Kesişen Yollar

Gün çoktan karşı dağlara kavuşmuş, ortalık zifiri karanlığa boğulmuştu. Pöstekinin üzerinde uyuyakalmış genç kadın, her çıtırtıya havlayan köpeklerin sesiyle gözlerini aralayıp etrafı dinledi uzun uzun…Henüz dili yavaşça çözülüp yeni ayaklanmaya yeltenen koca bebeğinin, gün boyu ezgisine koşmaktan imanı gevremişti. Hastalanınca huysuzluğu artan oğlunu zorla uyutup derinden sızlayan bedenini ocak başından yayılan tatlı sıcaklığın koynuna uzatarak uykuya teslim olmuştu. Renkli harelerle oynaşan çatal dilli alevlerin feri azalmış, közler kararmaya yüz tutmuştu. Kuşluk vaktinden beri neşeyle kaynayıp duran pancarlardan yayılan mis gibi bir koku, akşamın rutubetli ayazına karışıp iki göz odayı kuşatmıştı. Ses etmeden sendeleyerek kalktı, titrek hareketlerle gaz lambasının fitilini ateşledi.

Ayakyoluna gitmek için ibriği, lambayı eline alıp oda kapısından usulca çıkmaya hazırlandı. Beşiktekinin, döşektekinin hırıltılı nefes akıp verişlerinin aksine, aşina olduğu gece kuşlarının seslerine karışan köpeklerin acı hırlamalarını bastıran öfkeli bir sesin gittikçe daha kuvvetli duyulmaya başlaması üzerine elindekilerini hızlıca kerevetin üzerine bıraktı. Şuursuzca duvardaki mavzere uzanmıştı ki irkildi, diklendi. Akşamüzeri çıtırdayan buz üzerinde düşmemek için zorla kuyuya kadar gidip geldiğini, birkaç kez daha gidip gelmesi icap ettiği halde oğlunun ağlamalarına dayanamayıp gidemediğini hatta cümle kapısını dayaklamadığını hatırlayıp telaşlandı. Kapıyı aralamasıyla birlikte, gölge gibi süzülerek içeri giren bir yabancının gür ve bezgin sesiyle durakladı.

‘’Davranma, yakarım!’’

‘’Höst, puşt! Destursuzcabubanın bostanına mı girersin, ersiz mi bellersin bu haneyi?

 Yabancı son bir gayretle beşiğe yönelip elindeki bıçağı salladı genç kadının yüzüne doğru:

 ‘’Sus be kadın! Ses etme, vallah kıyarım şu beşiktekine!’’

 ‘’Komşular! Aman diyeyim yetişin!’’

 ‘’Sus derim kadın! Canına mı susadın sen?’’

‘’Hırlı mısın, hırsız mısın, yoksa ırz düşmanı mı? Hangi akılla girersin namahremime bir de tehdit savurursun hı!’’

Genç adam yorgunluktan ha düştü, ha düşecekti. Kuzgun karası gözlerinin feri sönmüş, hareket ettikçe kana bulanmış apak mintanının altında pınar varmışçasına kaynayıp duran yaradan kanlar paçalarına doğru sızıyordu. Genç kadın sorgulayan nazarlarla ne olduğunu anlamaya çalışıyor, onu korkutan adamın kendisine ve çocuğuna zarar veremeyecek halini gördüğü halde nasıl davranacağını kestiremiyordu. Yığılıp kaldı şiltelerin üzerine. Sürükleyerek yürüdüğüsol  bacağını çekemedi altına doğru, kapaklandı boylu boyunca. Bıçağı tok bir sesle savruldu, çulsuz odanın eskilikten kararmış tahta döşemesinin üzerine. Merhamet dilenen bir sesle, yalvarırcasına aman diledi genç adam.

‘’Bacı, benden sana zarar gelmez. Müsaade et bu geceyi şuracıkta geçireyim. Yarın er vakitte giderim. Sakın ola ki kimseye haber vermeyesin. Say ki tanrı misafiriyim.’’

