Bir Çöl Yangını İndi Kalbimin Ortasına Ruhumun Sılasına.

Bir çöl yangını indi kalbimin ortasına ruhumun sılasına. Sürgünden yurduna dönmesi için kurban gerekliydi. Gözlerime yasak koydum, senin için yaş akmasın diye. Geceleyin arz, gündüzleri de sema tanıklık etti bu yakarışa. Yüzüne bakmadan, sırrı kaybolmuş aynalarda siluetine konuştum. Sessizliği dinledim tüm duygularımın yalnızlığında…

Önce sözcüklerimi verimdim sana, sonra rüyalarımı. Benim sözcüklerimle konuşmaya, benim rüyalarımı görmeye başladın sonra kalbimi verdim, benim kalbimle sevmeye başladın. Kendine ait hiçbir şeyin yoktu. Sevmek için başkasının sözcüklerine, yaşamak için başkasının kalbine muhtaçtın. Benim sözcüklerimle konuştun, benim kalbimle sevdin…

İçimde yanan ateş, gök kubbede yankılanarak dökülürken kalbim ne çok acı çekiyordu. Kanatlarımı boşluğa her açışımda muhabbet ehlinin kalbine düştü yolum. Bu kalpte doğarken ben gözlerinin aydınlığında şelale gibi döküldüm. Bir yanım gökyüzünde sevdan ile dolanırken diğer yarım yerin altında azap çekiyordu…

Zaman öyle değişti ki ben sarı güller mevsiminde takılı kaldım. Kalbe dolan ilhamın aydınlığı ile leblerimden döküldü duygularım, bir neyin namelerinde havaya karıştı. Sesten açılmış kandiller halinde sözcüklere dökülürken kâğıdın üzerine, kalem kan kırmızı, sayfa yeşil ile sarı arasında değişiyordu.

Ben ise hala kalbe düştüğüm yerde debelenmekteyim. Anı sessiz yankılarla bozmaya çalışırken ben tek parça kalma çabası sarf ediyordum. Hüzün, gam, iç sıkıntısı içinde yazgıma boyun eğerken sen yaşamın neş’e renginde yaşıyordun.

Yazgıma boyun eğiyordum. Kalbi oyulan ney gibi her notanın hüzün, her notam gam verirken ruhum sesiyle huzura kavuşturuyordum. Bütün yasaklara susturulmalara rağmen şikayet etmiyordum. Gülizar’dan derlenmiş lale gibi dururken duygularımın yoğunluğunu da burguyla oyulur gibi ruhum oyulmaya başladı. Her şey bir gölge gibi gelip geçerken düşüncelerim eylemsizleşiyordu.

Alıştım aslında yanı başımda sesinden çok çehrenle avunmaya. Sesimi toparladım önce, ruhumun derinliklerine hapsettim, her sesimde senden bir nefes diyerek. Hem tehlikeydim, hem tehlikeye düşendim. Var olduğunu bildiğim halde bir türlü bulup çıkaramadığım varlığının esiri olmuştum. Bir yanımla hep uzak, hep eksik, hep yabancıydım. Kendime özne, kendime eylemdim. Kendi derinliğinde boğulan ırmaklar, kendi kuraklığında kavrulan çöller gibiydim.

Hayatın Arnavut kaldırımlarında yürürken arada tökezleyip düşünce kalkmaya derman bulamıyorum. Kızıl kuleli atın dizginlerinde yorgunluğumu atmak istiyordum. Korkularımızda vardı, tebessümlerimizde, gülüşlerimiz de ümitlerimizde vardı ümitsizliklerimizde. Keşkelerin girdabında yuvarlanıyorum şimdi, elimin altında olup ta dokunamadığım sanki tutunca patlayacak sabun köpüğü gibiydin. Dokunmaya kıyamadığım nazenin çiçeğimdin.

Gökyüzünde bir kez parladıktan sonra sonsuza kadar kaybolan yıldız gibi kaybolduk hayatın fotoğrafları arasında. Savrulduk sonbaharın sert rüzgarlarıyla.

Aslolan gelmek mi, gitmek mi, yoksa kalmak mı…

03.08.2011
Fatma AVCI
www.kafiye.net