USLU KIZ NASIL CADILAŞTI?

Yaşım on yediye gelmesine rağmen, çeneme dadanan ergenlik sivilcelerim beni
terk etmiyordu. İşte şimdi de üç dört yerden yeniden azmaya başlamışlardı. Fark etmemle birlikte eczaneye ilaç almaya koşmam bir oldu. Ben böyle koştura
koştura giderken, birisi kolumdan hızla çekti. Dönüp baktım. Eski okul
arkadaşım Filiz ağzı kulaklarına kadar yayık gevrek gevrek gülerken, kaşlar
çatılmış vaziyette, gözler yusyuvarlak, hem beni baştan aşağı süzüyor, o meşhur
deve dişlerinin arasından tıslayarak hesap soruyordu.

– Çiğdem, nereye kıııız? Görmedin mi beni?

– Aaaaa, Filiz! Görmedim valla. Eczaneye gidiyordum. Nasılsın?

– İyiyim, sen nasılsın? Hadi beraber gidelim, lâflarız biraz.

Birkaç adımda eczaneye vardık. Her zaman kullandığım pomadı satın aldım. Tekrar dışarı çıktık. Filiz’i tanırdım tanımasına ama çok samimi değildik. Zaten
birkaç yılımız birbirimizi görmeden geçmişti. “Ne konuşacağız şimdi?” diye kara
kara düşünürken, Filiz birden volkanik faaliyete geçmiş yanardağa dönüştü.
Şuradan buradan saçma sapan ve hiç alâkam olmayan bir sürü mevzu arka arkaya kulaklarımda patlıyordu. Arada “ Hımmm, evet, sahi mi?” gibi sözlerle
dinlediğimi belirtiyordum. Nihayet ilgimi çeken bir şey söyledi.

– Bu Pazar buluşalım kız. Otobüs tuttuk. Şehir turu, piknik falan yapacağız. Sen
de gelsene.

Bugünlerde içime kapanmış, pek bir yerlere gidememiştim. Sanırım sivilcelerim
de bu yüzden çıkmaya başlamışlardı. Aklıma yatmasına rağmen biraz nazlandım.

– Yaaa, gelirim gelmesine de, kimseyi tanımıyorum ki!

– Aaa, söylediği şeye bak, beni tanıyorsun ya! Arkadaşlar da çok samimidirler,
hiç sıkılmazsın. Hadi, evet de!

Sonunda kabul ettim. Pazar sabahı erken saatte buluşmak üzere sözleşerek
ayrıldık.

***

Annemden izin almam zor olmamıştı. Filiz’i tanıyordu. Benim de biraz hava
almaya ihtiyacım olduğunu düşünüyordu. Bir telâş evden çıktım. Sokakları
caddeleri hışımla geçtim. Otobüs buluşma yerine gelmiş, içi tıklım tıklım
dolmuştu. Filiz otobüsün önünde sıkıntılı bir halde ve gözleri etrafı tarayarak
beni bekliyordu. Koşarak geldiğimi görünce önce el kol hareketleriyle azarladı,
yanına vardığımda da makineli tüfek gibi konuşmaya başladı.

– Nerde kaldın kızım yaaa! Araba kalkacak, zor beklettim yani. Hadi geç, geç…

Suçlu ve mahcup, arkalarda tek boş kalan yere oturdum. Filiz üç sıra öndeydi.
İçeride müthiş bir uğultu vardı ve hemen her kafadan bir ses çıkıyordu. Şoförün
dışında hiç erkek yoktu. Gülüşmeler, ciyaklamalar, el çırpmaları eşliğindeki
şarkılarla yola çıkmıştık. Yabancılığımı üstümden atmaya çalışıyordum. Derken,
yanımdaki şişman kız bacağımda bir el tersi şaklattı.

– İsmin ne?

– Çiğdem, ya senin?

Tekrar bacağıma vurarak, “Benim de Asiye” dedi. Filiz’le nereden tanıştığımızı,
nerede oturduğumu, ne yaptığımı üst üste sorguluyor, her sorgu arasında
bacağıma darbeler alıyordum. Eli de çok ağırdı. Dayanamadım, ikaz ettim.