‘’Çok korkuttun beni n’oldu, niye bu haldesin?’’

‘’Kanlımdan kaçarım bacı…’’

‘’Kanlından mı kaçarsın, cana mı kıydın yoğsam?’’

‘’Yok bacı! Ben kim, cana kıymak kim! Bacı yok mudur bir tas çorban? Sabahtan beri yoldayım…’’

‘’Esme, kızım Irmızan’ım mı geldi yoğsam? Sesini duyar gibi oldum.’’

(‘’Tövbe tövbe! He ya ebe nine Irmızan’ın geldi! Helga’nın, Karla’nın bereketli kıvrımlarına gömülüpzevk deryasında  yüzmek varken neylesin benim gibi sakat karıyla, kokusunu  içine çekmekten imtina edip yüzünü bile görmediği, aklı evvel oğlunu hatırlamak…İki, üç yılda da gelse,hasretine  razıyım emme…’’)

‘’Üryanda görmüşündür koca nine, daha geleceği yok Irmızan’ının dur hele.  ilk yaz gelsin de gelir belkim bu yıl…’’

Elindeki mavzeri duvara asıp bacağını çekiştirerek sönen ocağı canlandırmaya yöneldi…

(‘’Ah! Irmızan’ım ah! Boyun, bosun devrilsin emi! Bana reva gördüğün bu hayatın içine tüküreyim. Bir başıma yükledin bunca ezayı, bir de bu yabancı çıktı başıma. Ne edeyim, kime ne diyeyim? Köylük yerde zaten çok laf verdin ağızlarına…Ben sakatmışım, beni ne diye almışın karı diye? Görmüşün Alamanya’nın  civelek  tazelerini nefsin körelmiş bana karşı, bir daha gelmezmişsin buralara. Nidecekmişsin gelip de yolu yok, ceryanı yok, suyu yok köyyerini, birde beş yaşındaki sakat kucak çocuğunu…Öyle ya nideceksin gelip de? Oralarda gördüğün medeniyet var mı ki buralarda? Gelip de burun kıvırasın, daha düne kadar içinde yunduğun dolabı. Yer sofrasında kafanı büke büke zıkkımlandığın bir tas çorbayı… Akşam, sabah ahırdan kürüdüğüm, buram buram kokan hayvan tersini. Tarlanın çapasını, ürünün hasadını, dövende ekine karışan hayvanın dışkısını, yele karşı savrulan buğdayın kaşındıran samanını. Tarlanın sürülüşünü, gece nohut tarlasına dadanan domuzları vurmak için nöbete yatışını, tarlayı ekmeyi, biçmeyi, otu, odunu tedarik etmeyi, buğdayı değirmene götürmeyi, doğuran hayvana el vermeyi…Nideceksin gelip de? Yüzün mü var elden ele, kucaktan kucağa gezen boyalı aşüftelerle oynaştığını bilen helalinle karşılaşmaya? Olsun Irmızan’ım olsun… Gene de benim erimsin, kabulümsün, bunca yıllık hasretliğimsin…’’)

Çıralı odunlardan sıçrayan şimşekli çakımlar; genç kadının zihnini karıncalayan anılarına yarenlik ediyordu. Çarçabuk pişirdi ayran aşını, reyhanı ufaladı parmak uçlarıyla. Közleri bir araya toparladı, ekmek dilimlerini maşanın üzerine dizip bir güzel gevretti. Odada tanış olduğu kaba nefes alış verişlerin dışında, kısa ve anlamsız sözlerle çektiği ıstırabı yansıtan bir erkek sesini duyunca sıçradı yerinden. Birden hatırladı evinde bir yabancı üstelikte bir erkek vardı… (‘’Ya biri görürde dedikodu çıkarırsa, ya Irmızan’ımın kulağına giderde; senin karın yolun yolcusu, evine namahrem almış, namusuna helal getirmiş derlerse, o da karı lafına inanmayıp, boş ol derse niderim? Köyde kime anlatırım işin aslını, kime sığınırım kucağımda bebemle? Varsın desinler tövbeler tövbesi benim bir suçum, günahım yoktur. Bizi bırakıp giden o, fingirdekyosmalarla harama uçkur çözen o, bunca yıldır arayıp sormayan, haliniz nedir demeyen o, neyin hesabını soracakmış…Gelsin, sorsun bakalım yüzü varsa…’’)

‘’Esme gelin…Esme kızım!’’

