ÖLÜ KOKUSU

  Öldüğünde yazdı. Hem de sıcak bir yaz. Havada o biçim pis bir nem vardı. Nahiyenin girişindeki asfalt yol erimiş, yol kenarında bulunan otlar sıcaktan yanmış,  asmalar dallarında kurumuş, ramazan sebebiyle vakit ezanını okuyan cami imamının sesi susuzluktan dolayı duyulmaz olmuştu.

Onu evde yıkadılar. Bir gusülhaneye getirme gereğini kimse duymadı ama ne yazık ki ölü, iki gün evde bekletilmişti ve ahşap evin salonuna garip bir koku çöreklenmişti. Beklettiler, çünkü gurbette olan tek oğlunun,  kız kardeşlerinin tuttukları yasa katılması gerekliydi. Nihayet geldi oğul. Merasime katılan evin oğlu ağlamaya, kız kardeşlerine uyarak yanık ağıtlar yakmaya devam etti.

 Ölü suyu isli ve eski kazanda kaynatıldı. Evin avlusunda bulunan büyük defne ağacının gölgesinde ateş yakıldı. Çalılar, kızgın yaz güneşinin etkisiyle hemencecik tutuşuverdi. Tek yakışlık kibritle bir anda tüm çalılar alevlendi ve bir kaç dakika sonra göğe doğru büyükçe alev yükseldi. Yanan çalıların çıkardığı o çıtırtı sesini hala anımsarım.

Odunları yanarken izlemeyi hep sevmişimdir. Halam, bazı günler aynı defnenin altında büyük bir ateş yakar ve o ateşin üzerine kara saçı yatırır, ısınan saçta katmer pişirirdi.  Çırpılmış yayık ayranını köpüğünden ayırmadan içer, halamın yaptığı yağlı katmerleri elimde rulo yapıp patlayana kadar yerdim. Yine aynı ateş yakıldı ama bu sefer saç yerine kenarları isli o koca kazanı ateşin üzerine oturttular. Ateş, arada bir karıştırılarak harlanıyor, su acele edercesine kaynıyordu. Sonra ölüyü salonda masaya yatırdılar. Beyaz perde çektiler ondan sonrasını ben görmedim. Başka kimse de görmedi.  Bir kaç ölü yıkayan kadın hariç…  Sıcak suyun ölü bedenle buluşmasıyla ortaya çıkan o kokuyu hala unutamam. Küfle, yanık odun arasında bir kokuydu.  O kokunun adını koymuştum. O koku ölü kokusuydu. 

 Sonra babaannemi tabuta koydular. Tabutun en başında, cenaze merasimine sonradan katılan evin küçük oğlu, yani babam vardı. Bir erkeğe göre küçük olan bedeniyle hiç zorlanmadan kaldırdı tabutu, gözyaşlarını gizleyerek. Ya babam güçlü bir erkekti ya da babaannem erimiş gitmişti. O an için hangi seçenek doğruydu anlayamadım.

Karadeniz’de mezarlıklar evlerin çok ilerisinde olmaz. Hatta mezarlar, neredeyse herkesin kendi bahçesi içindedir. Bu yüzden babaannemin gömüleceği mezarlık eve çok yakındı. Ahşap balkonun cumbasından kalabalığın gittikçe küçülmesini uzaktan izledim.

Bir daha evde onu asla görmedim. Babaannemi… Ne yerken,  ne içerken,  ne de avluya beyaz çarşafları asarken… Beyaz bukleli saçlarını tararken bir hayal olabileceğini hiç düşünmemiştim. Miadının dolacağını ve eski kitap gibi yüksekçe rafa yerleştirileceğini hiç tahmin etmedim. Dizlerinde uyurken yıllar sonra yüzünü hatırlamakta zorlanacağımı da kimse söylemedi. Hayal meyal hatırladığım cenaze töreni düzenledi. Helva, ekmek arası zeytin,  peynir cenazede bulunan kalabalığa dağıtıldı. Vakti gelince oruçlar açıldı ve dağıtılan azıklar yendi. Hoca kuran okuduğunda annemin dizlerinde uyumuşum. Çocukça bir yorgunluk muydu benimkisi,  ya da ölü kokusunun ağırlı mıydı?

