Onur BİLGE

“Gülün İçi,

Meryem’in annesi Pimpirikli İsmet yine her zamanki gibi evi kazıyor, sıyırıyor! Her şeyi kırklıyor. Bu kadının temizlikten başka neye önem verdiğini bilmiyorum. Temizlik, gayet tabii çok önemlidir ama hastalık derecesinde olması kötü!

Her gün tepeden tırnağa, dip bucak da temizlik olmaz ya! Bu kadıncağız, gece de doğru dürüst uyuyamıyordur inan ki! Rüyasında da temizlik yapıyordur. Sabah yataktan kalkacak mecali kalmıyordur!

Dip bucak temizlik, badana boya falan yılda bir, bilemedin iki kere olur, benim bildiğim. Bir yaza bir de kışa girerken… O günlerde aile efradı, yakınlar, komşular falan işlerin bir ucundan tutarlar. Pimpirikli İsmet, işin altında kalacak bir gün!

Zaten üç beş eşyası var. Her gün masayı sandalyeyi kapı önüne çıkarmak, yerleri yıkamak da neyin nesi? Taban beton ya… Döküyor suyu, süpürüyor! Halıyı kilimi çıkarıyor dışarıya, silkeliyor silkeliyor, seriyor.

Bu kadın şimdi dolapları falan da boşaltıyordur. Rafları indiriyordur. Tabakları çanakları teker teker tekrar diziyordur. Çekmeceleri çıkarıyor, bir çarşafın üstüne ters çevirip içindekileri döküyordur. İç kısmı ve onları nemli bezle siliyor, çıkardıklarını silkeleyip silkeleyip tekrar dürüp istifliyordur.

Nerden mi biliyorum? Pencereden silkeliyor da oradan biliyorum. Evin içinde, yanında değilim ya! Kızıyorum bu kadar evham etmesine ama bir taraftan da ona çok acıyorum. Durmak dinlenmek nedir bilmiyor! Yazık canına! Şöyle bir saat oturup da bir “Oh!..” diyemeden ölüp gidecek garibim!

Her gün birkaç parça çamaşır yıkar seriverir. Meryem’in kirlilerini falan ama haftada bir gün, neredeyse sabahtan akşama kadar çamaşırla uğraşır. Ayakaltında dolaşmasın diye Meryem’i bir iskemleye put gibi oturtur. Geçer işin başına.

Bahçenin köşesinde çamaşırlık gibi kuytu bir yer var. Ateş yakacak ya rüzgâr almasın! Sacayağını koyar ateşin üstüne. Onun üstüne de koca bir kazan… Yanında çamaşır tokaçlamak için koca bir taş… Tokuç taşı diyorlar ona burada. Yine orada bir teneke küllü su…

Atıyor kirlileri fokur fokur kaynayan kazana… Bir duman sarıyor etrafı, bir su buharı… Bizimkinde bir telaş bir telaş… Ayaklarında iyice aşınmış takunyalar, üstünde üst donu, başında yazma… Burada iş yaparken giydikleri şalvara üst donu diyorlar.

Beyazları gaz tenekesindeki küllü suda kaynatır. Yetinmez, çıkarır bir el leğende yıkar, tokuçlar, durular, başka bir külü suda bir daha kaynatır. Aynı işlemi bir kez daha tekrarlar. Mutlaka en az üç kere kaynatacak! Kafasına eserse daha da fazla… Ne zaman temizlendiğinden emin olursa o zaman bırakır, sudan defalarca geçirdikten sonra sıkar da sıkar… Teli iki üç kere beyaz bir bezle sildikten sonra nihayet çırpa çırpa serer!

O serilir mi serilmez mi bir yere, bilmem ama ben serilirim sadece izlemekten! Seyredilecek bir şey değil belki ama benimkisi merak! Acaba temizlik hastası bir kadın nasıl temizlik yapar? Her zaman da seyretmem. Seyrettiğimi belli etmem zaten. Bir kere iyice takip ettim, öğrendim bitti. Bir daha da bakacak değilim. Diğer yaptıklarını ister istemez görüyorum. Tangır tungur! Bir halı silkeler, saatlerce… Pat pat pat!.. Kendisi ağzını burnunu yaşmakla kapatır. Ona göre bir şey yok! Başkaları yutsun o tozu! Sokaktan geçenler, komşular…

Karşıdan karşıya bitişiğimdeki evin hanımıyla konuşuyordu. Çamaşır mevzusu geçerken şöyle dediğini işittim: “Çamaşırlar istediğim gibi ağarmadı. Kireç kaymağı döktüm üstüne!” diye. Şaştım kaldım! O da ona: “İyi etmişsin. Çamaşırı ipte, kızı işte beğenirler.” dedi. Analığım da: “Oğlum gelinimi çamaşır yıkarken, güveyim kızımı ekmek pişirirken görsün!” derdi.

Benim hanım bir iki defa bir şeyler yıkadı leğende. Tesadüfen gördüm. Ovdu ovdu… Çitiledi çitiledi… Evirdi çevirdi… Bana fenalık geldi! Şeytan dedi ki: “Geç leğenin başına! Al elinden! Yıka as!..” Nasıl yıkanırmış, görsün!

