Şermin Hanım Geldi Yine
Hatice Eğilmez Kaya

Dün, ikindi vaktinden birkaç saat sonra, gün akşam ezanına hazırlanırken Şermin Hanım geldi yine. Neredeyse iki yıldır onun parmakları tarafından çalınmayan zilim, aynı ritimle seslendiğinde kapıyı bir nefeste açtım. Şermin Hanım zile, ince ve kendine has bir ezgiyle iki uzun, bir kısa basar, şirin kuşların lisanınca gelişini müjdeler. Ev sahibini ‘geldim’ diye ikaz etmesi kendisi gibi ılıman ve mutedildir.

Nasıl da merak etmiştim onu. Dile kolay en son ziyaretinin üstünden iki yaz ve kış, iki ilkbahar ve sonbahar geçmişti. Mevsimler, rüzgarlar, yağmurlar, bulutlar, gölgeler, güneşli günler, kurumuş yapraklar, çiçeklenen dallar müthiş ve tantanalı bir resmi geçit ciddiyetiyle pencerelerimizin önünde değişmişlerdi.

Çift asansörden hangisiyle gelecek diye meraklanmadım. Henüz bana geldiği ilk günlerden beri asansörlerden birini diğerine tercih etmiş, tercih ettiği asansöre binmeyi huy edinmişti. Fakat bu kez kendisinden bekleneni yapmadı ve bizim dairenin çaprazındaki o çok sevdiği asansörden inmedi. Neyi neden sevdiğinin mutlaka bir hikayesi olan Şermin Hanım’ın vazgeçmelerinin de nevi şahsına münhasır bir serüveni vardır. Tahminim odur ki uzaklarda birine darılıp yakınlardaki eşyayla selamı kesmiştir.


Şermin Hanım minicik adımlarını bana doğru atarken karşılıklı gülümsedik. Bakışlarımızdaki esrarı sadece biz biliyorduk. Acaba bu tuhaf kadını, benden başka hiç kimseyle paylaşılmamış bir sebepten ötürü tercih edilen asansör de özlemiş miydi? Ve hiçbir hatası yokken kendisinden vazgeçilmesine içerlemiş miydi?


Zaman mı yoksa ırmak mı akar, mevsimler mi yoksa biz mi daha çevik davranırız değişim konusunda?

Karşımda duran kadın görünürde iki yıl öncesinden pek de farklı değildi. Hatta onun için hiç değişmemiş bile diyebilirdim. Uzun eteklerini dört bir yana sakince dalgalandırıyordu aheste yürürken. Sokakta da hafiften salınan bir yürüyüşü, hiçbir dünyevi işi yokmuş gibi bir edası vardır onun. Görenler, eğer dikkat kesilirlerse gölgesine basmaktan çekinircesine yol aldığını fark edebilirler. Kapımın önünde bir bayram seremonisi sergilemesini gerektiren bir nesne ya da karartı olmasa da eşiği, gölgesine duyduğu ihtimama benzer bir titizlenmeyle geçti.
“Aman Şermin Hanım” dedim ardından, “Nezaketinden hiçbir şey kaybetmez misin sen?” Arkasına dönüp bakmadan konuştu, “Erdem ve arazlarımız ezberlendikleri için unutulmazlar aslında… Ne zaman, ne şekilde, kimden öğrenilip ezberlendikleri aklımızdan silinse de ayakta durabildiğimiz müddetçe yitirmeyiz onları. Canlarımız uçup giderken kanatlarından birinin altında erdem ve arazlarımızı götürürler bu yüzden.” Tane tane, yazılı bir metni seslendiriyormuş gibi konuşmuştu.
Bütün arkadaşlarım gibi o da yolunu bulur, şehrin doğusundaki irili ufaklı tepeleri seyreden mutfak masama kurulur her zaman. Ne güzeldir bazı alışkanlıklarımızın tekrarına şahitlik etmek. “Bu manzarayı çok özlemişim,” dedi. Pencere kenarına en yakın sandalyeye oturdu. Havada aralık ayının kasveti vardı. Evlerin bacaları git gide yaklaşan zemheri soğuğuna hazırlanıyorlardı sanki. Nefeslerini koyu gri bir heyula gibi ağır aksak alıp veriyorlardı. Şermin Hanım onlarla birlikte soluklanırcasına sakin, “Biliyor musun bıraksalar kasım çıkar çıkmaz uyur, nisanın ilk günü uyanırdım” dedi. İri, ela gözleri uzun süreli bir kapanmaya ne kadar da hazır görünüyorlardı. “Kışın herkes uyusam da uyanmasam der, hele ki yorgun düşen gönüller” dedim, teselli etmekti muradım. “Bu havalarda parmaklarımı oynatacak halim yok inan ki, bütün karanlık bulutları bir heybeye doldurup uzay boşluğuna atsam diyorum.” Ondaki kış mevsimine serzeniş sulu sepken yağdı mutfağın dört köşesine.