O gün hep uyudum. Moral bozukluğuydu belki.  Ölümü bir türlü anlamamıştım. Babaannem gömüldüğü günün gecesi o ıssız mezarlıkta nasıl tek başına yatacaktı. Karanlıktan, mezarlıkta başıboş dolanan köpeklerden ve baykuşlardan korkmayacak mıydı? Yalnız ve tek başına orada kalmak… Her babayiğidin harcı değil diye düşündüm. Ve ölüm, o günden sonra, korkularla yüzleşmek oldu benim için.

O gece, uzun süre bizden ayrı olan babamla yattım. Rüyamda babaannemin sandığını karıştırıyor sonra ahşap evi dolaşmaya başlıyordum. Açtığım her büyük kapı kocaman bir gıcırtı çıkarıyor bütün odalarda babaannemin cesediyle karşılaşıyordum. İstisnasız her odada onu görmek beni korkuttu. Bir türlü ondan kurtulamıyordum. Hıçkırarak uyandığımda annemin beni sarstığını gördüm.

‘’Rüya görüyorsun yavrum uyan!’’

Yıllar geçtikçe her kâbustan beni uyandıracak birileri hep oldu.  Önceleri annem, sonra kız kardeşim Yeliz, ev arkadaşım Kadiriye, eşim Orhan… Ama biliyordum ki, gün gelecek en derin uykumdan beni uyandıracak biri yanımda olmayacaktı. Kâbuslarımı tek başına yaşayacak, tek başına ağlayacaktım.  İlk defa mesai bitecekti o gün. Üstelik o gün mesaiye gidemedim diye müdürüm bile bana kızamayacaktı. Bir toprak yığının altına atılıp çürümeye bırakılacaktım eski bir ağaç kökü gibi. 

 Çocukken anlayamadığım ölümü hale anlayabilmiş değilim.  Ölü kokusunu ne zaman hissetimse hep birilerini kaybettim.  O kokuyu ne zaman hatırlasam, hep birini toprağa vermek zorunda kaldım. İnsan bedeninin sırlarını en ince ayrıntılarıyla çözdüm ama bu sırları bilip öğrenmek ölümü anlamama ne yazık ki yardımcı olmadı.

Mesela; mezarlıkların neden daha yeşil olduklarını biliyorum. Çünkü ölüler, tıpkı hayvan dışkısı gibi toprağa karışıyor. Beslenen toprak daha gür otların bitmesine,  ağaçların daha güçlü dallar vermesine sebep oluyor. Ölü,   toprak için bir nevi gübre görevi görüyor ve ben mezarlıkların neden ıssız olduklarını da anladım. Çünkü oraya attığımız her ceset ancak hatıralarda yeşeriyor ve insanoğlu o anlamsız toprak yığınını ziyarete gitmek istemiyor. Çünkü ne sevdiğinin gözleri önünde yok olmasını ve ne de kendi geleceğinin de aynı şekilde sonlanacağını kabullenebiliyor. Tüm bunları geçen zamanda çözdüm ama ben hala ölümü anlamış değilim. Niye doğar insan,  niye ölür?  Nereden gelir nereye gideriz?  Nasıl bir dünya o sonsuz dip. Bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi rüyada yaşar gibi mi yaşayacağız o sonsuz dibi ya da gerçekten kalkacak mı vücut yerinden?  Herkes aynı duyguları hissederek mi ölecek? Aynı o parlak ışığa mı gidecek herkes?

Bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var o da burnumda ölü kokusunu hep hissettiğim… Geçen yıllar bana öyle bir oyun oynadı ki, babaannem ahrete göçerken o ölü kokusunu üzerime bıraktı. Yapıştı her yerime o koku. Bir türlü kurtaramıyorum kendimi. Bir medyum değilim, bir ölü yıkayıcısı da değilim ama kolay değil bir adli tıp çalışanı olmak. Hem de hiç kolay değil.

Serpil TUNCER
www.kafiye.net