Analığım da öyleydi. Çamaşırların kaynatma suyuna kesme şekerden büyük firuze mavisi çivit atardı. Beyazları, Arapsabunu ya da rendelenmiş yeşil sabun ve çivitle kazanda kaynatırdı ama böyle defalarca değil… Çivit sayesinde, sabunun ve güneşin sararttığı beyazlar mavimsi olur, ağarmış gibi görünürdü.

Analığıma da yeşil sabun, arapsabunu, Akif Suyu, çamaşır sodası, Öküz Başı marka çivit yetiştiremezdim! Bunlardan mutlaka biri ikisi dönüşümlü olarak ihtiyaç listesinin değişmez kalemlerindendi.

Zavallı kadıncağızın çamaşır çitilemekten tırnakları kalmazdı. Ovalamaktan sol elinin üstünün derisi yüzülür, yara olur, ertesi gün kabuk bağlardı. Kim bilir ne kadar acır, ne kadar yanardı! “Çamaşırı mı ovdun, elini mi ovdun Hanım?” diye takılırdı babalığım. O akşam, yorgunluktan yemekten hemen sonra, oturduğu yerde uyuklamaya başlardı. Yorulduğunda çıkardığı sesler hâlâ kulaklarımdadır:

“Of belim! Ay!.. Of!.. Aman!.. Allah!.. Öldüm!.. Bittim!.. Yerimden kalkacak halim kalmadı! Çamaşırdan sonra terli terli sermeye çıktım ya üşütmüşüm!” derdi. O gece sıtmalanır, yorgan yorgan üstüne örttürür, sonra ter içinde kalır, örtülere bürünerek doğru banyoya gider, iyice yıkanır çıkar, üşütmeyi o şekilde atlatırdı. “Sıcacık bir çay olsa!” derdi. Bilirdim. Zaten banyoya o girerken çaydanlığı ispirto ocağına koyar, kahvaltıyı hazırlardım.

Kahvaltıdan sonra şöyle bir kendini yoklar, iyi hissederse kalkar, ipten toplananları çeşidine göre ayırırdı. Önce yırtıkları sökükleri, yamanacakları, dikilecekleri halletmek isterdi. Çünkü onarım, oturduk yerden yapılırdı. Belki de o iş onu dinlendirirdi.

Yamalık bohçasını, dikiş kutusunu getirir yanına koyar, başlardı yırtıkları sökükleri dikmeye, delikleri yamamaya… Çorapların iyice eskiyenlerini atmaz, saklardı. Diğerlerini yamamak için uygun renkte olanlardan parçalar kesip kullanırdı. Dikiş kutusu, tenekeden bir şeker kutusuydu. Onun içinde iğneler, renkli makaralar, düğmeler, yüksük, makas, mezura, lastik, fermuar falan olurdu.

Ütü, her zaman sonraya kalırdı. Ondan hiç hoşlanmazdı. Söylene söylene, yazsa kan ter içinde kalarak ütüyü bitirince giyecekleri itinayla askılara takıp gardıroba asar, örtüleri katlar, çekmecelere yerleştirirdi.

Nevin, giyecekler aşındı mı toplar verirdi birisine. Yırtılırsa dikmezdi. Yama nedir, nasıl yapılır bilmezdi. Çoraplarımızda falan kuş gözü kadar bir delik olsa atardı. Eğer böyle elde çamaşır yıkamak zorunda kalsaydı, asla yormazdı kendisini, o işi de bana yüklerdi!

Keyfim yerinde olduğu zamanlar: “Makyaj yaptığın zaman gülün içi gibisin, sabah kalktığın zaman uyuz keçi gibi gibisin!” diye kızdırırdım onu. Ablası çok güzeldi. Ah Nesrin!.. O da ellerin oldu!.. Ona da geç kaldım!.. “Kabaramazsın Kel Nevin, ablan güzel sen çirkin!..” diye dil çıkardım mı, nanik yaptım mı küplere binerdi!

Yalnız, Allah için, çok güzel yemekler yapardı! Yoksa kahrı çekilir miydi onun! Sen şimdi yemek yapmasını da bilmezsin Gülün İçi! Buralarda senin gibilere “Süs Biberi” diyorlar. “Karşıdan baktım yeşil türbe, içine girdim, tövbe Estağfurullah, tövbe!..” “Üstü cami, altı kilise…” “Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş.”

Geçenlerde bir gazetede okudum. Üç çeşit kadın varmış: Zartı Zort, Çepelimürt ve Hazreti Mülk…

Zartı Zort Avratlar, hiçbir şeyi hesap etmezler, düşüncesizce davranırlar, iş yapıyor görünürler, paranın nasıl kazanıldığını, alınanların nasıl kullanılması gerektiğini bilmezler, kocalarına yardım, yakınlarına iyilik etmezler, sözlerine inanılmaz, misafir ağırlamayı bilmezlermiş.

Çepelimürt Avratlar, o ev senin bu ev benim gezerler, akşama kadar kırk kapının ipini çekerler, orada burada çene çalarlar, onunla bununla kavga ederler, ihanet ederler, ev batırır, yurt göçürürlermiş.

Hazreti Mülk Avratlar ise evi çekip çeviren, kocasını seven, sayan, yücelten, misafir ağırlamayı iyi bilen, marifetli, becerikli, saygıdeğer hanımlarmış.

Acaba sen nasılsın Gülün İçi?

Uyuz Keçi”

***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 678

www.kafiye.net