Toplayamadım.
Hakikaten doğa nasıl kışın uykuya dalıp bütün yaşama enerjisini bahara saklıyor ve ılık günlerin teşrifiyle birlikte üzerindeki melâmet hırkasını çıkarıp atıyorsa biz de öyleyiz. Yine de doğanın bir parçası olduğumuzu inkar ediyoruz yüzlerce yıldır. Şermin Hanım’ın bu sevimli itirafı bizim samimiyetten uzak kolektif inkarımızı taşa çalmıştı işte.

Az şekerli kahvelerimizi ocağın harsız alevinde demlendirirken bir yandan da misafirimi kolaçan ediyordum. Misafirim alnını cama dayamış ötelere bakıyordu. Birdenbire ayağa fırladı, “Ay ikindiyi kılmadıydım ben. Vakti kerahet geliyor.” dedi. Alelacele lavaboya geçti. Bir iki dakika içinde dışarı çıktığında saçlarından ve bileklerinden sular damlıyordu. Belli ki abdest almıştı. Ben de bu arada kahvemizi ocağın üstüne terk edip onun için temiz havlu, başörtüsü ve seccade hazır etmiştim. Birlikte salona geçtik. Şermin Hanım kıbleye yöneldi, ben dışarı çıktım.

Şu birkaç metre uzağımda Hakkın divanına durmuş, hassas gönüllü kadının bana darıldığını sanıyordum. Öyle alıngan bir mizacı vardır ve incinmişliklerini öyle ört bas eder ki ne zaman kime darıldığını, hangi sözden, neden nem kaptığını anlamak pek güçtür. Onun namazını kılıp gelmesini kahveler fincanda beklerken “Allah aşkına bana bir kırgınlığın yok değil mi?” sorusu da dilimin ucunda bekliyordu. Şermin Hanım mutfağa girer girmez “Kahveler soğudu” dedim önce. Sonra da dilimin ucundaki soruyu yönelttim. Muhatabım yorgun yüzünü, minik ve zayıf parmaklarıyla sıvazladı. “Dün gece bin beş yüz kişiye dargın uyudum, bu sabah baktım ki dargınlığım geçmemiş” dedi usulca. Aynı kısık ses tonuyla devam etti. “Kumdan bir kaleymiş meğer benim kalbim oysa ben onu güçlü sanırdım. Fakat müsterih ol. Kalbimin dargın oldukları arasında sen yoksun. Hiçbir zaman da olmazsın.”
Karşılaştığım her kalbi önemserim. Bazı altın kalplerde kendi acziyet içindeki varlığıma yer açılmışsa postu oraya serip ömrümün önemli bir kısmını orada geçiresim gelir. Şermin Hanım’ın kalbi de böylesi saraylardandır benim için. Onu kazanan kârda, onu kaybeden zararda diye düşündüğümden pamuklara sarsam seni derim hem yüzüne karşı hem de ardından. Demek gönül defterinden beni silmeyecekmiş, onulmaz hata işlesem de mi acaba?

Ne çok konuştuk onunla. İki gevezenin sohbetinde sözü kapan söyler de söyler. Bu kez Şermin Hanım pek atikti doğrusu. Biraz da benim az konuşurluğum üstümdeydi. Neler anlattı, neler? Sanki dolmuştu da dökülüyordu. Sözlerinin kimi aklımın sığ kıyılarına vurdu, kimi derin bir yerler bulup oralarda seyrü sefere daldı.

“Son günlerde rüyalarımı unutuyorum, bu bana çok acı veriyor,” dedi hararetini yitirmiş fincanlarımız dudaklarımıza değerken. Şermin Hanım kahvenin soğumasından şikayetçi değildi. Zira o hiçbir şeyi çok sıcak ya da çok soğuk içemezdi zaten. Ben hüznümden olsa gerek, yüzümü buruşturunca sahte bir şenlikle, “Aman canım zaten artık rüyalara da o kadar itibar edesim kalmadı” deyiverdi. Sevimli maskesi kendisini sesinin tınısından ele veriyordu. Rüya görmeyi ne çok severdi oysa. En son hatırladığı rüyayı sordum. Bugün sabaha karşı gördüm deyip başladı anlatmaya. Çehreme dahi yansımayan gizli bir kahkaha ile güldüm. Bazıları için çok sanılan düş görüşler demek bizim uyurgezer için azdı.