– Vurmadan konuş Asiye. Etimi çürüttün valla.

– Ay, alışmışım, ne yapayım? Böyle derken bir yandan da kıkırdıyordu. Bu halini
görünce sinirlerim iyice bozuldu. Kendimce çözüm ürettim.

– O zaman ya konuşmayalım ya da sen kollarını bağlayarak konuş. Sevmem ben
böyle şeyleri.

Ciddi olduğumu görünce kollarını göğsünün altında kenetleyerek konuşmasına
devam etti. Şişman olduğu için kolları kısa bir süre sonra çözüldü ve tekrar
her cümle arasında darbeler arka arkaya bacağıma inmeye başladı. Bir ara
Filiz’in yanına gidip durumu özetleyerek şikâyet ettim. “İdare et, başka yer
yok” yanıtından sonra tekrar yerime oturdum. Şaplaklara karşı elimi siper
ediyor, arada Asiye’nin elini tutuyor, yaptığına karşılık olsun diye omuz
atıyordum. Nihayet dayanamadım, ani bir hamleyle tombul elini kaptım ve koca
bir ısırık aldım. Ardından ayağa fırlayarak boğazına sarıldım.

– Yeter ya, yeter! Çürüttün her yanımı, cadaloz!

O ciyaklarken ben de arka merdiven boşluğuna oturmuş hızlı hızlı soluklanıyordum.
Millet gülüşüyor ve “Asiye yine yaptı yapacağını” diyordu. Niye kimsenin bu
kızın yanına oturmadığını şimdi anlamıştım. Biraz sonra otobüsün kapıları bir
çay bahçesinin önünde açıldı. Hepimiz aşağı indik. Filiz yanıma yanaştı hemen.

– Ya, ne yaptın kıza! Keşke ısırmasaydın.

– Sen niye yanıma oturmadın da, bu manyağın yanına verdin beni?

– Ne yapayım, öyle denk düştü. Hadi gel şu masaya geçelim.

Masalara yedişer sekizer gruplar halinde oturduk. Filiz beni “Okul arkadaşım
Çiğdem” diye tanıştırdıktan sonra gelen garsona çay, tost gibi midemizi
bastıracak şeyler sipariş ettik. Çay bahçesi deniz manzaralı, şirin bir yerdi.
Bana kalsa bütün günümü burada geçirebilirdim ama sadece yarım saatlik bir mola vermiştik ve programa uymak zorunda olduğum için şimdilik sadece bu hoş mekânın keyfini çıkarmaya çalışıyordum. Ötekiler birbirlerini tanıdıklarından ötürü durmadan konuşup gülüşüyorlardı, bense dinliyordum.

– Yüzüğün güzelmiş, değişelim mi?

Soruyu yanımdaki cart yeşil elbiseli kız sormuştu. Saçlarını bile doğru dürüst
taramadan yola çıkmış olduğu belliydi. Özensiz giyimiyle hiç saygı
uyandırmıyordu bende. İtiraz ettim.

– Neden ki!

– Benimkinden bıktım. Değişiklik olur.

Elimi kapmış, parmağımdan yüzüğümü çıkarmaya çalışıyordu. Şaşkınlık içerisinde karşı koymaya çalıştıysam da mani olamadım. Yüzüğümü kendi parmağına taktı, kendisininkini de bana verdi. Yamuk yumuk kararmış halkası olan mavi taşlı bir yüzüktü. Taşın üzerinde ufak siyah lekeler vardı. İçimden öğürmek geldi. Yüzüğünü kapıp fırlattım. Kız masadan kalkıp bir koşuda yüzüğü fırlattığım yere gitti. Kısa bir araştırmadan sonra bularak onu da öbür parmağına taktı. Yanımıza gelir gelmez beni azarlamaya başladı.

– Niye atıyorsun? İstemiyorsan söyleseydin. Zorla mı verdim yani.

– Benimkini geri ver çabuk.

– Katiyen olmaz. Senden hatıra kalır bana.

– Ne hatırası ya! Vermiyorum işte. Geri ver!

– Vermem artık, o benim.

