Öteki Kedi

Hatice Eğilmez Kaya

Ağustosun ortalarıydı. Sam yelleri esiyordu. Bense yakıcı rüzgârlara aldırmaksızın not defterime bir şeyler karalıyordum. Akşam güneşine sırtımı dönmüştüm. Karşımda çiçekleri çoktan solmuş, üç sıra ıhlamur ağacı vardı. Onları ilk kez haziran ayında fark etmiştim. Hani şu gitmek konusunda aceleci olan; güvercinlerin, kumruların, sakaların ve bilcümle kuşların hayran kaldıkları hazirandan söz ediyorum. Bu, çoğunlukla ılımlı ay bende hep kocaman, ela gözleri olan oğullarla özdeşleşmiştir.

“Öteki, insanlığın ürettiği en karmaşık kavramlardan biri olmalı.

Öncesinde yalnızlık seçiminin veya yalnızlaştırılmanın diğer adı… Zaman geçtikçe çember genişleyip başkaları haline geliyor kanımca…”

Yazmaya öylesine dalmışken uzun tüylü, kırçıllı bir kedi sakin ses tonuyla, “çok yalnızım” dedi bana.

“Neden?” diye sormadım. Çünkü nedenini üç aşağı beş yukarı biliyordum.

O, tanıdığım ilk ve tek öteki kedi idi. Kendisini yalnız hissetmesi kadar doğal bir şey olamazdı.

Yazmaya devam etmek istiyordum, defterime döndüm.

“Yazmak darda kalıp çığlık atmaktır bazen. Karamsar şeyler yazmaya da gerek yok çığlık atmak için. İçimizdeki-içinizdeki yazmış da olabilirim- endişeyi dile getirmek adına güzel, gülümseyen sözler edebiliriz. Aydınlık ya da karamsar her sözde endişeden izler vardı. Eski zaman şairleri sık sık felekten yakınırlardı.”

Yazdıklarıma doğru pembe burnunu uzattı.

“Konunun şairlerle ne ilgisi var?” dedi ukalaca. Oysa ben onun susacağını ve öyle uslu uslu oturacağını sanmıştım ilkin.

Düşündüklerimi işitmişçesine yine mır mır etti. Bense yazmaya devam ettim.

“Aykırı insanlardır şairler ve felek diye adlandırdığınız genel çizgi -ki toplumun ortak algısı ile biçimlenir çoğu kez- aykırılıkları sevmez, sahiplerini hemen öteki ilan eder. Sokakta oyun oynayan çocuklarda bile vardır bu. Durup durup içlerinden birine saldırırlar.”

Kuyruğu bir o yana bir bu yana kımıldanıyor, aynı zamanda yazdıklarımı kolaçan ediyordu. Sıra dışı bir şeyler düşündüğü ne kadar da belliydi. Fırsatını yakalamışken belleğimin derinliklerine inerek geçmişe gittim.

Onlarca yıl önce bir arkadaşımın kedisi sürekli dar alanlara sıkışır “beni burdan çıkarın” diye ağlardı ya da yüksek yerlere çıkıp inmek için yardım isterdi. Arkadaşım kedisini bundan ötürü veterinere götürmüştü. Veteriner kedinin depresyonda olduğunu söylemişti. İşte şairlerin de dizeleri bana onun attığı çığlıklar gibi gelir. Kalabalıklar hem yorar hem de besler onları. Genellikle toplumsal hayatın içinde ötekidirler.

Öteki Kedi tam anlamıyla diğerleriyle geçinememekte haklıydı ve anımsayan da iç sesim gibi yazan da kesinlikle oydu, ben değildim. Dilinin sevimli tırtıklarıyla patilerini yaladı. Sonra kendi başını, gıdısını, gövdesini okşadı. Sırtını sevdim, koyu yeşil gözleriyle bana baktı. Gözleri ne güzeldi!

Yan komşum gerçek bir kedi dostudur. Dolayısıyla birçok kedisi var. Hepsi aynı aileden. O ailenin de hazin sayılabilecek bir öyküsü var fakat dilerseniz sonra anlatayım. Sözünü ettiğim öykünün “Öteki Kadın’la” iç içe geçtiğini de ayrıca belirtmem gerek.

Komşumun bakımını üstlendiği kedilerden sadece biri İran sokak kedisi, şu bizim tuhaf mı tuhaf öykü kahramanımız. Belirli aralıklarla evimizin çatısına çıkıp orada mahsur kalır. Sonra da feveran halinde indirilmek için yardım ister. Biz evdeysek yardım ederiz. Fakat eğer evde yoksak bütün mahalleyi başına toplar. Ağabeyim “iniş yolunu biliyor aslında” dedi bir keresinde. Bana bütün problemi diğer kedilerin onu ötekileştirmeleri gibi geldi. Belki de kendisi öyle hissediyordur kim bilir!

“Hiçbiri beni sevmiyor, bundan eminim!” deyiverdi birdenbire. Nedense hep bana son derece sabırsız ve telaşlı gelmiştir. Adımları bile diğer hemcinslerine oranla çok daha aceleci ve miniktir.

