Sevginin Yıktığı Engel

Hani bazı insanlar “Hayatımı anlatsam roman olur” derler ya. Onun yaşamı da tam söylediği gibi roman olurdu aslında.

Çok seviyordum onu dinlemeyi. Sadece yazmak için değil elbette. Birlikte sohbete başladığımızda, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum bile.

“Önce kahvelerimizi yapalım; içerken laflarız” dedi.

Uzun bir tatilden yeni dönmüştüm aradığında. Çok özlemiştim; onu ve bana huzur veren evinin uçuk mavi odasını. Penceresinden görünen muhteşem çiçekler daha bir canlanmış, baharın etkisiyle güzel kokularını havaya salmış, odanın içini kıyasıya doldurmuştu. Kahveleri yapıp gelene kadar, açık pencereden giren o güzelim çiçek kokularını içime çektim doyasıya. Tüm yorgunluğum gitmişti sanki. Az sonra çiçek kokularına kahvenin rayihası da eklendi. Tek eksiğimiz onun doyumsuz sohbetiydi artık.

Kahvemden henüz ilk yudumumu alırken söylenmeye başladı.


-Sen kilo mu almışsın ne? Gerçi kilo yüzüne çok yakışmış. Yine de dikkat etmen gerek; biliyorsun değil mi?

Haklıydı. Tatil süresince hiç sakınmamıştım.

Biz bayanların sohbete başlarken sanırım ilk konuşmaları kilo problemi oluyor hep.


-Boş ver abla… Bazen böyle oluyor, sonra düzene giriyor.

-O halde kahveden sonra çayın yanına, yine o sevdiğin kurabiyelerden yapmıştım; getiririm.

Bir müddet havadan sudan konuştuk. İlginçtir; onun söylediği her şeyden ayrı birer hayat dersi alıyordum.

Demişti ki; “İnsan belli bir yaştan sonra kimseyi umursamıyor ve artık kendi hayatının farkına varıyor. Herkesin sadece bir kez dünyaya geldiğini ve bir kez yaşadığını ancak belli bir yaştan sonra idrak ediyor tam anlamıyla.”

Yaşımın genç olduğu zamanlarda onun bu sözünü dikkate bile almamıştım. Yaş ilerledikçe anladım ki çok haklıymış. Ben de herkes gibi bir kere yaşayacağım diye kendime daha özen göstermeye, ruhumu daha az acıtmaya başlamıştım.

Bugün bana ne anlatacaktı? En merak ettiğim de bu idi.


-Sen gelmeden önce “Akşam yemeğine ne yapayım?” diye düşünürken, aklıma kuru fasulye yapmak geldi. “Fasulyeleri sıcak, tuzlu suda biraz bekleteyim” dedim. Tuz kabını elime alırken geçmişe döndüm. Bak, anlatayım dinle…

Artık o anlatma, ben de dinleme haline geçmiştik bile…

………

Senenin kaç olduğunu hatırlamıyorum bile. Sanırım evliliğimizin ilk ya da ikinci senesiydi. O zamanlar, şimdiki gibi ayrı eve çıkmak gibi bir lüksümüz hiç yoktu. Kayınvalide, kayınbaba ve ailenin diğer fertleriyle aynı evde oturmaya mecburduk. Yaşım on sekizdi; ama küçük oluşum, mutfakta yemek yapmama engel değildi. Kalabalık aileme yemek pişirme ve temizlik yapma görevi bana verilmişti. Elimden geldiğince ve annemden öğrendiğim kadarıyla, en iyi şekilde yemek yapmaya, kendimi beğendirmeye çalışıyordum.

Kayınpederim hastaydı ve yemeklere az tuz koymam gerekiyordu her zaman. Ben ise ya az tuzlu ya da tuzsuz yapıyordum. Sofrada isteyen ekliyordu ilk başlarda. Sonraları yemeğin tadında değişme olmaya başladı. Ne kadar az tuzlu ve az salçalı yapsam da, yemek masaya geldiğinde tadında değişme oluyordu. Ben de, bizimkiler de şaşıyorduk bu duruma. Memnuniyetsizlikleri gözlerinden okunuyordu.

Bir gün özene bezene dolma ve sarma yaptım. Hemen hiç tuz koymadım içine. Ocağın altını kapattığımda yüzümde zafer gülümsemesi vardı. “Oh be!” dedim içimden; nihayet istediğim gibi yapmıştım. “Şimdi yanına bir de yoğurtlu çorba ile ne güzel yenir bu dolma.” diye düşünüyordum. Çorbamı da istediğim gibi az tuzlu olarak ayarlayıp, gönül rahatlığıyla sofrayı kurmak üzere diğer odaya geçtim.

Her şey hazırdı artık… Aileyi masaya çağırdım. İlk olarak çorbaları kâselere özenle doldurdum. Dolmalar ise büyük servis tabaklarında masadaki yerini aldı. Bir de ne göreyim? Çorbadan bir kaşık alan hemen bardağa uzanıp su içmeye başlıyordu. Hele eşim; kızgın gözlerle öyle bir bakıyordu ki…

Merak edip çorbadan bir kaşık da ben alınca durumu anladım. Çorba tuzundan yenmeyecek derecede kötüydü. Çok üzülmüş ve durumu anlatma çabasına girmiştim. Çok az tuz attığımı, hatta tuzsuz bile sayılacağını söyledim.

