Son Peygamber (öykü)

Önce beyaz parlak bir ışık göründü, ışık o kadar kuvvetliydi ki bir süre gözleri hiç bir şey görmedi. Işığın içinden upuzun bembeyaz elbise giymiş, upuzun bembeyaz, sakallarıyla, upuzun bembeyaz saçlarıyla, masmavi gözleriyle, nur yüzüyle, upuzun asasıyla aksakallı ihtiyar dede belirdi;

Ey Âdemoğlu uyan! Uyan derin uykudan, gafletten, delaletten uyan, müjdeler olsun sen Allah’ın en şanslı en mübarek kulusun.

Hayırdır dedem ne oldu, ne müjdesi?

Müjde; yeri göğü yaradan, böceğe, çiçeğe, balığa, toprağa, tohuma can veren Rabbimdendir. Ey Allahlın mübarek kulu, Peygamberlikle ödüllendirildin.

Ne peygamberi dedem, dalga mı geçiyorsun benimle?

Tövbeler olsun, dalga geçmek ne haddime, ben elçiyim, emir Allah’tandır, takdir onundur.

Bu bir rüya değil mi dedem, ben rüyadayım şu an.

Rüyadasın evladım, ama ben gerçeğim, her şey gerçek.

Dinden, kitaptan anlamam, kutsal kitabı okumadım, hiç Camiye gitmedim, dua da bilmem, namaz da kılmadım, bir yanlışlık olmasın dedem?

Tövbe de! Rabbim yanlışlık yapmaz evladım, bir bildiği vardır, o her şeye kadirdir, onun emirlerini sorgulamak zinhar bize düşmez.

Peki, ben ne yapacağım şimdi dede, nasıl Peygamberliğe layık olacağım?

Öncelikle ilk iş olarak, cümle insanlığa kendini Peygamber olarak ilan edip, tüm insanlığın sana iman etmesini sağlayacaksın, unutma! Artık tüm insanlığın mübarek peygamberisin, başta bütün İslam âlemi ve kutsal Camilerimiz sana bağlıdır, tüm insanlık senin emirlerini yerine getirecek ve sana koşulsuz iman edecektir, bundan sonra senin sözün Rabbimin sözüdür, ona göre konuş, ona göre yaşa ve ona göre davran, tüm kötülüklerden günahlardan uzak dur, nefsine uyma, kutsal dininin tüm şartlarını koşulsuz yerine getir, Eğer sana itaat etmeyen emirlerini sorgulayan olursa; onları Allaha havale et, sakın bu yoldan dönmeyesin, maazallah Rabbim seni cezalandırır, onun emirlerini yerine getirmek farzdır, mecburiyettir, şu andan itibaren insanlar seninle dalga geçecekler, seni aşağılayacaklar, deli diyecekler, Hor görüp dışlayacaklar, eziyet edecekler, acı çektirecekler, her türlü zulmü yapacaklar, ama sakın bu yolda pes etme, Bu yolun sonu aydınlıktır, mutluluktur, imandır, derin ve sonsuz huzurdur. Şimdi uyan ve görevini unutma, ben sonra tekrar rüyana gireceğim ve sana rüya yoluyla elçi olarak yüce Rabbimin emirlerini ileteceğim, haydi gazan mübarek, yoldaşın Allah, Ümmetin caiz ola.

… İçinde derin bir huzur hissetti, hayatında ilk defa adam yerine konup saygı duyulmuş, ciddiye alınmış ve kutsal görev verilmişti, kutsal görevin bilinciyle kararlı, mutlu ve huzurluydu.

Aksakallı dede ışıkla birlikte usul usul küçülüp uzaklaşıp kayboldu,

Sonra mavi bir ışık parladı.

Hoopp! Kalk hemşerim, otobüs durağı burası, burada uyuyamazsın, hadi kalk yürü, sabah oldu!

Uyanıp sağına soluna baktı, güneş yeni yeni doğuyordu.

Şahadet parmağını havaya kaldırıp, Yüksek tonda Zabıtaya seslendi!

Ne cüretle benimle böyle konuşursun, sen benim kim olduğumu biliyor musun?

Zabıta mesai arkadaşlarıyla bakışıp güldü.

Kimsin hemşerim, anlat ta öğrenelim?

