Onur BİLGE

Çikolata

Kaptan’la yine Saat Kulesi’nin dibinde buluştuk, İstanbul Şekercisi’nin önünden geçip, ortasından çay akan, iki yanı bir uçtan bir uca palmiyelerle süslü Atatürk Caddesi’den Karaloğlu Parkı’na doğru gideceğiz. Yine eskileri hatırladı. Sağ eliyle sokak arasını işaret ederek o zamanları anlatmaya başladı:

“Şurası eskiden Kayaflar Çarşısı’ydı. Şehrin merkezinde, gördüğün gibi Ziraat Bankası ile İş Bankasının arasında… Bu sokakta… Karşılıklı dükkânlara hamallar küfe küfe mevsim sebzeleri ve meyveleri taşır, onlar da sepet sepet satarlardı. Fakat bunlar çok çeşitli değildi.

Henüz Narenciye istasyonu faaliyete geçmemişti. Portakalımız bile ekşiydi. Limonumuz tatlı, turuncumuz boldu. Kızmemesi denen greyfurdumuz, şekerkamışımız, Frenk yemişimiz, mersinimiz, çıtlık diye bilinen çitemik dediğimiz çitlembiğimiz, asıl adı kızılcık olan eğrenimiz vardı. Muz da muşmula dediğimiz yenidünya, yani beş bıyık sonradan geldi Adalya’ya. Buralarda eşek muzu denilen yaban muzu vardı. Yenmezdi. Portakal bile yenilecek gibi değildi. Ağacında biter, dibinde yiterdi. Ağaçlar, kendi gübrelerini üretmiş olurlardı.

Şekerkamışını belki bilmezsin. Kargı gibi olur, kamış dokusundadır. Rengi açık yeşil, yer yer eflatunumsu, içi beyazdır. Boğum boğumdur. Yapısı iplik ipliktir. Boğumların arası daha sulu ve taze, boğum kısımları biraz sert ve kurudur. Lifleri sulu ve şekerlidir. Tabii, otumsu, güzel bir lezzeti vardır. Kabuk kısım, taze, henüz sararmamış, kartlaşmamış, kurumamış kargının dışı gibi biraz serttir. O kısmı bıçakla şeritler halinde soyulduktan sonra enlemesine birer santimlik parçalar kesilerek çiğnenir, suyu emilir, tel tel olan posası yutulmaz, çıkarılır. Daha çok Kırkgöz Gölü çevresinden gelir. Öyle sulak yerlerde yetişir.

Turunçtan ekşi sıkılır, reçel yapılırdı. Kilosu bir kuruştu. Alanya portakalının kabuğu dilimlidir. Çakırlar’ın portakalları küçük ama tatlıdır. Biz onları yiyorduk. Finike’nin portakalı henüz meşhur olmamıştı. Kemer’e bile ulaşım çok zordu. Eşeklerle katırlarla dağlardan tepelerden, patikalardan, dar geçitlerden bin bir meşakkatle gidilip gelinebiliyor, insanlar hacı karşılanır gibi karşılanıyorlardı. Hastaları olanlar ya kayıklarla ya da bahsettiğim şekilde şehre getirebiliyorlardı.

Elma, armut, ayva falan Elmalıdan, Korkuteli’nden gelirdi. Istanaz’a gidip gelenler sepet sepet getirirlerdi.

Hayıttan veya kargıdan sepet örenler, boy boy sepetleri kollarına takarlar, Kayaflar Çarşısı’nda satarlardı. Oraya herkes sepetleriyle gelir, doldurduktan sonra kollarına takar götürürdü. Zenginler hamal çağırırlardı. Aldıklarını hamalın sırtındaki küfeye doldururlar, kendileri önden, hamal iki büklüm arkadan, evlerine o şekilde giderler, kapıya gelip zerzevatı boşalttırdıktan sonra onun da eline birkaç kuruş sıkıştırıverirlerdi. Hamallar, yüksüzken de kambur yürürlerdi. Alışmışlar bir kere eğilmeye!”

