MANTIK VE GÜDÜ

   

  -Bugünün Türkiye’sinde diğer konularda olduğu gibi roman anlayışında da hatalı bir tutum içine girildiği bir gerçektir. Her önüne gelen yazarlığa soyunuyor ve sözde Türk toplumunun yaşantısını yansıtan “Yapıtlar!” veriyorlar. Hele son zamanlarda ortaya çıkan “Orhan Kemal”, “Yaşar Kemal”, ”Fakir Baykurt”  taklitçisi bir yığın genç ve yaşlı yazar, tek yanlı basit bir görüş açısından “küfür edebiyatı”,  diye adlandıracağım bir ekolün temsilcileri olarak karşımıza çıkıyorlar. Diğer tarafta ise bunlar gibi enteresan bir grup daha var: Onlar da, ağdalı bir lisanla yine Türk toplumunun gerçeklerinin çok dışında konuları ele alarak, Batı’dan tercüme edilen eserlerin ışığı altında hiç durmadan eserler veriyorlar. Anlaşılması güç lisanları, zaten gün geçtikçe azalan okura elle tutulur bir şey vermekten çok uzaktır. Bunlara da ben “ sözde modernciler “ diyorum.

     Profesör Necdet Bey sabırsızlıkla bekliyordu Tarık’ın konuşmasının bitmesini, Temel Bey de damadının hırçın çıkışlarına için için kızıyordu. Nihayet Necdet Bey peltek peltek konuşmaya başladı:

     -Aslında kesin hatlarla Türk romanını bu şekilde iki grupta toplama imkânı yoktur. Buna rağmen sizin sınıflamanızdan hareket edersek; belki birinci gruptakiler hakkında söyledikleriniz doğru olabilir, ama Batıcı olmakla suçladığınız, dillerinin çok ağır olduğunu söylediğiniz kimseler hakkında biraz acele ediyor ve peşin hüküm veriyorsunuz. Bu tip yazarlar geleceğin Türkiye’sinin temellerini sağlamlaştırmak için çabalıyorlar, hem sonra çok ağır sayılabilecek bir lisanları olduğunu da sanmıyorum. Her okuyan insan onların eserlerini kolaylıkla anlayabilir.

      -Burada isim vermek istemiyorum, çünkü birçoğu sizin tanıdığınız çok yakın dostlarınız olan bu kişilerin savunmasını kendi anlayış açınızdan yapıyorsunuz. Siz, en azından yirmi senelik bir tahsil hayatı geçirmiş ve bir o kadar da mesleki çalışma yapmış, bugün de profesör olmuş bir kişisiniz. Bu eserleri sizin anlamanız gayet normaldir, ama bugün Türkiye’de okur-yazar kitlesinin çoğunluğunu ilkokul mezunları meydana getirmektedir. Eser yazarken ele alınacak olan ölçü çoğunluk olmalıdır. Haydi, vazgeçtik ilkokul mezununun tam anlamasını, hiç olmazca ortaokul ve hatta lise mezununun anlayacağı gibi yazılsın. Daha düne kadar Türkçe ile bilim yapılamayacağını iddia edenler ve bu nedenle İngilizce’ye, Fransızca’ya  dört  elle  yapışanlar  bu  topluma ve  bu insanlara  ne  ölçüde  yakındır, sorarım size!

     Bağırıyordu artık, öyle ki sesi kısılmıştı bağırmaktan. Biraz durdu, bir yudum su içti ve tekrar devam etti:

      –Küfür edebiyatçılarına gelince, beyinleri yıkanmış, kendi deyimleriyle bilinçlenmiş, her an hayallerinde ihtilaller yapan, köylünün, işçinin gerçek problemlerini görmeyip sadece fakirliği işleyerek, halka ulaştığını sanan, ahlaksızlığı toplumun tümüne teşmil eden bu beynelmilel ajanlar da yanlışın değil yalanın savunuculuğunu yapmaktadırlar. Her türlü yanlışı bir gün düzeltme imkânı vardır fakat yalanlar asla düzeltilemezler. Tarafsız olan bir kişi her gün biraz daha azgınlaşan iki gruptaki karşılıklı iftira ve çamur atmalara baktığı zaman, bu derecede birbirine ters düşen iddiaların var olabileceğine inanmak istemeyecektir. Yorumlardaki şartlanma ve tek yanlılık bu iki grubun da dışarıdan idare edilen piyonlar olduğunu ispatlamaktadır. Aslında ne sağ, ne sol Türkiye’nin yararına hizmet ediyor, dışardan beslenen kalemler de bu beynelmilel kuruluşların çirkin emellerine hizmet yarışına  girmişlerdir. Yazan kalemlerin, düşünen zihinlerin çoğu satılmıştır, dersem hiç de abartmış olmam.

