Pembe Düşler Apartmanı

Kuliste uzun boylu, iri yapılı bir adamın kendisini beklediğini söylediklerinde Feride’nin kalbi ilk oyununa çıktığı akşamkinden beter kımıldandı. Sahne sırası kendisine gelmek üzereydi. Çok mu acildi? Neydi bu telaş? Gelen kimdi acaba? Şahin olabilir miydi? Hayır, hayır Şahin olamazdı. Keşke Şahin olsaydı. “Dünyadaki tek uzun boylu adam o değil.” dedi içindeki aklıselim kadın. Bu cümleyi işiten kalbi uslu kız çocuklarına denk bir munislikle duraladı, azıcık daha sakin çalışmaya başladı.           

Tavandaki köhne avize muzipçe dudak büktü. Tozlu perdeler, sayısız kez çiğnenmekten aşınmış tahta parkeler, oraya buraya savrulan kostümler, bir kenarda sırasını bekleyen dekor parçaları hep beraber ziyaretçinin kimliğini merak ediyorlardı. Eşya ile insan arasında yabana atılmaması gereken gizemli bir lisan vardı. İnsanın ruhu eşyaya, eşyanın ruhu insana akıp duruyordu; yan yana, iç içe ya da karşı karşıya var oldukları müddetçe. Feride gözleriyle etrafındaki kımıltısız her şeyi selamladı birer kez. Sonra da kulise doğru koşturdu.

Edebiyata meraklı bir adam olan babası, annesinin bütün itirazlarına rağmen ona Feride adını vermişti. Çalıkuşu gibi şen olması temennisi ile. Feride, bu adı çok severdi. Annesi, eşine onu bir roman kahramanından kıskanacak kadar aşıktı. Ve bu aşk kırk yıllık evliliklerinde gücünden en ufak bir eksilme yaşamadan Mümtaz Bey’in pek de ihtiyar sayılmayacak bir yaşta vefatına kadar sürmüştü. Biricik kızları aşkı, sadakati, gönülden bağlılığı, sevilenden ayrı yaşayamama halini onlardan öğrenmişti.

Mümtaz Bey sağlığında, “İnsaf ne güzel şeydir. Rabbimizden en çok insaf dileyelim.” der dururdu. Feride bilirdi ki babasının sert dış görünüşüne tezat yumuşacık bir yüreği vardı. Çok çabuk öfkelenir, öfkelendiği zaman etrafını kızgın yağlardan oluşmuş bir nehircesine yakardı. Hani derler ya “Keskin sirke küpüne zarar.”  Onun geçici fakat şiddetli öfkesi meşhur olduğu için genç yaşlarında tansiyon hastalığına yakalanmasına çevresindeki hiç kimse şaşırmamıştı. Fakat Feride küçük yüreğini korkutan hastalığa içten içe gönül koymuştu. Ayrılıkları da aynı hastalıktan olmuştu zaten. Annesi ile o güzel adamı yad ederlerdi her an.

Eğer gelen Şahinse, aslında çok küçük ve muhteşem bir ihtimaldi bu, “Neden geldin ki?” diyecekti ona. Geniş omuzlarını aşağı yukarı indirerek cevap vermesi hoşuna gidecekti sonra da. Sevgisinden asla emin olamadığı adamın söyledikleri ve söylemedikleri ne kadar şahsına özgüydü. Ne sevdiği belliydi, ne de sevmediği. O daima gülümseyen, sevecen ve iyimser kara gözleri, hummalı bir hayranlıkla üzerinde yakaladığında bile alabildiğine ketum bulurdu Feride. Kulise iyice yaklaştığında aklındaki sorudan vazgeçmişti. Dilinde kekremsi,  yalın bir “Hoş geldin” hazırdı artık. Sadece “Hoş geldin” diyecekti ona.

Feride’nin konuşma biçimi, yolda yürüyüşü, oturuşu, kalkışı çevresindekiler tarafından sürekli incelense de onda zerre kadar izdüşümü kalmıyordu bu mercek altına alınmaların. Bazıları kendi evrenlerinde yaşarlar ve gerçek dünyaya -gerçekliği son derece görecelidir- ender inerler. Feride hayalden bir bahçenin çocuğu olarak büyümüş, ilk gençlik yıllarını yine aynı bahçede geçirmişti. Ayakları yere sağ salim basanlar için onun türünden insanlar hep bir parça sıra dışıdır.  Neyse ki edindiği meslek orta halli insanların yeknesak hayatlarından çekip çıkarmıştı onu. İşimiz hakikaten aynamız ve çoğu kez kurtarıcımızdır bizim.

Tanıdık değil, ezber edilmiş bir koku karşıladı Feride’yi. Feride anladı ki gelen Şahindi. Kulise girdiğinde sevdiği adamın arkası kapıya dönüktü. O saatlerde kalabalık olması muhtemel caddenin keşmekeşini izliyordu besbelli. Bakışlarının dalgınlığından da emindi Feride. Yüzeysel bakmayı bilmezdi Şahin. İşte o an Feride’nin yüreğinden bir çalıkuşu havalandı, küçücük elleri ile Şahin’in gözlerini kapattı. “Bil bakalım ben kimim?” dedi cıvıl cıvıl sesi ile. “Neden geldin ki?” sorusu olanca sitemini, duygudan uzaklaşmaya çalışan “Hoş geldin” seslenişi bütün kekremsiliğini alıp gitti o anda.