Vardım koca nine…Vardım.’’

Ne vakittir yanına uğrayamadığı koca ninenin bezini, idrardan ıslanmış esvaplarını değiştirdi. Örttü, bastırdı kocakarının üstünü. Çorbanın içine doğradığı gevrek ekmekler yumuşamış, mama kıvamını almıştı. Ağzı dişsizlikten mağara gibi olmuş kocakarıyı bebek gibi besledi, şefkatli elleriyle.

‘’Ah! Benim talihsiz gelinim! Esme gızım, sen olmayaydın hor olacakmışım besbelli. Allah seni tez günde Irmızan’ına kavuştursun, bitsin gayri bu hasretliğin. A! kadın gızım, ne zaman gelecek dediydin? Ben kuyulanmadan geleydi ya, dünya gözüyle bir daha göreydim hayırsızı a gızım.’’

‘’Koca nine,  ilk yaz geleceğim diye haber salmış dedim ya. Tomafilfablikasında çalışırmış, para irkip ev alacakmış. Bizi de Alamanya’ya götürüp, Helliibram’ımı da Alamantokturlarına gösterecekmiş… Varın öyle deyin Esme’m de, Helliibram’ım da gözümde tütüyor diyesiymiş…’’

‘’Doğrusu bu helbet, a gızım! Bir koca nerdeyse, goncası da, evladı da orda olur, münasibi budur emme…’’

‘’Benim de muradım budur koca nine…Benimde muradım budur!’’

Oğlunun harareti düşmüş, öksürüklü, tıksırıklı nefesi düzene girmişti. Yorganını çekti üzerine, yanaklarına küçük buselerle dokundu sevgi kelebeğinin öpücüğüne eş…İniltilere karışan ‘’ah, anam yandım!’’ sözlerini işitince yabancı erkeğin yattığı yere doğru yöneldi. Kapaklandığı yerde yatan erkeğin göğüs ve bacak kısmından tahta döşemeye sızıp küçük gölcükler halinde kümelenen kan yerde kurumaya başlamıştı bile.

‘’Ağam halin nicedir, yaran derin mi? Dem olmuş her yer, hele bir tas çorba içte bakalım bir.’’

‘’Sağ ol bacım. Ah!  Kocan gelmeden gidebilsem, seni de dara koydum.’’

‘’Bu gece gelmez gardaş, iyi ol da hele.’’

‘’Yarın akşam gelinceye kadar giderim her hâl.’’

‘’Yarın da gelmez ağam. Yaranı tımar edelim, düzel hele gidersin.’’

‘’Ya öbürsü gün gelir mi bacı?’’

    Yüzünü ekşitip yüklüğe doğru yöneldi Esme gelin. En kabalarından seçti döşeği, yastığı, yorganı. Ocak başına yakın yere serip hazırladı. Yere kapaklanmış erkeği onunda yardımıyla oturur hale getirdi, arkasını besledi yastıklarla.

‘’Mintanını çıkaralım da bakalım yarana ağam.’’