     Sinirden titreyen Temel Bey, kin dolu gözlerle damadına baktı. Konuyu iyice kavrayamamış olsa da misafirlerine, dostlarına bu kendini beğenmişin hakaret ettiğini, onları gücendirdiğini anlamıştı. Damadını uyarma ihtiyacı duydu:

      -Tarık sen galiba içkiyi biraz fazla kaçırdın, baksana ne dediğini bilmiyorsun! Lütfen bu saçma sapan düşüncelerden ve konuşmadan vazgeç. İstersen, yukarı çıkıp biraz dinlen!

     -Özür dilerim efendim, amacım misafirlerinizi kırmak değildi, sadece kendilerini uykudan uyandırmada yardımcı olmak istedim. İçkiye gelince iki kadehten fazla içmedim, üstelik yorgun da değilim, dedi ve diğer köşede oturan eşi Rana ve Kemal Beyin yanına gitti.

     Necdet Beyin hanımı arkasından hayretle bakıyordu. Dayanamadı konuştu:

     -Ne kadar da banal şekerim! Temel Bey gibi nazik, janti bir adam nasıl buna kızını vermiş?

     -Üstündeki kıyafete baksana, balıkçı sanırsın. Rıfat Bey gibi yakışıklı, zengin Avrupai bir adamı beğenmeyip bunu seçmesi Rana’nın zevki hususunda beni şüpheye düşürdü.

     -Rıfat Beyi hatırlatma bana! O ne şarlmanlık, o ne asalet! Geçende Boğaz’daki yalısında verdiği partide bir sürü iltifatına mazhar oldum. Aysun’u da götürmüştüm, aldığım iltifatlar da onun yüzünden ya! Aman efendim nasıl bir kız yetiştirmişim ben, narin, edalı, bir çiçek kadar zarif…

     Dinlemiyordu bunları Necdet Beyin hanımı, çünkü Rıfat Bey’e kendi kızını beğendirmek için uğraşıyordu. Aysun’a bu kadar ilgi gösterdiği doğruysa yazık olacaktı bunca emekleri. Şimdi ne yapması gerektiğini düşünüyordu. En kısa zamanda Rıfat Bey’i bir vesile bulup davet etmeliydi. Bir hafta sonra evliliklerinin 23.yıldönümünü kutlayacaklardı, bunu kullanabilirdi.

     Tarık, Rana’nın yanına oturduğu halde, o, onu görmemezlikten geliyor ve Kemal Beyle konuşuyordu:

     -Oh, mösyö rica etsem, lütfen anlatın! Sonra ne yaptınız?

     -Sizin ricanız benim için bir emirdir madam. Nerede kalmıştım efendim? Tamam hatırladım. Bulvar kahvelerinin önünde oturuyordum, geçenlere baktım hepsi çiftti. Paris sokaklarında tek dolaşan kimse göremezsiniz. Eyfel kulesinden harikulade görünür Paris. Çılgınca sevişen Parislilere Eyfel’de de rastlayabilirsiniz…

     -Rahatsız etmiyorum ya efendim? Müsaade ederseniz, sohbetinize ben de katılabilir miyim? dedi, Tarık.

    -Aman efendim ne demek, buyurun.

    –Paris’ten bahsediyordunuz herhalde. Geçen sene giden bir dostum anlatıyordu. Lokantaya gitmiş, oturmuş. Fransızca’yı çat pat biliyor, ama yemeyi düşündüğü şeyi getirtecek kadar da bilmiyormuş… Garson dikilmiş başına, ne yapsın adamcağız listedeki bir yemeği rastgele parmağıyla göstermiş. Gerçi ayıptır orada parmakla göstermek ama ne yapsın mecbur kalmış. Garson başını sallamış anlamış gibi. Derken iki dakika sonra bir tabak koymuş önüne. Arkadaşım bu garip yemeğe şöyle bir bakmış, garip diyorum çünkü et dese et değil, patates dese patates değil, karpuz kabuğu dese o da değil. Başlamış yemeğe. Çatalı batırmış, ağzına atacak kadar küçük değil, bıçakla kesmeye çalışmış kesilecek gibi değil. En son çare olarak almış eline, başlamış kemirmeye. Ekşimsi gibi bir tadı vardı, diyor. Sonra bir dostuna sormuş, Meğerse o yediği şey enginar kabuğuymuş. Ne kadar komik değil mi? Gerçi sizin yaşadıklarınız kadar enteresan değil ama bir anı işte… Zannedersem siz böyle gülünç durumlara düşmemişinizdir Paris’te!