“Pranga mahkûmları da öyledir. Ayaklarındaki zincirler çözülse bile adımlarını yine küçük küçük atarlar. Alışmışlar bir kere esarete!”

“Bir gün kaptan arkadaşlarımdan Üsülü, kaba yapılı küçük karton bir kutu içinde kakao getirdi. İçinde torba gibi bir kâğıt muhafaza daha vardı. “Antalya’da da mı satılmaya başladı?” diye şaşırdım. “Kaynar suyun içine atılarak içiliyormuş.” dedi.

Hanım suyu kaynattı, bardaklara doldurdu, içlerine birer kahve kaşığı tepeleme kakao koydu. Karıştırırım karıştırırım karışmaz!

“Galiba bunu suyun içinde kaynatmak lazım… Herhalde Kaptan Üsülü yanlış biliyor. Böyle içilmiyor. Görüyorsun ya suya karışmıyor. Parça parça ve çiğ kalıyor. Kahve gibi pişirmek lazım.” dedim. Az bulunan bir şeydi. İsraf olmasın diye onu öyle içtik ama bir şey anlamadık.

“Üsülü mü? Hiç öyle bir isim duymadım bu zamana kadar. Yabancı uyruklu mu?”

“Hayır, değil. Türk! Adı Süleyman… Sülü derler, bizim buralarda. Fakat Adalyalıların, bazı kelimelerin başlarına uygun bir sesli harf koyma adetleri vardır. Onun için Sülü, Üsülü oldu.”

“Evet evet! İleğen, ilimon, Iramazan… Yine sözünü kestim. Affet Kaptan!”

“Ehemmiyeti yok. Ben eskiden gittiğim yerlerden çikolata getirirdim. Antalya’da henüz yoktu. Yakın akrabalarıma, eşime dostuma ikram ederdim. Bizim akide şekerlerimiz, nane şekerlerimiz, karamelalarımız, kağıthelvalarımız, cevizli, susamlı şekerlerimiz, şekerli leblebilerimiz vardı.

Leblebin hası Elmalı’dan gelirdi. Türkiye’de Çorum, Antalya’da Elmalı leblebisi… Sadesi, tuzlusu, şekerlisi… Şekerlisi tane tane ulaşamazdı elimize. Gelinceye kadar sıcaktan ya da rutubetten birbirine yapışmış, taşlaşmış olurdu. Kıra kıra parçalayarak yerdik. Üstleri şeker kaplı olanlar da vardı. Onlar beyaz pütür pütür, büyücek ve tane tane olurdu. Leblebi tozunu da unutmamak lazım… Çocuklar bayılırdı ona! Bir de genizlerine kaçmasa! En âlâsı da badem ezmesiydi. Biraz sertçe yapılır, tepsilere yayılır, baklava dilimleri halinde kesilerek satılırdı.”

Kaptan anlattı da anlattı! Ballandırdı da ballandırdı! Ağzım sulandı! Meğer ne güzel yiyeceklerimiz varmış bizim! Hepsini birden sayınca… Fındığımız, fıstığımız, bademimiz, cevizimiz, kestanemiz, incirimiz, kuru üzümümüz, iğdemiz… Yerli Malı Haftası yapılırdı okullarda. Sınıfta sıralarımızın üstü çerezle meyveyle dolardı. Yerdik yiyebildiğimiz kadar ama Yerli Malı mefhumunu iyice kafalarımıza sokarlardı!

Zavallı Afrikalılar! Kakaonun hamallığını, Batılının köleliğini bilirler! Nerden bilecekler çikolatanın tadını! Elin oğlu gelir alır götürür, gözlerinin içine baka baka… Ellerine renkli boncuklar verir, kandırır. İşler, mamul hale getirir. Sarar parlak ve renkli kâğıtlara, satar, dünyanın parasını kazanır. Zavallılar diker, toplar, yükler, köle gibi çalışırlar Ne uzar ne kısalırlar! Hep aynı sefalet içinde kalırlar.

Ah! Sen de benim esmerim, lacimavili, siyahlı beyazlı parlak kâğıtlara sarılı Çikolata’msın! Zavallı Necmettin! Ne tadını bilir, ne lezzetini!