Ben Peygamberim! Allah beni Peygamber tayin etti, bundan sonra herkes bana iman edecek, saygı duyacak, emirlerimi sorgusuz yerine getirecek!

Getirmezsek ne olacak?

Hepinizi Allaha şikâyet ederim, o hepinizi en ağır biçimde cezalandırır.

Zabıtalar umursanmaz bir tavırla, el kol hareketleri yaparak, söylene söylene yan tarafta kaçak tezgâh açan simitçiyi uyarmaya gittiler.

Durakta otobüs bekleyen üç kişi vardı. Birbirlerine bakıp alay eder gibi inceden güldüler,

Ben peygamberim! İskender Peygamber, hepiniz bana iman edeceksiniz!

Uzun saçı sakalı birbirine karışmıştı, uzun zamandır yıkanmamıştı, leş gibi kokuyordu, açlıktan guruldayan midesiyle, yırtık botlarıyla, kirden pislikten ağırlaşmış mantosuyla, kutsal amaç için gururla ve onurla hızlı adımlarla yürümeye başladı.

Hem yürüyor hem sayıklıyordu;

Ben Peygamberim, İskender Peygamber, İskender Peygamber, İskender Peygamber, İskender Peygamber, İsken…

Düüüüt… düüüüüüüttt… düüüüüüüüütttt…

Hoopp! Hemşerim kenara çekil, yolun ortasından yürünür mü? Öküz müsün be bilader, ne mallar var arkadaş.

Aldığı görevin kutsallığından ve sevincinden şaşırmış ve heyecanlanmıştı, yoğun trafiğin olduğu ana caddenin ortasından yürümüştü.

Kaldırıma çıktı, sayıklaya sayıklaya yürümeye devam etti, uzun süre yürüdükten sonra yorulup acıkmıştı. En son dün akşamüstü çöpten çıkardığı küflenmiş ekmekle yarım kalmış ton balığı konservesi artığını yemişti, simitçide ’ki askıdaki simitlerden iki simit alıp, çay ocağına girip oturdu, bir çay söyledi, önceleri de buraya uğradığı için tanıyorlardı, kahvenin sahibi ondan hiç parada almıyordu. Simidini yiyip çayını içtikten sonra yüksek tonda bağırdı!

Ben peygamberim, İskender Peygamber!

Buraya genelde inşaatlarda karın tokluğuna günübirlik işlerde çalışan işçiler geliyordu, kahvedekiler ona ihtiyar veya baba diye seslenirdi, kimse gerçek adını bilmiyordu, zaten çok az konuşurdu, ama bu gün dili açılmış içine bir coşku gelmişti.

Ocakçı Mustafa dayı:

Yav senin adın İskender miydi? Kaç kere adını sorduk söylemedin, ne güzel adın varmış be mübarek, bi çay daha vereyim mi?

-Olur.

Yan masada gazete okuyan Cengiz İskender’in yanına oturdu.

Cengiz uzun boylu, zayıf, kirli sakallı, genç yaşlarda olmasına rağmen saçlarına erkenden ak düşmüş yoksul bir gurbetçiydi, evde ekmek bekleyen karısı ve iki çocuğu vardı. Gündelik ne iş olursa çalışırdı. Burası aynı zamanda işçi kahvesiydi.

Eeeh ihtiyar; Merhaba hoş geldin, adını öğrendiğimiz iyi oldu, bundan donra sana İskender baba diyelim olur mu?

– Olmaaaz bana İskender Peygamber diyeceksiniz!

Yav baba; daha düne kadar doğru dürüst konuşmazdın, sessiz sakin bir adamdın, bu gün gelmişsin ben Peygamberim diyorsun, nasıl iş bu?

Öyle, ben Peygamber tayin edildim.

Yan masadan sıvacı Mehmet usta lafa karıştı;

Babacım Peygamber tayin edilmez, Devlet memurumu bu? Peygamber Allah tarafından seçilir, mübarek kuluna müjdelenir.

Bana da müjdelendi.

Kim tarafından?

Aksakallı dede.

– Kim?

Aksakallı dede; Sen mübarek kulsun, bundan sonra yüce Allah’ın Peygamberisin dedi, Peygamber… Peygamber… Peygamber…

Peki, bu dede nerede şimdi?

Kayboldu gitti, söndü.

Baba sen güzel bir rüya görmüşsün ama artık uyan.

