ANKA

Arkadaşımın halasıydı. Taziye için gittiğim evinde tanıdım onu. Taziyeye geç kalmıştım, birkaç gün geçmişti. Bu yüzden sakindi evin içi. 

Odaya girdiğimde eli ile işaret edip “Gel yanıma otur” dedi. Eşini kaybetmişti.
Oturdum yanına. Koltuğun arkasındaki çekmeceye uzandı, bir yazma çıkardı. “Bunu ört başına” dedi. Kendi düşüncesizliğime kızdım o an. Kuran okunacaktı, neden başım açık girmiştim ki odaya? Utancımdan yüzüne bile bakamadım. 

Kuran okunması bitti, dualar edildi. Elini öpmek için yerimden yavaşça kalktım. Gülümsedi, elini uzattı. Yüzünü daha net gördüm o an. “Böyle bir yüzü ancak filmlerde ya da internette görebilirdim” diye düşündüm. Yüzünde kırışmayan nokta kalmamıştı sanki. Elleri de öyle; kırış kırış… Bana doğru bakan gözleri masmavi, boncuk gibi; teni süt beyazdı. Sanki yıllardır tanışıyormuşçasına öyle bir sarıldı ki; ondan güç alarak ben de aynı sevgi hisseleriyle sarıldım. Oysa ilk defa görüşüyor, ilk defa tanışıyorduk. Odadakiler yavaş yavaş taziyelerini dileyip ayrılıyorlardı. Onları oturduğu yerden uğurluyor, dua ediyordu arkalarından. Bunu yaparken de, “Gitme sen” anlamında elimi sımsıkı tutuyordu. Yanımda oluşundan, el temasından garip bir enerji alıyordum.

Gelen misafirlerin hepsi dağılmış; mutfakta, aileden birkaç kişi kalmıştı. Sesleri geliyordu. Yemek hazırlığına girişmişlerdi sanırım.

Okuduğu duaları bitirince yüzünü iyice bana doğru döndü, eliyle yüzümü okşadı. Tebessüm ederek başımı eğdim. Öyle güzel bakışları vardı ki; her zaman, her yerde sürekli konuşan benim dilim tutulmuştu. Sadece büyülenmiş gibi onu yaptıklarını izliyordum.

Bir anda aklıma geldi ve sordum.

-Kaç yaşındasın teyzem?

Derin bir iç çekti…

-Doksan yaşındayım. 

Sanki fısıldar gibiydi. Arka arkaya okuduğu dualar ve misafir uğurlarken yaptığı konuşmalar yormuştu onu.

-Nasıl geçti doksan yıl?

-Sen kaç yaşındasın?

-Kırk beş… 

-Senin kırk beş senen nasıl geçtiyse benim doksan senem de aynı o hızla geçti. 
Kırkında acı çekmezsen, seksenini göremezsin. Anlatacaklarımı iyi dinle… 

Sakin ve gülen yüzüyle anlatmaya başladı.

-Kartalların, insana güç veren yaşam hikâyeleri vardır. Kartal kırk yaşına geldiğinde gagaları büyür, çok sert bir hal alır, göğsüne doğru kıvrılır. Pençeleri esnekliğini yitirmiştir artık; kavrama kabiliyetleri kalmaz. Tüyleri kirpi oku gibi olur; uçmasına izin vermez. İşte bu noktada kartalın bir karar vermesi gerekir. Ya durumunu kabullenip kendini ölüme terk edecektir ya da kendini yeni baştan yaratarak ömrünü uzatıp yaşam mücadelesine devam edecektir. Bu zorlu sürece girmeye karar veren kartal, kayalık bir yer bulup canını yaka yaka gagasını kayalara vurarak kırar. Yeni gaganın çıkmasını sabırla bekleyecektir artık. Yeni gaga çıktığında; o gaga ile pençelerini acı çekerek söker. Yeni pençeleri çıktığındaysa, o pençelerle, uçmasına engel olan tüylerini tek tek yolar. Hepsi büyük bir acıdır kartal için. Bu sürede her tarafı kan içinde kalır. Beslenemediği için de hayli zayıf düşer. Yeni tüyleri çıktığında, kartal artık yeniden doğmuş gibidir. Yüce Allah’ın ona bahşettiği uzun ömrünü tamamlar.