Kayınvalidem çok sinirlenmişti. “Senden başka mutfağa giren yok, senin de elinin ayarı yok!” diye herkesin içinde azarladı beni. Ağlayarak odama geçtim. Eşim bir müddet sonra yanıma geldi. O sakinleşmişti; ama ben hala ağlıyordum. Defalarca “Ben o kadar tuz koymadım çorbaya” dedim. Eşim; “Tamam sana inanıyorum. Zaten benim aklıma başka bir şey geliyor. Bir deneme yapacağım.” dedi.

Eşimin küçük bir kız kardeşi vardı. O zamanlar on bir, on iki yaşlarında… Zihinsel engelliydi. Ailede hepimiz onu kollar, gözetirdik. Ağabeyinin göz bebeğiydi Zehra. Beni de seviyordu; ama ağabeyini daha çok seviyordu.

Eşim, bir sonraki gün hangi yemekleri yapacağımı sordu; söyledim düşündüklerimi. “Hiçbirine zerre miktar tuz atmayacaksın.” deyince, “Peki” dedim.

Ertesi gün yemek yapmak için mutfağa girdiğimde, tuz kabımızın yerinde olmadığını gördüm. İçimden “Eşim yapmıştır” diye geçti ve gülümsedim.

Yine her zamanki gibi özene bezene yemeğimi yaptım. En son kontrolümü de yaptım; hiç birinde tuz yoktu. Sofrayı kurmak üzere diğer odaya geçtim. Ben tabakları, kaşıkları hazırlarken mutfakta sanki kıyamet koptu. Ne olduğunu anlamak için mutfağa koştum. Gördüğüm manzara beni çok şaşırttı. Eşim ve kız kardeşi ellerindeki büyük tuz kabını çekiştirip duruyorlardı. Kız kardeşi avazı çıktığı kadar bağırıyor, tuz kabını ağabeyinin elinden almaya çalışıyordu. Tabii eşim de vermeme gayretindeydi. Bu arada gürültüyü duyan mutfağa geliyordu. Eşim herkesi sakinleştirip durumu anlatmaya başladı.

Meğer kız kardeşi beni içten içe kıskanıyormuş. Yaptığım yemekler güzel olunca herkes bana teşekkür ettiği için; “Beni sevmiyorlar, yengemi daha çok seviyorlar” diye, özellikle de ağabeyinin ilgisi kendisinden yana olmayınca üzülüyormuş. Eşim bunu geç de olsa fark edip, tuzluğu özellikle kız kardeşinin yanında, onun gözlerinin önünde bir yere saklamış ve mutfaktan ben çıkınca hemen gizlenip kız kardeşini beklemiş. Az sonra beklediği gibi kız kardeşi, tuz kabını alıp yemeklerin üzerine dökecekken, zamanında elini tutmuş.

Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Suçsuz olduğum ortaya çıkmıştı. Ama kaç gündür yaptığımız yemekleri dökmüştük. Heba olmuştu onca yemek ve emek…

Ailece oturup konuştuk, karar aldık. Bundan sonra kız kardeşi ile daha çok ilgilenecektik. Yaptığım teklif ise herkesi şaşırtmıştı. “Bundan sonra yemekleri Zehra ile beraber yapacağım. O benden çok daha güzel yemek yapıyor. Ben bunu biliyorum. Sizler kendinizi çok güzel yemeklere hazırlayın” dedim.

Zehra’nın yemek yapamayacağını biliyordum; ama beni sevmesi için, sevgime ve bana güvenmesi gerektiğinin de farkındaydım. Eğer ona sorumluluk verirsem, yavaş yavaş bilinçlenir diye düşünmüştüm.

Ben Zehra’ya sevgi ve emek verdim. O da bana sevginin gücünü gösterdi. Beraber yaptığımız her yemek çok lezzetli olmaya başladı. Mutfakta verdiğim görevleri bir asker edasıyla dinliyor, ne dersem yerine getiriyordu. Sofrayı beraber kuruyorduk. Yemekten sonra Zehra’ya göz kırparak; bütün yemekleri onun yaptığını, benim sadece yardım ettiğimi söylüyordum. Çok mutlu oluyordu. Mutfakta beraber geçirdiğimiz zamanlarda değişiyor, sanki engellerini yıkıyordu. Mutfak dışında yine kendi iç dünyasına dönüyordu. Hastalığının tedavisi yoktu; ama sevginin iyileştirme gücü vardı.

Erken kaybettik Zehra’mı… Onu kaybettiğimizde de ben yine aynı evde beraber oturuyordum. Zehra gittikten sonra, özel eşyalarını koyduğu dolabını açtığımızda, içinde bir miktar tuz bulunan mendil beni ve herkesi gözyaşına boğdu.

Elime aldığım tuz kabı beni taa nerelere götürdü bak; gördün işte…

Engelleri severek yıkarız. Ben Zehra ile öyle yapmıştım

Gülhun ERTİLAV
www.kafiye.net