Yüzüne ilk kez bakıyormuş gibi baktı uzun uzun. Saçları ve  bıyıkları güneşte olgunlaşmış buğday başaklarını andıran sarılıktaydı. Menevişli gözleri harelenmiş, yüzü kefen beyazlığına bürünmüştü. Birden Irmazın’ınınsureti düştü yabancı erkeğin yüzüne. Hasreti kavurdu ciğerini, yüreği şimşeklendi, kasıklarında derin ve inceden bir sızı hissetti. Diri bedeni nemlendi, göğüs uçları diklendi…Kan hücum etti yüzüne kızardı, heyecanlandı, kendini darattı  abdestlikteki  lavaboya. Aynaya akseden al pençeli yanaklarına buz gibi suyu vurunca toparladı kendini. Tülbendinden çıkan kınalı, isyankar saçlarını toparlayıp sıkıştırdı. Kalbine akıveren hasretle katmerlenmiş duyularına gem vuruncaya dek oyalandı. Yüzünü ciddi bir ifadeyle maskeleyerek elindeki malzemelerle odaya döndü…

Rab; kolunun ve bacağının eksikliğini yüreğine fazlasıyla bahşetmişti Esme gelinin. Sabırlı ve şefkatliydi, şifalıydı elleri. Allah’a inancı tamdı. Mevlutlarda  kuran okur, düğünlerde def çalıp yanık ve buğulu sesiyle türkü türkü çağıldardı. Ölü yıkar, tavuk keser, doğuran hayvanı gayrete getirirdi. Çift sürer, ekin eker, biçer, düvene koşulurdu. Ne yapsındı, iki  kör boğaz ona bakar, onun gayretiyle nefeslenirdi…

‘’Ağam şu mintanını çıkaralım da bakalım ne menem bir yaraymış ha bire kanayıp durur.’’

‘’Tamambacı,sağ olasın.’’

Mintan, çamaşır çıkarmayı akıl edemediğine hayıflanıp yüklükteki sandığa yöneldi. Üzerindeki yükleri aceleyle indirip sandıktan ‘’Irmızan’ım gelince yenice giysin’’ diye düşünüp bohçacı Şehriban’dan aldığı iç donunu, fanilayı, mintanı, kullanılmamış tülbendi çıkarıp kerevetin üzerine serdi. Yaralı bedeninden çamaşırları ihtimamla çıkarırken elini köze değmişçesine birden çekti. Uzun yıllardan beri ilk defa bir cıbıldak erkeğin tenine dokunmuştu. Kan hücum etti her zerresine. Kalbine bir burgu sokuldu aniden, kasıklarında ince bir sızının zonkladığını, her yerinden ter fışkırdığını hissetti. Utandı, başını öne eğdi, gözlerini düşürdü yere. Cemalini nicedir unuttuğu kocasına karşı arzularına gem vurmayı öğrenmişti gayri ama bu sefer başkaydı. Heveskârdı, için için şahlanmış, tomurcuklanmıştı bunca yıl içine hapsettiği kadınlık duyguları. Ne yapsındıgençti, sevilmek, okşanmak onunda hakkıydı emme…

(‘’Ah Irmızan’ım ah! Sende böyle mi uydun şeytana gözden ırakken? Alaman yosmalarının davetkar göz süzüşlerine inanıp da bizi yok saydın. Tabi senin elinin kiri değil mi bunca harama iltifatın. Ya ben ne yapacağım şimdi? Senin yolundan gitsem münasip mi kadın kısmına de hele…Benim doruğa çıkmış yangınımı hangi karlı dağın, buz gibi suyu söndürür hıı?)

‘’N’oldu bacı, kan mı tuttu?’’

Arzuyla tutuşan bedeni, kalbine hücum ediveren heyecanı, genç kadının cevap vermesine mani oldu. Sustu… Sıtmalandı vücudu, zihnine üşüşen geçmişle hesabına şimdilik ara verircesine elini salladı boşluğa doğru…

‘’Yok ağam bu yara ne ki, nicelerine şahit oldu bu gözler.’’