-Duymuştum bunu; ama detaylarını bilmiyordum.

-Sana bunu neden mi anlattım? Bak dinle…

Can kulağıyla dinlemeye başlamıştım.

-Bir kadının başına gelebilecek en kötü şey nedir sence? Taciz ya da tecavüz mü? Hayır, değil! Bin beteri var. Otuz beş kırk arası yaşlarımda yaşadım en kötü olanını.
Yirmi yaşımda evlendim, otuzun ortalarına gelene kadar altı evlat sahibi oldum. Üç kız, üç oğlan. O dönemlerde okumak ayıptı. Zaten benim de okuryazar olmak gibi bir düşüncem yoktu. “Çocuklarım okusun yeterli” diyordum. O zamanlar liseyi bitirmeleri, çocuklarıma iş imkânı sağlıyordu. Zaman bu günkü zaman değildi yani. Altı çocuk, eşim, ben; toplam sekiz kişi mutlu yaşıyorduk. Gelirimiz iyi, kimseye bir muhtaçlığımız yoktu. En büyük oğlum, gözümün nuru Mehmet’im on dokuz yaşına gelmişti. Askerliğini yapıp gelecek, sonrasında da evlendirecektik Allah’ın izni ile. 

-Ne güzel…

-O gece; o korkunç gece bana yaşattı en büyük kâbusu. Evimiz iki katlı, ahşap bir binaydı. Kış günü olduğundan, evin büyük odasında soba yakar, bütün çocukları orada yatırırdık. Ben ve eşim evin alt katındaki yatak odasında kalır, gece boyu çocukların yukardan gelen seslerini dinleyerek uyumaya çalışırdık. Bilirdik ki; yukardan tıkırtılar geldiği sürece evin içinde huzur vardır. İşte o gece, o kış gecesi, her tarafın keskin ayaza kestiği gece; vakit hayli geç olmuş, herkes yatağına yatmıştı. Onların sobasını bir kez daha kontrol edip, alt kata, odama indim. Sabaha doğru yukardan gelen seslerle zor da olsa gözümü açtım. Gözümü açtım mı açamadım mı ondan da çok emin değilim. Her taraf keskin bir duman… Eşim merdivenlerden yukarı çıkmış, benim adımı haykırıyordu. Zor da olsa kendime geldim. Yukarıya doğru çıkmaya başladım. Seslerimize mahalledeki komşular yetişmişti. Ben büyük salona, yani çocuklarımın kaldığı odaya yetişemeden bayılmışım. 

-Allah’ım, ne olur kötü bir şey olmasın.

-Gözümü açtığımda evimizin bahçesindeydim. Üzerime bir battaniye örtülmüştü. Mahalledeki bütün komşularım oradaydı. Herkeste derin bir suskunluk hâkimdi. Ne olduğunu hatırlamaya çalışırken, kafamı kaldırıp evimize baktım. Üst kattaki odanın penceresinde koyu bir siyahlık vardı. O zaman yangın çıktığını anladım. Ev yerinde duruyordu. “Çok şükür” dedim; “Ev yanmadıysa çocuklarıma bir şey olmamıştır”. Az ilerde yere serili bir sürü battaniye ve başlarında eşimi gördüm. Çocuklarımı göremiyordum. Ayağa kalktım; ayaklarım beni taşımadı, yere düştüm. Komşumuz tekrar beni kaldırdı. “Sabırlı olmasın. Allah sabrını artırsın.” dedi. Yine bir şey anlamadım. Ev yanmamıştı ki… O ana kadar sessizce duran eşimden, o güne kadar duymadığım bir haykırış çıktı ki; o an parça parça oldum.

-Aman Allah’ım!

-“Öldüüü! Hepsi birden öldüüüüü!” diye haykırıyordu. Yönümü eşime çevirdim. Battaniyelerin üzerine kapanmış, ağlıyordu. O tarafa koştum. Engellediler battaniyeleri açmamı ve oturttular bir yere. Eşimin yanına varmak istiyorum, engelleniyorum; battaniyeleri açmak istiyorum, engelleniyorum; ağlamak istiyorum, sesim çıkmıyor. Donuk gözlerle etrafa bakıyorum sadece. 