     -Aman mösyö, ben...

     -Biliyorum, mükemmel Fransızca konuşursunuz.

     –Çok mersi, efendim,

     -Nasılsın sevgili karıcığım, mösyö ile hoşça vakit geçirebiliyor musun? Haddim olmayarak sana bir sır vereyim: Mösyö hayatında hiç Fransa’ya gitmemiştir. Okuduğu kitaplardan öğrendiklerini, hayal gücüyle zenginleştirerek etrafındakilere satmaya çalışıyor. O nedenle bu mösyönün mösyölüğü de şüpheli.

    –Oh, monşer, bu ne kabalık! Ben Paris’teyken…

    -Yeter, yeter anladık! Hadi bas…

    -Bu kadarı da fazla oldu! Madam sizden özür dilerim, daha fazla tahammül edemeyeceğim, o nedenle de ben gidiyorum.

   -Kocam adına sizden özür dilerim. Onu affedin, yanlışlıkla sizi kırmış olacak…

   -Benim adıma konuşma yetkisini sana vermedim. Şu züppeyi bırak da gitsin, yoksa!…

   -Senden utanıyorum, küstah adam!..

   Şaklayan tokadın geldiği yöne doğru herkes başını çevirdi. Rana, ellerini yüzüne kapatmış, ağlayarak merdivenleri çıkıyordu. Herkes şaşırmıştı. Annesi Behiye Hanım koşarak kızının peşinden gitti. Rana:

    -Herkese rezil oldum anneciğim, diyerek annesinin boynuna sarıldı.

    -Kendini üzme kızım. Bu adamdan ayrılman için yarın hemen babanı harekete geçireceğim. Artık yetti! Herkesi kırdı geçirdi, üstelik bir de seni dövdü. Münasebetsiz…

   –Hayır anne, ayrılmak istemiyorum!

   -Ama yavrucuğum, bu işkenceye daha ne kadar dayanabilirsin? Hem ondan çok daha iyilerini bulabileceğinden eminim. Bak Kemal Bey etrafında pervane gibi dönüyor. Gerçi biraz yaşlı ama idare ediverirsin o kadarcığını da. Avrupa görmüş, tahsilli, ailemizi her ortamda temsil edebilecek bir adam…

    –Mesele o değil anne! Ben mesut olamadım, Tarık’ın da olmasını istemiyorum.

    -Kızım onun saadeti de kendisi gibi yavan olur, hem sen kendine bak, seni ne ilgilendirir onun mesut olup olmaması?

   -Öğrendiğime göre kolejden arkadaşım Yeşim’le sevişiyormuş. Hiç çekemezdi o kız beni. Benim gözümün önünde kırıştırmayı gösteririm ben onlara!

   –Yine de sen bilirsin, ama bu yersiz inadından vazgeçersen iyi olur. Ben annen olarak senin mutlu olmanı arzu ediyorum. Babana avukatla konuşmasını söyleyeceğim.

   –Sakın anne! Sana bunu anlatamam, ama ben Tarık’ı seviyorum. O’nu ne başkasıyla paylaşırım, ne de ondan ayrılırım. O yalnız benim olacaktır. Benim, benim… seviyorum seviyorum… .Onu kimseye vermem…  

     Diyerek Rana tekrar ağlamaya başladı. Annesi onu bırakarak aşağıya indi, misafirlerin huzuru kaçmış olmalı ki tek tek müsaade isteyerek gidiyorlardı. En son Fabrika Müdürü Cahit Bey ve hanımı evi terk ettiler teşekkür ederek.