Tülbentten büyükçe bir parça yırtıp ılık suyla ıslattı, erkeğin tenine dokunmaktan kaçınarak yarayı bir güzel temizledi. Kurşun göğüs kısmını sıyırmış geçmiş, etinin bir parçasını koparmıştı. Gül gibi fıkrayan yaranın üzerine, tavanın içinde yaktığı tülbent parçalarının külleriyle tampon yaptı. Küllerin üzerine daha önce yağ, pekmez ve unla bulamaç yapıp hazırladığı merhemi bolca sürdü. ‘’Irmızan’ım gelince tutunurum’’ diye alıp kullanmaya kıyamadığı tülbendi kuşak gibi sıkıca bağladı. Üzerine fanilayı, kocasının mintanını giydirdi. Ne çok özlediğini fark etti erkeğine hizmet etmeyi…Bu sefer, yüzüne utanmadan baktı içine şeytani hevesler düşüren genç adamın…

‘’Bacı sen nerden bilirsin yarayı böyle tımar etmeyi?’’

‘’Ağam, köy yerinde toktur mu var, anamdan ebemden görmüşlüğüm vardır helbet. Şu poturunu da çıkarsak, bacağını da tımar etsek.’’

‘’Yok bacı, utanırım iç donuyla…Kes at poturu.’’

Kör makasla uğraşa uğraşa kesti poturun paçasını baldırına kadar. Yine kelebeklendi yüreği, fırtınalarda çoştu, meltemlerde duruldu hisleri. Şahlanan şehvet ve tutkuyla sarsıldı bedeni. İçine çöreklenen kadınsı boranın, genç adam tarafından fark edilmesine müsaade edemezdi.Kurşunla  parçalanan yaranın tımarını sevecenliğine karışık utançla yaptı, sardı, sarmaladı. Isıttığı çorbaya, kıtır ekmekleri doğrayıp önüne koydu tepsiyle genç adamın. Malzemeleri topladığı anda mızıldadıHelliibram, vardı kucakladı sevgiyle. Ayaklanmış hislerini bastırırcasına öptü öptü oğlunu  defalarca.  Ocağı canlandırdı, ocağın yanındaki pöstekinin üzerinde terleyen oğlunun esvaplarını değiştirdi. Karnını doyurmak için mutfağa yöneldiği anda duydu oğlunun sözlerini.

‘’Ana!…Buba!’’ El çırptı Helliibram sevinçle…

‘’Yok, oğul buban değil!Bu gidişle hiç gelmeyecek yalım…’’

Esme, bir anda adını bile bilmediği erkeğin çekimine kapılıp nicedir dizginlediği kadınlık duygularının köpüklü çavlanlar gibi coşmasından ürktü. Faş edilmişçesine arlandı, kendini işe koştu. Yumruk gibi bir hamur tuttu. Kararmaya başlamış ocağı harlayıp henüz köz olmamış odunların üzerine sacı oturttu. Bazlamaları arka arkaya pişirip bohçaladı. Ruh ve beden yorgunu genç kadın, otururcasına yatağına sokuldu…

Sabahın alacasında öten horozların sesiyle ayaklandı sessizce. Odayı ısıtıp çorbayı pişirdi. Damdaki hayvanları doyurdu, suladı, terslerini kürüdü. İki ineğinin sütlerini sağıp ocağın en uzak köşesine koyduğu sacayağının üzerine oturttu. Kümesteki tavuklarını yemledi, sularını tazeledi. İki üç posta su taşıdı kuyudan, küpleri doldurdu. Kucak kucak odun taşıdığı sırada mızıldayanHelliibram’ının sesine yöneldi odaya.

‘’Vardım Helliibram’ım! Vardım!’’.

Odada, oğlu ve koca ninenin dışında kimse yoktu. Hayal miydi, rüya mıydı yaşadıkları bilinmez…Dışarıda taze kar serpeliyordu, izleri örtercesine. Eşikte durdu uzun uzun,kirpiklerinde duraladı kristal tanecikler, iki inci tanesi düştü yanaklarına, say ki kaderine…Say ki gidip de dönmeyene…

 

*Acemi Dergisi ve Yazarlık Akademisi(YAZAK) işbirliğiyle düzenlenen 1. YAZAK Öykü Yarışmasında Birincilik ödülü almıştır.

Fatma Türkdoğan
www.kafiye.net