Ben uyanığım zaten, uyumuyorum ki.

Daha uyanamamışsın belli ki, kalk elini yüzünü yıka, akıllı ol, kendine gel.

Ben uyumuyorum! Uyanığım, uyanığım, uyanığım… Uyanı…

Uzaktan bir ses;

Delirmiş zavallı, aklını yitirmiş, Allah yardım etsin.

Deli değilim ben, deli değilim!

Hışımla ayağa kalktı, hızla kahveden çıkıp, seri adımlarla yürümeye devam etti.

“Hacı Hüsrev Celâlettin Pekmezci” Camisinin önüne gelip bir süre Camiyi gözetledi.

Allah onu bir kere Peygamber tayin etmişti. Bütün Camiler de ona bağlıydı. Tüm Camileri denetlemesi ve sahip çıkması gerekiyordu. Bu kutsal görev dolayısıyla ilk iş gününde kaytarmak olmazdı, gece gündüz çalışıp, mübarek görevini icra edecekti, zaman kaybetmeye tahammülü yoktu, bir an önce Camilerdeki cemaatleri kendisine bağlayıp kutsal liderleri olarak gereken saygınlığı sağlaması gerekiyordu. İlk bu Camiden başlayacaktı, bu Camiyi çok seviyordu, bazen kapısında saatlerce oturur ezan sesini dinlerdi, ezan sesi ona derin bir huzur ve garip bir rahatlama hissi veriyordu, gelen geçen cemaat arada sırada ona bozuk parada veriyordu, Ama hiç içeri girmemişti. Hep kapısında otururdu. Kendinden emin cepheye giden mağrur, gururlu ve kararlı bir komutan gibi Camiye girdi, öğle namazı vaktiydi, İmam Cami bahçesinde abdest alıyordu, ihtiyarı görünce abdesti yarım bırakıp yalın ayak arkasından koştu.

Baba dur nereye gidiyorsun?

İçeri giriyorum.

Ne yapcan içerde namaz mı kılcan?

Kılarım kılmam, sana mı soracam?

Abdest aman gerek önce, üstün başın da leş gibi, buraya böyle giremezsin, burası Allahlın evi.

Biliyorum, beni de Allah gönderdi zaten, ben onun sevgili Peygamberiyim.

Tövbe estağfurullah, ne diyon be zındık adam, Allah’ın evinde günaha giriyorsun, çarpılacaksın.

Neden çarpılacağım arkadaş, Allah beni görevlendirdi.

Neyle?

Camileri kontrol edeceğim, sahip çıkacağım, artık bütün Camiler benden sorulur, bana en kısa zamanda abdest almayı, namaz kılmayı, duaları öğreteceksin! Sana Peygamberin olarak emrediyorum!

Allah Allah, nereden çıktın sen arkadaş, İşim gücüm var, cemaate namaz kıldıracam şimdi seninle uğraşamam, haydi çık Camiden, bu şekilde buraya giremezsin.

– Sen bana emir veremezsin, ben sana emir veririm, hem Camiler artık senin değil bana zimmetlendi, sen kimsin de beni evimden kovuyorsun.

Bu arada Cemaat meraklanıp yavaş yavaş toplanıyordu, herkes imamla çelimsiz ihtiyar arasındaki hararetli tartışmayı izleyip, kendi aralarında homurdanıyordu, çevreleri kalabalıklaşınca İmam uzatmak istemedi. Sessizce uzaklaşıp polisi aradı.

Kısa süre sonra iki polis gelerek ihtiyarı polis otosuna götürdüler, ihtiyar Polis otosuna binmek istemedi ise de polislere gücü yetmemişti. Yaka paça bindirdiler. Karakola gelince nezarethaneye koydular, bir süre sonra Komiserin karşısına çıkardılar.

Komiser kısa boylu, tombul yanaklı, genç, sinirli bir adamdı. İhtiyarı oturduğu makam koltuğundan baştan aşağı süzdü.

Bu şahsı niye getirdiniz arkadaş, başka adam bulamadınız mı?

Şikâyet var amirim

Kim şikâyet etmiş?

Hacı Hüsrev Cami imamı, Camide olay çıkarmış.

Komiser ihtiyarı bu defa daha dikkatli süzdü.

– Nasıl bir olay?

