Bağırıyor

Bağırıyor….markette adam karısına, sokakta kız annesine, hastanede hasta doktoruna, yol isteyen diğerine… toplum olarak bağırarak sorunlara çözüm bulmayı kanıksamaya başladık, ne zaman bu kadar tahammülsüz olduk. Baba, bacaklarının arasındaki bisikleti hafif yan yatırmış gidonu tokatlayarak yolda çevirdiği ergenliği geçmiş gence bağırıyor avazı çıktığı kadar, küfrediyor, hakaret ediyor. Genç kulaklarına kadar kızarıyor, zor nefes alıyor, utanıyor kaşları düşüp gözleri sağa sola kayıyor bir taraftan da ” Baba ne olur bağırma, bak herkes bize bakıyor!” “Baba sokakta bari yapma! Ne olur..” yalvarıyor. Adam aldırmadan bağırıyor genç utandıkça utanıyor….

Her gün kaç kişi bu mazaralarla karşılaşıyor, kaç kişi kaç kişiyi emir kipiyle, buyurgan bir tavırla rencide ediyor. Gittikçe sanki nezaket, kibarlık; öfkeye, kine, nefrete yenik düşüyor. Oysa medeniyetin ilerlediği toplumlarda tam tersi gelişmelerin ortaya çıkması beklenir. İçimizde olan dışımıza dökülüyor, içimizde neyi besliyorsak o galip geliyor.

Yenik düşeriz bazen içimizdeki öfkeye, nefrete, kine… aslında bu duygulara kendini tamamen teslim eden insan farkında olmasa da yüreğe düşmüş bir kor misali önce çevresindekileri yakar, sonra da kendini. İyimserlik hırkasını tamamen bırakıp kötümserlik rengine boyanan insan sevgiyi kaybeder yavaş yavaş. Başkalarını sevmeyen insan kendisinin de sevilmediği vehmine kapılarak yalnızlığa mahkum eder kendini farkında olmadan. Her bir sözden, eylemden “acaba”larla dolu sorular çıkarır kendine ve gereksiz tartışmalar ve bağrışmalar gelir devamında… Hani meşhur bir hikayede “insan neden bağırır”ın ders niteliğinde güzel bir cevabı vardır:

Hintli bir bilge, öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.

Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince bilge “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”

“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır.

Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?

Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, gözleriyle konuşmaları, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.” der.

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz. Şöyle der Mevlana da: “Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz, eskici bağırır, antikacı bağırmaz, söyleyecek sözü, fikri değerli olan bağırmaz, bağıran düşünemez düşünmeyen kavga eder…”

Bağırmalara, hakaretlere vesile olabilecek duyguları içimizden söküp atamadıkça iyilik yerine hep kötülük kazanacak ve mutluluğu kendi içimizde; huy, karakter davranış ve alışkanlıklarımızda arayacağımıza hep uzaklarda arayacağız. Hani yaşlı kızılderili`nin dediği gibi: Çadırının önünde siyah ve beyaz iki köpeğinin kavgasını izleyen dedesine, torunu neden köpeklerin kavga ettiğini sorunca: “Bana göre onlar iyiliğin ve kötülüğün sembolüdürler.” der. Çocuk, kazanın kim olacağını dedesine sorduğunda müthiş bir cevap alır: “Sen hangisini beslersen o kazanır!”Evet hangisini beslersek kazanan o olacak.



Ergün Bilgi
www.kafiye.net