“Peki sen onları seviyor musun?”

Kurduğum soru cümlesi onu şaşırtmıştı. Galiba tam da hüzünlendiği o anda kendisini teselli etmemi filan bekliyordu. Bahçemdeki ortancalara yöneldi. Sitemli, edalı yürüdü. Sanki bir daha benimle hiç konuşmayacak gibiydi. Umursamaz bir hal takındım ben de. Limon ağacının yeni yeni serpilen meyveleriyle ilgileniyordum artık.

“Bu sene daha çok limon yiyeceğiz gibi geliyor bana,” dedim.

Başını sallamakla yetindi. Kulakları gergindi, bir av kolladığını sanırdınız bu tavrını görseniz. Ortancaların yanı başına uzandı. Eski zaman saray kedileri gibi mağrurdu. Yahut binlerce yıl önce tapılan Mısırlı kediler kadar gizemli ve mistik…

“Beni evine almamana içerliyorum, üst katın mutfağına sık sık gittiğimi biliyor musun?”

Hiç bilmez miyim? Babam öğleden sonraları kahveden geldiğinde, evi havalandırmak niyetiyle mutfaklarının arka bahçeye bakan kapısını açar. Öteki Kedi de fırsat bu fırsat deyip limon ağacından tırmanır, mutfağa dalar. Ortalıkta yiyecek filan yoktur oysa. Yaptığı tek şey ağabeyimin anlattığına göre çamaşır makinesinin üzerine kurulmak olur.

Onu neden evime al/a/madığımı da anlaması gerekir, kedi sevmeyen iki erkekle yaşadığımı bilir çünkü.

“Neden böyle davranıyorsun? Başkalarının evlerine izinsiz girmek yakışıksız bir şey,” diye söylendim.

“Çamaşır makinesinin üzerinde uyumak harika oluyor. Makineden yayılan Arap sabunu kokusuna bayılıyorum. Bir de ağabeyin gelip beni kovalamasa daha mutlu olurdum doğrusu.”

Böylesine pişkin olması beni şaşırttı. Oysa kediler zarif canlılardır. Bu arada gerçekten de babamlar çamaşırlarını Arap sabunu ile yıkarlar. Ben de bu kokuyu çok severim.

“Haydi!” dedi. “Şu diğer kedilerin öyküsünü anlat, başladığın bir konuyu yarım bırakmak, karşındakileri merak ettirmek pek nazik bir davranış sayılmaz. Bana yol yordam öğreteceğine, kendin de düşünceli davranan biri olmalısın.”

“Kısaca anlatmalıyım çünkü asıl kahramanım sensin,” dedim.

Amcamı çileden çıkaran, ömür boyu hiç mi hiç arkadaşı olmamış bir yengem var. Kısa süre öncesine kadar tam bir kedici kadındı. Artık bırakın kedilere bakmayı, kendi ihtiyaçlarının çoğunu başkalarının yardımı olmaksızın göremiyor. Yarım yamalak aklı ise hâlâ kedilerinde. Öteki Kedi’ye öteki muamelesi yapan aile onun Fıstık isimli anne kedisinin yavruları. Çoğunluğu kızlardan ibaret. Bir keresinde bana onları sormuştu. Ne yiyip ne içerler, soğuk kış gecelerinde nereye sığınırlardı? “Endişelenme!” demiştim ona. “Ayşe ablalara yeni bir kiracı taşındı, onlarla ilgileniyor.” Mutlulukla yumuşamıştı genellikle gergin olan yuvarlak yüzü.

Bu arada şunu söyleyeyim; yengem artık, kaybolurum korkusu ile evinden dışarı adım atmıyor. Kazara bahçesine çıksa bana sesleniyor, “evimi bulamıyorum, yardım et!” diye.

Evimin sol yanında, bir başka açıdan batı cephesinde yengeme de sözünü ettiğim, neredeyse bütün sokağın kedilerini besleyen komşum oturuyor. Sağ yanımızda, yani doğu cephemizde ise yengem. Tek başına, şimdiki zamanı ve dünü ile savaşarak…

Kediler neredeyse günün yirmi dört saati iki bahçe arasında mekik dokuyorlar. Zorunlu olarak da ikisinin ortasında olan benim bahçemden geçiyorlar. Temkinli adımlarla, her an karşılaşabilecekleri tehlikelerden sine sine yapıyorlar gündelik bir hal almış ritüellerini. Kediler nankördür, diyenler onların bu dokunaklı yolculuklarını mutlaka görmeliler. Karınlarını doyuran evden, köklerini bıraktıkları eve ya da tam tersi yönde onlarca kez gidip geliyorlar. Üstelik yengem artık onları besleyemediği halde…

Bizim Öteki Kedi de aynı yolu kullanıp o bahçeye gider gelir. Elbette nedenini bilmeksizin.

Gülesim geldi birdenbire.

“Sahi sen neden diğer kedilerle birlikte hareket ediyorsun bahçeden bahçeye geçişlerde?” diye sordum.

Gülüşüme o da katıldı.

“Bilmem, sürü psikolojisi herhalde!” dedi.