     Temel Bey, kimse kalmayınca köşede sessizce oturan Tarık’a kin dolu gözlerle baktıktan sonra, Behiye Hanımı kolundan tutarak odasına gitti. Odada karısına:

    -Yeter, artık yeter hanım! Yarından tezi yok ayrılmalarını sağlayacağım. Bir oldu, iki oldu, üç oldu. Eee, bu kadarı da fazla! Rana ile konuştun mu, ne diyor?

    -Ayrılmak istemiyor.

    -Nasıl istemez, deli mi bu kız? Başımıza sardığı bu beladan kurtulmanın zamanı geldi. O istemese de ben bildiğimi yapacağım.

    -Ama Temelciğim bu işler zorla olmaz ki, seviyormuş hâlâ…

    -Canım bunun sevilecek yanı mı kaldı? Pis köylü…. Neyse ağzımı bozmayayım. Çok sinirlendim. Bir ara kendime, çağır uşakları attır şunu dışarı dedim, ama yeni yeni hadiseler çıkarmasından çekindim.

**

     Tarık yaptıklarından pişman değildi, kendi kendisine saygısı olmasa daha da kötüsünü yapabilirdi. Onun zihniyetine göre karısı gözleri önünde bir salon züppesiyle alenen kırıştıramazdı. Kadın dediğin ağır başlı, uysal, temkinli olmalıydı. İlk evlendikleri günden beri Rana bir sürü dengesiz davranışlarda bulunmuştu. Hatta bir keresinde başka birisiyle öpüşürken bile yakalamıştı. Bu davranışının yanlış olduğunu söylediği zaman ise bunun gayet normal olduğunu, biraz medenice düşünmesi gerektiğini iddia etmişti. Gerçi, sonraları yavaş yavaş bu salon hayatının bütün çirkinliklerini görmüş ve bu zihniyetteki bir ailenin kızının da başkasıyla öpüşmeyi normal karşılamasının nedenini daha iyi anlayabilmişti. Hele bu Yüksek Mühendis olduğunu iddia eden Kemal Bey’in maceralarını duymayan kalmamıştı. Birkaç toplantıda hiç çekinmeden herkesin gözü önünde seviştiğine de tanık olmuştu.

     Rana, sırtına şeffaf bir gecelik giyerek sessizce Tarık’ın yanına gelmiş, yine o anlamadan boynuna sarılmıştı. Tarık birdenbire düşüncelerinden uyandı. Boynuna sarılı elleri çözerek sordu:

    -Ne istiyorsun?

    -Hadi sevgilim yatmıyor muyuz? Benim çok uykum geldi.

    -Ben biraz geç yatacağım, sen istersen yat.

    –Ama ben korkarım, sen de gel.

    -Hayır gelemem.

    –Yoksa bana kırgın mısın?

     -Evet kırgınım, bir de yüzlü yüzlü soruyorsun, Senin de kırılmanı istemiyorum. O nedenle lütfen beni rahat bırak.

     -Affet sevgilim beni, bir daha olmaz. Hem ben gereken cezamı çektim. Tarık seni çok seviyorum. Oh Tarık, sevgilim! Üzme beni.

     –Rica ediyorum Rana, ne olur git!

     –Beni sevmiyor musun artık?

     –Üzgünüm, ama maalesef sevmiyorum.

     -Kendimi sana affettirip sevdireceğimden eminim. Yoksa aramızda başka birisi mi var? Sen hiçbir zaman bana böyle davranmazdın; ne kadar kavga etsek sonunda yine dayanamaz barışırdın. Bak!

     Diyerek üzerindeki tek giyecek olan geceliği de çıkarıp attı. Bu en son numarasıydı. Tarık’ın dayanamayacağından emindi. Fakat hayret, başını bile çevirmemişti ondan yana.

     -Bana bir şey ifade etmiyorsun Rana, etkilemiyorsun da beni.

     -Demek öyle! Seni etkilemiyorum demek. Pekiii kim etkiliyor seni? Yeşimciğin etkiliyor mu? Şimdi benim yerime soyunan o olsaydı etkilenir miydin?

     Yeşimin adını duyunca Tarık sarsıldı.

     -Sana ne Yeşim’den, ama her şeyi bildiğine memnun oldum. Bak bana, bu beraberlik artık yürümez. İkimiz için de hayırlı olan ayrılmaktır. Bunu daha önce söyleyecektim sana, fakat üzülmeni istemedim,

     -Ayrılmayacağımı kesinlikle bilmelisin. Ben seni seviyorum, ben istemedikçe de boşanmak imkansız! Hem ben senden beni sevmeni de istemiyorum. Hatta dilersen beni Yeşim niyetine de sevebilirsin.