İtişmeye başlamıştık. Benden kuvvetliydi. İskemleyle beraber yere yuvarlandım.
Diğerlerinin yardımı ile ayağa kalkmıştım ki bileğim burkuldu, tekrar yere
düştüm. Düşerken tutunduğum kızlar da üzerime yuvarlandı. Bir müddet soluksuz kaldım. Üstüm başım da batmıştı. Biraz önce beni adeta presleyen kızlar şikâyet ediyorlardı.

– Kendi düştüğü yetmiyor gibi bizi de düşürdü Allah’ın cezası!

***

-Haydin otobüseeee… Seslenen şofördü. Araca biner binmez arka merdiven
boşluğuna doğru hareketlendim. Nerede oturacağım Filiz dâhil kimsenin umurunda değildi. Gene merdivenin en üst basamağına oturdum. Anlaşılan çoktan geçimsiz birisi ilân edilmiştim. “İnip evime döneyim bari” diye düşünürken araba hareket etti.

Şoför arabanın teybine hareketli şarkılar koymuştu. Otobüsün koridoru göbek
atmaya çalışanlarla dolmuştu, sarsıla sarsıla gidiyorduk. Benim dışımda herkes
hayatından memnun, gününü gün etmeye bakıyordu. Sırtıma ayaklarına hâkim
olamayanların tekmelerini yemeye başladığımdan bir basamak aşağı indim. Çok
geçmeden birisi tepeme düştü! Sekizgen vaziyette inleyerek kalkmasını bekledim.
Kalktı ve özür bile dilemeden zıplayarak oynamaya devam etti. Sağım solum çizilmişti.
“Ne işim var benim burada” diye söylenerek kapıya kafa attım. İşte bu acı iyi
gelmişti moralime. Adeta şerbetlenmiştim. Artık hiçbir şey hissetmiyordum. Ani
bir hamleyle oynayan kızların arasına daldım. Oynuyormuş gibi yapıp sırayla her birisine dirsek geçiriyor, tekme atıyordum. Bu şekilde koridorda öne arkaya iki kere gidip geldim. Beni tutamıyorlardı. İyicene çıldırmıştım. Nihayet herkes
koltuğuna oturdu, ben de ortada tek başıma kaldım ve merdivendeki yerime geri
döndüm. İlk defa eğlendiğimi hissettim. Günün bundan sonrasını keyifli
geçirmeye karar vermiş olmanın rahatlığıyla pis pis sırıtıyor, ellerimi
ovuşturuyordum

***

Piknik yerine varmıştık. Önce yer tespit edildi, sonra yaygılar birer birer
serilmeye başlandı. Millet anlaşılan çok acıkmıştı. Çantalar, poşetler
boşalırken, yaygıların üstü çeşitli yiyecek ve içeceklerle donanmaya başladı.
Ben de yanımda kek, börek ve meyve suyu getirmiştim ama onları çantamdan
çıkartmadım. Yaygıları tek tek dolaşıyor, en güzel yiyeceklere saldırıyor,
çatal, kaşık kullanmadan ellerimle yiyordum.

– Hooop, ne oluyor yahu! Ayıptır, ayıp!

– Ne ayıbı kızım ya! Açız şunun şurasında.

– Doğru dürüst ye o zaman.

– Yok böylesi daha lezzetli. Sen işine bak. Doldur bakayım şu meyve suyundan
bana da.

– Çüşşşş… Tam ayı çıktı bu ya. Filiiiiiz!… Arkadaşına bir şey söyle. Dağıtıyor
etrafı.

Hemen her uğradığım yerde buna benzer azarlar işitsem de yaygılar arasında hız
kesmeksizin turluyordum. Midem acayip şişmişti. Zaten talan etmediğim sofra da kalmamıştı. Müthiş eğleniyordum. Kızlardan biri top getirmişti. Topu gören
diğer kızlar düz bir alana geçip voleybol oynamaya başladılar. Yediklerimi
hazmetme zamanı gelmişti işte… Çaktırmadan aralarına girdim. Elime her top
geçişte karşı tarafa atacağıma çemberin dışına yolluyor, “ Hadi git, al şu
topu” ikazlarına aldırmadan geri getirmelerini bekliyordum. Topun sahibi kız
bana çıkıştı.

– Sen oynayamıyorsun, çık bari.