Elin oğlu geldi, aldı götürdü, gözlerimin içine baka baka… Ellerime kâğıt parçaları ve kalemler tutuşturdu. Böyle kandırdı seni de beni de… Ben işledim seni, ince ince… Motif motif, oya oya… Ben mamul hale getirdim. Sardı satenli tüllü gelinliğe… Parlak telinle duvağınla… Beyazınla alınla, davullu zurnalı, düğünle dernekle, eteğini sürüye sürüye götürdü seni.

Dünyanın en zengini olsa ne fayda! Dünyanın en mutlu adamı olacağına, dışarılarda aradı, elini uzattığında ulaşabileceği güzellikleri. Seni göremedi! Güzeller güzelinin değerini bilemedi. Bir de annesi! Bir de annesi!.. Hele o İzmir Zillisi!..

Şimdi düşün dur, arpacı kumrusu gibi! Ayıkla pirincin taşını! Çık işin içinden çıkabilirsen! Alçak şair bozuntusu! Kuduz köpek, ne kendi yer, ne de ele yedirir!.. Böylelerinin merakı, ulaşıncaya kadardır. Kadir kıymet bilmezler! Nimeti fark etmezler. Emanete hıyanet ederler. Kadın, Allah’ın emanetidir!

“Ne oldu Necmettin? Neden dalıp gittin? Yine neler geçiyor aklından? Hep ben anlatıyorum, sen susuyorsun. Hep dinlemede kalıyorsun. Yine neler kuruyorsun?”

“Ne olsun Kaptan! Hiçbir şey düşündüğüm yok. Yani kayda değer bir şey değil aklımdan geçenler. Sen Çikolata dedin ya… Bazen bir tek kelime bir yığın şey çağrıştırır insana. İşte öyle bir şey oldu bende de…”

“İyi ki şey diye bir şey icat edilmiş de lisanımıza girmiş. Şey olmasaydı, söylemek istemediklerimiz için hangi kelimeyi kullanarak açıklama yapmaktan kaçacaktık. Hiçbir şey düşünmemişsin. Aslında bal gibi de düşündün. Şey seni kurtardı. Kayda değer bir şey değilmiş. O zaman neymiş, meçhul… Halbuki ben Çikolata dediğimde bir yığın düşünce gelmiş geçmiş beyninden ama özeti tek kelimeyle, tek hece halinde, şey! Nasıl bir şey olduğunu izah etmek istemediğin ya da ifade edemeyeceğini kestirdiğin için de işte öyle bir şey oldu sende… Ne oldu? Cevap yok! Şey var! Sadece şey!.. İyi ki şey varmış! Seni büyük bir dertten kurtarmış!”

“Kaptan! Fena kızdın galiba sana açıklama yapmadığıma… Anlatırım anlatmasına da… Sen de dinleye dinleye bıktın be artık! Biliyorsun işte benim hastalığımın ne olduğunu! Yaramı deşme!”

“Tamam tamam!.. Söyleme! İçinde kalsın!”

“Sen her konuda konuşuyorsun. Her şeyi, her yeri en ince ayrıntılarına kadar anlatıyorsun. Benim o kadar bilgim de yok, tecrübem de… Gerçi İstanbul kaldırımı çiğnemiş bir adamım ama çapım belli! Senin gibi dünyayı gezmişliğim falan yok! Ne anlatayım? Ne bilirim ki! Bildiğim tek bir şey var. O da Çikolata! Yahu Kaptan! Sahi… Nasıl oluyor bu? Kız esmer güzeli, gözler sarışın gözleri… Lacimavi… Zemin, çividi beyaz… Çerçeve simsiyah… Gözler Kudret’ten sürmeli, kaşlar Kudret’ten rastıklı… Bu başka bir şey! Başka, bambaşka bir şey!..”

“İyi ki şey var! İyi ki şey var!.. Necmettin! Yine aynı şeyi ettin! Yine anlatamadın kızın güzelliğini! Kızı şey ettin bitirdin!..”

Afrikalı”

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 677


www.kafiye.net