     Bir an daldı Tarık, sanki Yeşim yanındaydı ve ona gülüyordu. Zarif vücudunu cömertçe ona sunmuştu. Yuvarlak omuzlarından, etli dudaklarından, mis kokulu saçlarından öpüyor, öpüyordu…

     -Yeşim, sevgilim sana tapıyorum sen benim her şeyimsin, diyerek onun koltuğun üzerindeki yumuşacık ve sıcacık vücuduna sarılıyordu. O da:

     –Tarıkcığım, ne güzel, ne güzel… Öylesine mutluyum ki… Hep bu günü bekledim, diyordu.                 

**

     Tarık, iki saat sonra gözlerini açtı, etrafına baktı. Rana’nın çırılçıplak vücudunu kanepenin üzerinde gördü.”Demek ki güdü, mantığa galip gelmiş!” dedi, garip bir tiksinti duydu. O anda, bu et yığınını yok etmek geçti içinden.

     Kendisine hakim olamayıp düşündüğünü yapacağından korktu. Bu korku nedeniyle acele bir şekilde giyinip kendisini karanlık sokaklara attı. Ağzına acı bir su geliyor, başı uğulduyor, gözleri etrafı göremiyordu. Bir müddet şuursuzca yürüdü, neden sonra denizin kenarına gelmiş olduğunu fark etti. Ortalık yavaş yavaş aydınlanıyor, biraz ileriden suları incitmekten korkarcasına bir gemi ağır ağır geçiyordu.

      Denizin iyotlu havası Tarık’ı kendine getirmişti. Az önceki yaşadıklarını hatırlamak istemiyor, zihnini meşgul edecek yeni konular bulmaya çalışıyordu. Bu gün yazacağı yazıyı düşündü. Yazı İşleri Müdürü bu gün için Kıbrıs ile ilgili bir makale istemişti.

     Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçerken “Sıcak salep!” diye bağıran salepçiye doğru yöneldi. Tek tük geçen insanlar vardı. Bir adam boş bir sandığın üzerine oturmuş hem simit yiyor hem de salep içiyordu. Onun biraz ilerisinde başka bir adam, yatıyor mu oturuyor mu belli değildi. Onun yanından geçerken seslendiğini duydu:

     -Allah rızası için ağabeyciğim, sevdiklerinin başı için, bir salep parası ver!..

     -Sabah sabah dilenmeye mi çıktın? Paran yoksa salep içme! Dileneceğine çalış, kazan, o zaman iç salebini…

     -Sakatım be abi, yoksa istemem mi çalışmayı?

     -Neren sakat, benden sağlamsın! Gene de al hadi şunu. Üşümüşsündür, bir salep iç de için ısınsın.

     -Allah razı olsun ağabeyciğim, Allah ne muradın…

     -Yetişir, yetişir. Yorma kendini.

     Babıâli’ye çıkan yokuşu tırmanırken biraz daha iyi olduğunu hissetti. Gazete binasının yanına geldiğinde kapının kilitli olduğunu gördü. Önce uzun uzun zile bastı, sonra tüm gücüyle yumruklamaya başladı. Biraz sonra gözlerini ovuştura ovuştura bekçi kapıyı açtı.

     –Ahmet Efendi, benim odamı aç, biraz çalışacağım.

     –Hayrola begim, bu saatte burada işin ne? Savaş mı çıktı yohsam? Rum gavuru bu, ne yapacağı belli olmaz. Olura belki eceline susamıştır.

    -Yok bir şey, meraklanma çok erkenden geldiğime bakıp da. Sadece biraz yapacak işim var. Çabuk aç şu odayı da bir an önce çalışmaya başlayayım!

     -Başım üstüne begim…

     Daktilosuna taktığı kâğıda “Milli Meselemiz Kıbrıs…” başlığını yazdıktan sonra kâğıdı hızla daktilodan çıkardı, buruşturup çöpe attı. Yeni taktığı kağıdın ise başlığı şöyleydi : Türk Aile Yapısında Kadının Yeri….

                                                                        
Ömer Faruk Hüsmüslü
www.kafiye.net