçuk öyle mi yazılır! Nerde kesri bunun! Kesirli yazacaksın kesirliii!… Kocaman bir 2 yazar yanına bir çizgi ve üstüne 1, altına 2 yazıp işte bak şöyle yazacaksın, oturur.

Yaz!

Ali’nin cebinde iki buçuk lira parası var. Ali, yetmiş beş kuruşuna bisküvi, bir lirasına şeker sucuğu, on kuruşuna da ciklet aldı. Ali’nin cebinde kaç kuruş kaldı?…. Şeker sucuğunun lezzetinin acıya dönüşümünü anlatan bu tür problemler bazı talebelerin damağında acı bir tatla devam eder giderdi.

Her Cuma okulun geniş bahçesinin sol alanında bulunan ve siyaha çalan koyu kahverengi Atatürk büstünün önünde toplanılır, bütün sınıflarla bir ağızdan İstiklal Marşı’mız iç huzuruyla söylenirdi. Gözlük camları sürekli pırıl pırıl parlayan Muallime Hanım ahenkli parmak hareketleriyle tamamlatırdı milli marşımızı.

Müzik dersi farklı bir uygulama ile yapılırdı bazı sınıflarda. Sınıfça bazen başka sınıfa gider hep beraber marşlar türküler, söylerdik. Muallime Hanım çok güzel ezberletirdi parçaları. Ezbere bildiğimiz parçaları söylerken bazen coşar, kendimizden geçer kendimizi yurttan sesler korosu ile özdeşleştirirdik.

Solo çalışmamız pek az olurdu, medeni cesaret denilen özgüven eksikliğimiz musiki sanatını hakkıyla icra etmemize mani olurdu hep. Ama notaları seslendirmek için koroya hacet yoktu, hepimiz doo, ree miii faaaa, soll laasiiii dooooo notalarını su gibi söylerdik, Koro çalışmasını mükemmel yapardık. Koro eksiğimizi, kusurumuzu kamufleye uygun bir çalışmaydı, biz de bu konuda gayet yetenekliydik. Hocamızın bir, ki, üç komutuyla, nağmeye uygun el hareketlerini takip ederek başlardık hep bir ağızdan:

Yaslııııı gittiiiim şen geldiiim

Aaç kooynunuuu ben geldiiim

Baaanaa biir yudum suuu veeeer

Çok uuuuzak yooldan geldim

………….

Iııılgaaaaz Anadolu’nuuuuun

sen yüce bir dağısıııııın

Baharla yer yüzündeeeee

O cennetiiiiin bağısıııın

……………

Ankaranıııın taaşına baaaak

Gözlerimiiiin yaaaaşına bak

Biz düşmanııııı eeeesir aldııık

Şuu feleğiiiin iiiişine bak

Bu parçaların nağmeleri belki hala taş mektebin tavanlarında çınlıyor, hala ezberimizde.

Zaman zaman da sıralardan bir platform yapılır piyesler de düzenlenirdi bu taş mektebin koridorlarında. Bayram kutlamalarından çok ilgi görürdü bu piyesler, ailelerimiz, anne babalarımız davet edilse de sadece anne ve ablalar ilgiyle icabet ederlerdi bu davete. rol alanlar ve baş oyuncular haftalarca konuşulurdu dillerde.

Bir başka tadı vardı bayram kutlamalarının. Bayrama yaklaşılırken görevli talebeler yeteneklerine göre seçilir, şiirciler şiirlerini ezberler, trompetçiler özel çalıştırılır ,talebeler ve yürüyüş ekibi de “Saaağ sol, saağ sol; bir ki, bir ki..” komutlarıyla yürüyüşe çalıştırılırdı. Davul çalmak için yeteneğe gerek yoktu zaten, davula uygun bir cüssenin olması kafiydi. Davulu çalan en çok göz önünde olan kişiydi. O sebeple en çok takılmalar davulu çalana olurdu. Çalışmalar sırasında bazen sabrı taşan davulcu, çaktırmadan keçeli tokmağı arada bir başkasının tepesine indirdiği de olurdu. Bir kız bir erkek öğrencini kolları arasında Atatürk resmi, temiz kıyafetler, trompetler, kağıt bayraklar…Köylülerin ve meraklı küçüklerin müthiş teveccühü eşliğinde sevinç ve gururla dolaşırdık bayram günü istikamet alanını ve sonra bahçede başlardı tören…

Yıl sonuna doğru düzenlenen kır gezisinde istikamet genellikle küçük baraj olurdu çoğu zaman. Yakındı, güzel bir mekandı, berrak suyu, yemyeşil çimenleri, çocuk boyu kayalıkları vardı. Yanımıza ne alacağımız hiç önemli değildi, annelerimizin, ablalarımızın marifetlerine ek olarak renga renk boyalı haşlanmış yumurtalarımızı almış olmamız bile yeterliydi. Gruplar oluşturarak aralıktaki Yerli Malı Haftası’nı adeta mayısa taşırdık. Ablalarımız yumak yumak iplerini çıkarır berrak suyun kenarındaki yeşil çimenlikte saçları uçuşa uçuşa ip atlardı. Güneş saçlı çocuklardık o zamanlar.. Ne büyük keyifti küçük barajın setinden taşan o serin suya paçaları sıvayarak girmek ve bir o yana bir bu yana gezinmek… Ne güzeldi köyüm, ne güzeldi öğretmenlerim, ne güzeldi mektebim, ne güzeldi ağbilerim, ablalarım, arkadaşlarım, kardeşlerim. Bir kez daha söylüyorum “HER ŞEY İNSANLA GÜZEL”di

Dile gelse neler dökülürdü acaba o taş mektebin yufka yüreğinden, tepesinde güvercinlere, bağrında kırlangıçlara, serçelere yarım asır boyunca kol kanat gerdikten sonra; uzak yerlere uçan kırlangıçları, serçeleri hala merak ediyor mudur, şimdi güvercinlerin kanatlarını yolan sansarların vahşiliklerine isyanını yüzümüze vuruyor mudur, sitemkar mı konuşurdu acaba, sadece kuşların yolunan kanatlarından mı bahsederdi yoksa düşen kendi kanadına da bir derman arar mıydı?…

İyi veya kötü anlarımızla bir dönem geçirdik bu taş mektepte. Duygular, öznel ve görecelidir elbette. Biraz tebessüm, biraz yıllar öncesine yolculuk, biraz çocuk yanımız…resimlere bakarken depreşti bazı duygular ve bu satırlar döküldü ortaya.

“Kötü anlarımız da oldu nerede? Onlara hiç değinmemişsin…”

Ben sadece elim kanasa da dikenler içindeki gülleri toplamayı ve sevdiklerime onları sunmayı yeğlerim. Profesöründen, polisine, askerinden öğretmenine birçok değer yetiştiren bu taş mektep bir değerdir benim için. Yıkılan duvarın taşlarını belki koyamam ama bir nebze sözcüklerimle duvarını örüp, duygularına tercüman olmaya çalıştım.

Öncelikle yarım asır köyüme hizmet etmiş bu taş mektepte bizleri yetiştirmek için fedakarca, samimiyetle çalışmış tüm öğretmenlerimizin ellerinden öpüyor, kaybettiklerimize Allahtan rahmet diliyorum. Başta sınıf arkadaşlarım olmak üzere burada eğitim görmüş tüm mezunlarına selam ve sevgilerimi sunuyorum. Hürmetlerimle.



Ergün BİLGİ
www.kafiye.net

Bir ağaç ve gökyüzü görseli olabilir
Bir çim ve ağaç görseli olabilir