Düet

Günler geliyor ,günler geçiyor ;ömür denilen acizlikten. Biz yazıyoruz, çiziyoruz, hece hece haykırıyoruz devirdiğimiz mısraları .Çığlık içiyor , yankılarımız da biçiliyoruz .Yetim kalan öksüz yüreğimizi sindiklerimizi Sonbaharla yaprakları terkedilen ağaçlarca;çırılçıplak, kimsesiz, soluksuz kaldığımız nice çaresizliklerimizi ! Rüzgarın karşında titreyen çiy damlacıklarından su dilendiğimiz yandığımız kavrulduğumuz diyarlarımızı. Günü geldiğinde sonsuza akan o ruhun, giderayak boşluklarımıza fısıldadıklarını, bir demetle.

Yazdıklarımızı , yazdıklarımızda sakladıklarımızı , küfrümüzü sevincimizi öfkemizi ,belki de sadece yüreğimize okuduklarımızı. Çoktan aortlarımız da çağı başlayacak hatıralarımızın ,seyirimizde daha da incelen kozasından dağlanışımızı. Kim bilir belki de o vakit büyüyeceğiz! Şair olacağız su kanadından serpilen zerreciklerce çağlayan olacağız ,tıpkı sonbahar gibi akıp gideceğiz o masmavi sonsuzluğun düşselliğine! Sayısız parçaya bölündüğümüz düzenin o garip çarkından sıçramış bir zerreciği akacağız son nefese!

Eskiden günlükler vardı ,yıllıklar, mektup yazardık mesela; sevgiliye hiç gönderilmemiş mektuplar . Şimdi ucu birilerine dokunan onca göndermeler, yazılanlar , söylenilemeyenler , susulanlar , adeta açık mektup gibi sosyal hesaplardan kendimizce haykırdıklarımız !

Zaman değişse de insan zamandan zamana aksa da hep aynı şey midir , huzurun o biricik koynunda aranan bilinmez ya? Mevsimler hep aynı, insanlar çeşitli ,ancak hissetmek hep baki olsa gerek! Duymak , işitmek ; dalından kopan yaprağın acısını. Rüzgarın huzurunda yaşama tutunma mücadelesini görmek , sabah yeliyle vedalaşırken safran süren esaretin ucundan damlayan gözyaşlarının sızısını ruhun her zerresinde ve dokunmak , mevsimin göz bebeklerinden öpmek acıyı , bağrına basmak insan olan için başka bir seremoni elbette!

Bu denli solgun damarlarıyla; ondan mı hala çürüyen yanlarına tutunmaya çalışan şairlerce ;ardında söylenilmemiş onca aşk dizesini bırakarak , üstelik çürümeyen bir yanımızda hep yaşayan bir ceset bırakırcasına gidiyor içimizi sonbahar !

Neyi fısıldıyor yitirdiğimiz yanlarımıza ,neyi kanatıyor sahi? Hissedilen neydi mevsimin böylesi armonisinde duyulan en baskın ses hangisiydi? Her birimizin sonu muydu , saman sarısı saçlarını , hep beklediğimiz dönmeyenlere serdiği yolları sonbaharın! Önümüzden yürüyen yollarımızı en üryan sancılarıyla içimize haykıran!

Kim bilir , hala ısrarla yazıyor , kendimizi başka türlüsüne inandırıyor olmamız bunlardan ileri geliyordu belki de! Bir şeyler yitiyor , evet ölmüyor tıpkı sonbaharın suskunluğu gibi ,kupkuru dallarıyla Mevla’ya yalvaran semazenler gibi, için için yalvarıyoruz, öldüğümüzü sanırken dirildiğimizi bilmeden!

Oysa hissedilen o uyuşukluğun canımızı yakan karıncalanma sızısı değil miydi, dirildiğimizin kanıtı! O an yenisi müjdelenmiştir baharın, çiçeğiyle böceğiyle uğuruyla! Sonbahar koynaklarında ki yavrusunun kanatlarını çoktan çıkartmıştı ,derinliklerinde artık uçmaya hazırdı yavrusunun henüz serpilen kanatları! Yoksa insan dayanabilir miydi onca cesedin ardında kalışına …

Sonrası kış ,ağırlığınca sessizlik.. İçimize haykıran o miskin yanımız. Ve nihayetinde ,o zilli etekleriyle elbet sonbaharın kızı doğacaktı, gelecekti ilk cemresiyle allı morlu düetlerimize! Boşuna mı çekildi onca çile? Üstelik sonbahardan müjdeliydi aşk , gebeydi mavisi çiyli yarınlara! Boşuna mı göğe uzanıyordu kupkuru kalsa da dalları?

Kim boşuna dönmüş ki Yaratan’ın katından? Gözlerimizde titreyen o nem ıslatırken avuçlarımızı , boşuna mı süzülüyordu nehirler , denizine kavuşma arzuyla meşakkatli yollardan? Uzaktan davulun sesi hoş gelirmiş ya! Siz bakmayın öyle ipek gibi yeşilliklerin arasından süzülmesine! Sonbaharın ağıtlarını az mı dinlendirdi göğsünde , az mı kan sağıldı gökler sabah huşusuyla can evine.

Kaç yaprağı sonsuzluğa taşıdı sessiz sessiz. Kaç kuş ölüsü vurdu debisine , kaç gelinciğin kanadı saplandı gözesine! O olgunluğa gelmeden ne acıları kundakladı ana sıcağıyla.

Ağlamasaydı bu kadar duru akar mıydı gönül diyarlarından diyarlara? İçimizde incinen derinliğin incelen sesi olduk kimi zaman sonbahara ,kimi zaman kan kustuğumuz perçemine bir tutam iç .

Denizi okşayan rüzgarların haylaz kanatlarında dibe çakılan güz vurgunu . Lakin bir bitiş değildi sonbahar o hep baharlara gebe sondu! Bitmesi gereken yerde seven gönüllerin suskunluğuydu gidişi …

Kızıllaşan suretinden sayfaya sıçrayan aşkın ölümsüz olgunluğuydu! İnsanoğlu doyduğu pınarın kaynağını unutur mu hiç! O arayışın tek nefesi ömre bedeldir !Ömür ki o arzunun derinliklerinde yıkanan nazende nefestir! Tıpkı ilk cemresiyle çoraklaşmış gönüllere düşmeden sonbaharın çığlıklarından saçılan son damlayla kırklanan nevbaharlar gibi…


Filiz Kalkışım Çolak
”Vesselam edb sayı 10 ”
www.kafiye.net