Kediler ve sürü! Birbirleriyle ne denli uyumsuz bir ikili. Siz hiç sürü halinde gezen kediler gördünüz mü?

Ben görmedim.

İşin en karmaşık yanı şu ki, sürü oluşturmasalar da ötekileştirmede üstlerine yoktur.

“Bir daha yukarı, sizin çatıya çıkmayacağım!” derken yine tık nefesti. “Aşağı inmekte zorlanıyorum.”

Düpedüz gerçeği saptırıyordu.

“Sen artık yavru bile sayılmazsın, orada mahsur kaldığına beni ikna edemezsin. Başkaları senin bağırış çağırışlarına kanabilirler fakat ben asla kanmam. Babam ve ağabeyim de benimle aynı düşüncedeler.”

“Peki o zaman, neden gelip beni kurtarıyorsunuz?”

“Ele güne karşı, diye bir söz var. Duymamış olamazsın. Sen ateşe düşmüş gibi ağlarken, biz ilgisiz kalsak konu komşu ne der! Vicdansızlar da oluruz, umursamazlar da…”

Aslında söylediklerim pek mantıklı değildi. Birilerini hor görmeye bu kadar meraklı olan başkalarının ne düşündüklerine, ne söylediklerine fazlaca önem vermekte ne fayda vardır ki…

“Siz insanlar biz kedilerden daha şaşkınsınız. Kafalarınızın içinde sürekli bir çekişme kavramı döner durur. Savaşlar, kavgalar, sömürü, baskı, şiddet, reddetme… Bunların hepsinin kılıfı sen ben dürtünüz.”

“Sanki sizde yok mu? Bak çoğunlukla yapayalnızsın. Gidip arkadaşlarınla zaman geçirsene. Kendini oraya buraya sıkıştıracağına azıcık sosyalleş!”

Sözlerime kuyruğunu sinirli sinirli sallayıp karşılık verdi. Sırtını, gıdısını ve kulaklarını okşadım, kusura bakma dercesine.

“İnsanda ötekileştirme, kendini güvende hissetme gereksiniminden kaynaklanıyor. Fakat sonra acımasız bir tehlike kaynağına dönüşüyor. Kısacası bumerang gibi bir şey!” dedim.

Artık defterime yazmıyor, yazmam gerekenleri ona söylüyordum. Ağzımdan çıkan sözleri unutma kaygısıyla…

“İşte şimdi seni kesinlikle anlamadım.” diye burun kıvırdı.

“İlk insanları düşün. Dokuz on kişi bir arada yaşamak zorunda olsunlar. Biri ya da birkaçı diğerlerinden korksun. Herhangi bir kavga anında tek başına onlarla baş edemeyeceğini düşünsün. Yaptığı ilk iş, bir sebepten benzerlik ilişkisi kurarak yanına birilerini çekmek, başka birlerini de dışlamak olur. Bu eylem önceleri güvenliği sağlasa da gerçekte tekinsizdir.”

“Hımmm!” dedi. “Ben öyle düşünmemiştim hiç.”

Kedi aklı, zaten neyi inceden inceye düşünmesini bekleyebiliriz ki ondan! Konuşmaya devam ettim:

“Yani din, dil, ırk, mezhep, ulus, ideoloji… Tüm bunlar korkunun ve varlığını güvence altında tutma güdüsünün çocukları… Elbette çıkar ve kazanç elde etme isteği de birilerini ötekileştirme eylemiyle desteklenir. Korunma amaçlı bir yapılanma milyarlarca insanın ölümüne, yurdundan sürülmesine, savaşa, kine, kana, şiddete neden olmuş. En ilkel olanlarından en gelişmiş silahlara kadar her türlü öldürme ve yok etme aracı insanın hayvani korkularına atıfta bulunuyor. Tuhaf ve kısır döngülerin çarkı insanlığı ezen ve öğüten devasa değirmenin en güçlü yanı…”

“Öffff!” dedi. “Bir dokun bin ah işit.”

Haklıydı, sözü uzatmıştım.

“Bu kadar konuştun da ne oldu? İçimdeki yalnızlık duygusu hâlâ devam ediyor.”

Ne yapabilirdim ki! İçeri girdim, akşam yemeğinden kalan kocaman bir tavuk budunu getirdim. Yavaşça önüne bıraktım. Azıcık kırgın, azıcık da mahzun fakat fazlaca aç; ikramımı yemeğe başladı.

“Canın sıkıldığında bana gelebilirsin, şu boş soda şişeleri var ya, işte oraya gelip birkaç kez miyavlaman yeterli sesini duyar, yanına çıkarım.” dedim.

Yemeğine ara vermedi bile, mırıl mırıl etti sadece. Anlamadım bu evet mi yoksa hayır mı demekti? Pek de oralı olmadım. Akşam her zamanki umursamazlığı ile bahçeme inmişti. Yeşil biber fidelerinin üzerinde dalgalanan turuncu ışıklara ve Öteki Kedi’ye “hoşça kalın!” dedim.

Bir yaz günü daha zamanın heybesine girmek üzereydi. Yarın başka bir gün başlayacaktı.




www.kafiye.net