Tam bilmiyoruz amirim, ben Peygamberim diye Camide bağırıp, namaz kılınan bölüme girmeye çalışmış, imam da şahsa müdahale edip bizi aradı.

Yok yav gerçekten mi? vay imansız.

– Ben imansız değilim, ben Peygamberim.

Akşamdan kalan Komiser çok sinirlendi. İhtiyarı kolundan tutup kapıya doğru itti.

– Götürün lan şunu karşımdan, zaten üstü başı leş, domuz gibi de kokuyor, işimiz gücümüz var, bunlarla mı uğraşacağız arkadaş, İfadesini alın, atın dışarı gitsin.

Beni atamazsınız! İfademi de alamazsınız! Ben Allah’tan başka kimseye ifade vermem!

– Arkadaş sen deli misin? Yoksa deli numarası mı yapıyorsun? Peygambermiş, ne Peygamberi, akıllı ol bağırma, burası Karakol.

– Karakolsa karakol, burası da benim emrimdedir, hepiniz benim kullarımsınız, hepiniz bana saygı duyacaksınız! Emirlerimi yerine getireceksiniz!

– Ne diyor bu manyak yav, kafayı yemiş, Bırakmayın lan bunu, götürün nezarete atın, bi şey de vermeyin aklı başına gelsin, dışarıda tehlikeli olabilir, bırakıp ta başımıza iş almayalım, bakın bakalım üstünde kimlik falan var mı?

Ceplerinden bozuk para, kuru ekmek ve simit kırıntılarından başka bir şey çıkmadı.

Tekrar nezarete kapattılar.

Komiser Adli tabipliği aradı.

-Doktor: Buyur Komserim.

– Merhaba dostum, kolay gelsin, bir Şahıs var da ne yapacağımı şaşırdım, akıl sağlığı yerinde değil, kimliği de yok, toplum içine çıkarmayalım diyorum asayişi bozabilir, evsiz galiba, üstü başı da leş gibi, Sayın Savcıma da bu halde gönderemem, ne yapalım?

– Yarın gönder amirim, mesai bitmek üzere, sabah Psikoloğa gönderelim, gereğini yaparlar.

– Allah razı olsun doktorum, sabah gönderiyorum, iyi akşamlar.

O gece Karakolda sabahladı, sabah adli tabibliğin sevkiyle akıl hastanesine yatırılmıştı, iğnelerin etkisiyle bir süre uyuduktan sonra uyandı. Otuz beş yıldır kestirmediği upuzun saçları ve sakalları kökünden kesilmiş, yıkanmış, tertemiz bembeyaz elbiseler giydirilmişti, işin garibi bunların hiç birini hatırlamıyordu, yoksa saçını sakalını kestirir miydi, saçsız sakalsız Peygamber mi olurdu, aynada kendini tanıyamadı, kilitli odasının demirli penceresinden hastanenin bahçesindeki hastalara seslendi;

-Ben deli değilim, ben deli değilim! Beni burada tutamazsanız, Allah hepinizi çarpar, ben tüm insanların Peygamberiyim, bana saygı duyacaksınız, inanacaksınız, her dediğimi yapacaksınız, gelin buraya, beni dinleyin, toplanın buraya, bu Allahlın emridir, açın kapıyı! Çıkarın beni! Çıkarın! Kutsal görevim var benim, ben Peygamberim, İskender Peygamber, İskender Peygamber, İskender Peygamber, İsken…

Bahçedeki kimse onunla ilgilenmiyordu, kimse onu dinlemiyordu, ama o inatla ve bitmez tükenmez azimle; uyanık olduğu her an, kilitli odasının demir korkuluklu penceresinin önünde aynı şeyleri tekrarlıyordu. Artık daha çok uyuyordu, sürekli aksakallı dedenin tekrar gelip onu kurtarmasını ve bir sonraki müjdeli haberleri ve bir sonraki kutsal görevlerini bildirmesini bekliyordu.

O günden sonra aksakallı dede ne odasına ne rüyasına hiç girmedi. Onu unutmuş muydu? Ya da başka daha önemli işleri mi vardı bilinmez ama o günden sonra bir daha hiç görülmedi.

İhtiyar iğnelerin etkisiyle bol bol uyuyarak ve bir umutla dedenin rüyasına tekrar gelmesini bekledi.



Serdal Göçmen
www.kafiye.net