Geleceğinden habersiz olduğum için ona layık ikramlar hazırlayamamıştım. Kanaatimce misafir dediğine ne kadar itibar göstersen az. Hele ki evine konuk gelenin incesi, naifi oturuyorsa başköşende. Alelacele fırına benim de Şermin Hanım’ın da pek sevdiğimiz üzümlü kurabiyeden attım. “Aç mısın, tok musun?” dediğimde bir şimşek hızıyla “tokum” demişti önceden. İnanmasam da ısrar etmemiştim ben de. Biz İzmirliler için misafir yola düşünce “bir çay içseydik” kadar ısrarcı olduğumuz söylenir. Elbette bizim bu davranışımızda karşımızdakini yormamak kastı vardır. Başkaları ne anlar bilmem.

Utangaç kadındır Şermin Hanım. Ye iç, dedikçe küstüm çiçekleri gibi kapanır. Elini uzatmayı bilmez, tıpkı diline -ilham geldiğinde çokça konuşsa da- varı yoğu kondurmadığı gibi. Onun yiyip içmesi bana munis kedileri anımsatır. Başkasının mutfağında işlenmekten de çekinir. Çay ve kurabiye ikramım sırasında ya dışarıları seyretti ya benim kendimden emin hareketlerle hazırlığımı tamamlamamı. Sahi ben de bazı misafirlerden çekinirim, al Şermin’i vur bana. O türden misafirler beni seyrederlerken elim ayağıma dolaşır. Hele bir de işime müdahale ederlerse kaçıp da gidesim gelir. Oysa huyu huyuma denk Şermin Hanım öyle mi? Yaptığım kurabiyeleri ve demlediğim çayı beğeneceğinden de eminken, değmesinlerdi sakın keyfime.

İki ölüm haberi verdi bana. Birisi ortak bir arkadaşımızın babasına, diğeri yine ortak başka bir arkadaşımızın eşine dairdi. “Ölüm var” dedim. “Evet ölüm var” dedi. Bu iki önemli haberi işitmediğime şaşırdı. Memduh amcanın hasta olduğunu biliyordum da vefatını duymamıştım. Birkaç gün önce büyük kızıyla telefonda konuşmuş, yoğun bakımdan çıktığını öğrenmiştim. Akıbet ne kadar aceleci davranıyordu bazen. Diğer habere gelince işte onun kalbimi derinden acıttığını hissettim. Aşık olunan bir eşin kaybı kilometrelerce öteden beni de yakmıştı. En çok üzüldüğüm de aylardır aramadığım arkadaşımın acı günlerinde ona, dünyada yaşayan milyarlarca insandan biri gibi yabancı, binlerce ışık yılı ötemizdeki gezegenler kadar uzak olmamdı. Niye beni aramıyor, niye beni aramıyor diyordum her aklıma geldiğinde. Şermin Hanım “Sözünü ettiğin, dün tanıştığın insan mı canım sen ben diyesin. Sezmedin mi bile? Bir de dostlara dair sezgilerinle kabarırsın” diye azar etti beni. Onun yumuşacık kalbinden gelen sertçe sözleri o meşhur iç çekmemle cevapladım.

“Gökyüzünde süzülen güvercinlere bak!” dedim. “Çok yorgunum” diye tamamladı sözlerimi. Sanki senden uçmanı mı istedim, neden öyle söyledin Şermin? İşin gücün derine dalayım mı… Yaklaşık yarım saat anlattı, anlattı, anlattı. Asla sıkılmadım dinlediklerimden. Kendine özgü hoş bir üslubu vardır Şermin Hanım’ın. Çok konuşacağı zaman, karşısındakini sıkmak istemediğinde bu üslubu belirginleşir. Balköpüğü gözlerini muhatabının gözlerinden ayırmadan tane tane anlatır içinden geçenleri. Bir film seyreder gibi, bir şarkı dinlercesine sürüklenir gidersiniz onu dinlerken. Çok hazin şeyleri bile eğlenceli işlermiş gibi anlatır ki ağlasam mı gülsem mi bilemezsiniz. Bu onun içindeki kederleri bir çocuk oyununa döndürme çabasıdır aslında. Üzücü şeylerden söz etmekten hicap ettiğindendir ayrıca.
Depresyon -aşk da öyle gerçi- bulaşıcı galiba. Grip gibi, nezle gibi adını anmayacağım dehşetli hastalıklara denk… İnsandan insana, hatta insandan eşyaya, eşyadan yine insana bulaşıyor. Ne zaman iki tuhaf dost, iki satır söz etsek ertesi gün bu sözlerin ağırlığıyla bitap başlıyoruz güne. Bu sabah yorgun argın uyandım tatlı pazar uykumdan. Yahu Şermin Hanım bir de iç açıcı şeylerden söz et gönlümüz şenlensin. Şarkılar dinler ağır aksak, sohbet eder genellikle ölüm ve ötesi, kıssadan hisse çıkarır kalplere şenlik.

Mevsimlerden sonbahar, vakitlerden akşam, renklerden sarı bu kadın. Üstelik arada bir efkar misali ziyareti kaçınılmaz.

Yine de yine gel sen Şermin Hanım, yine de yine gel.

www.kafiye.net