Yaşlı kadının anlattıklarıyla donmuştum iyice. O acıyı hissettim. Kim yaşayabilirdi ki? Devam ediyordu teyze…

-Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Evin önünde birkaç tane cip durdu, içinden jandarmalar çıktı. Komşular beni uzaklaştırdı. Ayaklarım tutmuyordu. İki kişi koluma girmişti.

-Teyzem… Nasıl dayandın bu acıya?

-Ertesi gün evime komşuların yardımı ile gittim. Yine hiç sesim çıkmıyordu. Evimin bahçesine büyük bir kazan kurulmuş, su ısıtıyorlardı. İşte o an bedenim ve sesim hareketlendi. Evlatlarımın hepsinin adını tek tek sayıyor, bağırıyor, ağlıyordum. Onların yıkandığı yeri gelişigüzel kapatmışlardı ve beni yaklaştırmıyorlardı. Çılgınlar gibi bağırıyordum. Bana göstermiyorlardı evlatlarımı. Ben de onların yıkanma suyunu içiyordum avuç avuç. Vücuduma sürüyordum “Canlarım! Yavrularım” diye. Altı evladımı birden toprağa verdik.

Ağlamaya başlamıştım ve yaşlı teyze mendiliyle gözlerimi silmeye başlamıştı. Anlatıyordu bir yandan da…

-Aradan birkaç gün geçti. Olayın gerçek halini o zaman öğrenebildim. Çocuklarımın hepsi de boğazı kesilerek, yangın öncesi öldürülmüştü. Evimize hırsız girmiş, balkondan üst kata çıkmış. Uyanıp ses çıkarmasınlar diye tek tek boğazını kesmiş evlatlarımın. Alacağını alıp evden çıkarken de yangın süsü vermek için sobayı devirmiş. En küçük oğlum Ahmet, can havliyle yanında duran masayı devirmiş. Eşim sesi duyup merdivenleri o zaman çıkmaya çalışmış. Katil hırsız, balkondan aşağı atlarken ayağını kırmış. Onu fark eden komşularımız yakalayıp jandarmaya teslim etmişler.

Artık susmuştum. Anlattıkları bir film gibi idi ve gözlerimden geçiyordu. Yaşıyordum olayları.

-Haftalar sonra elimi yüzümü yıkarken aynaya baktım. Aynada gördüğüm insanı tanıyamadım. Bembeyaz olmuş saçlar, kırış kırış bir yüz. Ben sanki otuz yedi yaşında değil, seksen yaşındaydım. Ne eşimde ne bende yaşama arzusu kalmamıştı. İkimiz de bundan sonraki yaşamdan bir şey beklemiyorduk. Hayata dair her şeyim olan evlatlarım yoktu artık. İki senemiz kendimizi duvarlara vurarak, ağlayarak geçti. Delirme noktasındaydım. Eşimin de benden farkı yoktu. Aileler, dostlar hep yanımızda; ama içimiz hep eksik, boynumuz büküktü. 

Artık hıçkırarak ağlıyordum. Teyze ise gözünü sabit bir noktaya dikmiş anlatıyordu.

-Sevdiğimiz insanların baskısıyla yeniden çocuk sahibi olmak istedik. Mevla’m takdir etti ve bize üç çocuk verdi. O şehirden taşındık. Eşim burada kendine bir iş kurdu. Ben ise delirme noktasına geldiğim an, çocuklarımla yeniden hayat buldum. Onların yardımı ile okumayı yazmayı öğrendim. Okudukça çocuklarım seviniyor ve her gün bana değişik kitaplar alıyorlardı. Dışarıdan bitirme sınavlarına girip mezun oldum. Hem de liseden mezun oldum. 

Bu azme hayran kalmamak elde miydi? Ben dinlerken sarsılmıştım. 

-Hayatta herkesin bir sınavı var. Benim sınavım da buydu. Sınavların en acısını, bence en büyüğünü yaşadım. 

Anlatacakları bitmişti; ama hala elleriyle elimi tutuyordu. Başımı kaldırdım; o güzel gözlerine, kan çanağına dönmüş gözlerimle baktım. Sesim çıkmıyordu. Sarıldım, öptüm. Yavaşça yerimden kalktım. Gideceğimi anlamıştı.

-Hadi kızım… İşin gücün rast gelsin. Yüce Allah sana evlat acısı göstermesin.

Gülhun ERTİLAV
www.kafiye.net