– Çok güzel oynarım. Okulda voleybol takımındaydım. İnanmazsanız Filiz’e sorun.

– Belli, belli. Takımın sonuncu oldu galiba.

– Hadi at şu topu artık, elinde tutma.

– Sen çık, atacağım.

– Çıkmıyorum işte. Ben de oynayacağım.

Baş edemeyince sırf şerrimden kurtulmak için oyunu bıraktılar. Ben de ilerideki
salıncaklara yöneldim. İki salıncak yan yanaydı. Sallanan kızların inmesini
bekleyen birkaç kişi vardı sırada. Hemen salıncakların arkasına geçip kızları
uçurmaya başladım. Çığlıklarına aldırmadan bir onu, bir bunu itip duruyordum.
İnmek istediklerini söylüyor, indirmem için adeta yalvarıyorlardı. Onlar inince
“Uçmak isteyen var mı?” diye sordum. Hepsi çil yavrusu gibi dağıldı. İki
salıncakta da hevesimi aldıktan sonra oradan ayrıldım.

Kızlar gruplar halinde çene yapıyorlardı. Hangi grubun yanına gitsem anında sus pus oluyor, bana dik dik bakıyorlardı. Ben de yüzsüz bir edayla soruyordum.

– Beni mi çekiştiriyorsunuz bakayım!

– Ne alâka! Başka şeyden konuşuyoruz.

– İyi, niye sustunuz o zaman?

– Konu bitti sustuk. Neden soruyorsun ki?

– Hadi, öyle olsun bakalım. Çakmadım zannetmeyin dedikoducular.

– Aaa, nereden geldi bu ya! Günümüz rezil oldu.

– Hevesliniz değilim. Hadi yine iyisiniz. Bakın gidiyorum işte. Çekiştirmeye
devam edin.

Şaşkın bakışlar arasında diğer gruba yöneliyordum. Sustukları gibi dağılmayı
tercih edenler vardı. İğneleyici sözlerime karşı darılıp gücenenler de oldu,
alttan alıp beni zapt etmeye çalışanlar da… İçlerinden birisi en nihayet bana
diklendi.

– Bana baksana sen! Uslu uslu otur yoksa ayağımın altına alacağım seni.

– Yok yaaa! Al da görelim.

Bunu söyler söylemez kapıştık. Saç saça, baş başa yerlerde yuvarlanıyorduk.

Asiye’nin ısırdığım elinin lezzeti bana ilham vermişti. Kızcağızın her yerini
ısırmaya başladım. O da tırnaklarını sırtıma geçirmişti. Ayırmaya çalışanlar
bizden çok çığlık atıyorlardı. Böyle dönüp dururken, şoför yetişti. Kızı bir
kenara, beni bir kenara fırlattı. Ardından otoriter bir sesle bağırdı.

– Haydi, herkes otobüse binsin. Piknik bitti. Toplanın!

Herkesten önce otobüse koşup en ön koltuğa oturdum. Kimseden itiraz gelmedi ama yanım boş kalmıştı. Filiz dâhil kimse benim yanıma oturmak istememişti.
Fısıltılı konuşmaların ne mânâya geldiğini iyi biliyor, içimden kıs kıs
gülüyordum. Şoför tekrar oyun havaları koydu teybe fakat kimse kalkıp oynamadı.
En nihayet sabah toplandığımız yere geri döndük. Ayrılmadan evvel Filiz’e
teşekkür ettim.

– Yine böyle bir gezi olursa beni de çağırmayı sakın unutma. Harika bir gündü.

– Hiç sanmıyorum Çiğdem. Sen çok değişmişsin. Bundan sonra görüşmesek daha iyi olur. Hoşça kal!

Sesi ağlamaklıydı. Dönüp uzaklaştı.

***

Günümün nasıl geçtiğini soran anneme sadece “iyi geçti” dedim. Bir günlüğüne de olsa cadılık yaptığımı söyleyemedim. Yoksa iyi biliyorum ki kızları tek tek
arayıp özür dilettirmeye kalkışırdı. Yarın nasıl olsa eski uslu kız olacaktım.
Ne gereği vardı ki!

Mücella Pakdemir
www.kafiye.net