İç âlemlerine dönük kişiler için dış âlemlere açılma macerası oldukça zorlu bir süreçtir. Onlar, önceleri başkalarını ötekiler zannederlerken aslında kendilerinin ötekiler olduklarını keşfederler zamanla… Azınlık olmak her zaman ve her yerde endişe vericidir. Feride aklının yeni yeni erdiği zamanlarda fark etmişti azınlık olduğunu. Onun karmaşık kendini bulma ve bilme süreci çirkin ördek yavrusunun kuğuya, tırtılın kelebeğe dönüşme sürecine benziyordu. Hayal meyal hatırlasa da galiba Şahin’i de o bilinç öncesi yıllarında tanımıştı. Sanki Şahin hayatında hep vardı. Saçları, burnu, ayakları, yüzü, elleri gibi kendinden bir parçaydı. Aşk mı aşk zaten gelirken de  giderken de bizden izin istemezdi.

Şahin Feride’nin şen şakrak oluşunu seviyordu en çok. O kocaman kadındaki küçücük kız çocuğu safiyaneliğine inanamıyordu. Onun tanıdığı kadarıyla kadınlar sürekli ölçüp tartan, uyanık varlıklardı. Oysa Feride hesap kitap melekesinden azade kılmıştı tertemiz yüreğini. O sadece sevmesini bilirdi. Nefreti, hasedi, kini, yargılamayı, ötelemeyi, bile isteye öğrenmemişti. Bu yüzden zırhı, maskesi filan da yoktu. Şahin Feride’ye her baktığında şaşırıyordu. Şaşkınlığından sevgisinin adını dahi koyamıyor, onu ne kadar sevdiğine karar veremiyordu. Feride’nin “Bil bakalım ben kimim?” sorusunu “Sevimli bir çalıkuşu” diye yanıtladı.

İçerisindeki çocuk büyümez ya kimilerinin. Feride sadece içindeki çocuk büyümeyenlerden değildi. Dışındaki çocuğu da büyütmeyenlerdendi. Tuhaf maskeler takan yetişkin görünümlü insanlara baktıkça masumiyetini yitirmekten korkarcasına onlara yabancı kalmıştı. Karşısındakine onu zorlayacak sorular sormak, fark ettiği hataları birdenbire ve bütün doğallığıyla söylemek, kılı kırk yaran bir adalet arzusu, öfkesine de sevincine de ket vurmaya asla meyletmemek onun art niyetsiz yaramaz çocuk anarşistlikleriydi. Söz konusu Şahin olunca bambaşkaydı Feride ona uslu, ona sakin, ona munisti her zaman. Yine aynı kıyamama haliyle karşısındaydı işte.

“Şekerleme aldım sana” dedi Şahin. Feride sevimli şeker kutusunu alırken teşekkür hislerini, “Biliyor musun altın kalpli bir adamsın sen. Altın kalpler paslanmaz. Bu yüzden sen hiç yaşlanmayacaksın.” diyerek dile getirdi. Şahin’in cevabı Feride’nin teşekküründen de anlamlıydı.  “Ne yaşlılığı Feride? Dur bakalım. Daha çok var yaşlanmamıza. Sevmek ve sevilmek lazım şimdi. Çok sonra yaşlanırız, hem de birlikte.”  Feride’nin zeytin karası, iri gözleri açıldı. Ne söyleyeceğini bilememenin telaşından “Hangi rüzgar attı seni buralara?” deyiverdi. Sesindeki sitem ve serzeniş kulisin sessizliğinde çınladı.

Yakınlarda bir tanıdık vardı mutlaka. Şahin onu ziyarete gelince aklına Feride düşmüş olmalıydı. Kuruntularının içinden kendi sorduğu soruya, kendi cevap veriyordu Feride. Peki, altı aydır görüşmemek neyin nesiydi? Özlememekti, merak etmemekti, bir arasam dememekti, önemsememekti. Aklından geçen ihtimallerin hiçbirini dile getirmedi. Şahin “Bir arkadaşı ziyaret ettim, buraya çok yakın. Seni de yoklamak istedim.” dedikten sonra alçak sesle ekledi, “Tarafımdan özlenmiş olamaz mısın küçük kız?” Şahin’in sorusu Feride’yi bir taşla vurulan ikinci kuş kadar özlendiğini düşündürüp kederlendirdi.

Zaman ne tuhaf bir kavramdı. Su gibi aktığı oluyordu bazen, bazen de küçücük bir ana uzun sözler, dibi görünmez duygular sığıyordu. Feride’ye Şahin’in gözlerini yumduğu andan şekerlemelerin tadına baktığı ana kadar geçen dakikalara yüzyıllar sığmış gibi geldi.  Sahne zamanına ne kalmıştı ki. Parmaklarının ucunda şekerlemelerden biri, dudaklarında yarım bir gülücükle “Ayrılık varsa özlem de  vardır.” dedi. Şahin hızlı bir hareketle Feride’nin ince parmaklarının arasındaki yarım şekerlemeyi alıp ağzına attı, “Filozofsun filozof olmasına da özleyenler neden ayrılsınlar ki sorusunu sormak gelmez aklına.” dedi, kafasını “hım çok güzel” anlamında iki yana salladı.

Feride dünyayı fazlasıyla cilveli bulurdu. Sürekli “Baş edemiyeceğim tek şey bu dünyanın cilvesi.” derdi. Ona göre hayat en çok yumuşak kalpleri yoruyordu. Sevdiği adamın esmer tebessümlerle çevrelenmiş yüzünden eni konu gizlenmiş hüzünler devşirdi. Onu üzmemeye, yormamaya karar vermişti çoktan.

Şüphesiz aşk anidendi. Aşkın aceleci oluşundan Feride’nin hiç kuşkusu yoktu. Şahin’in de öyle. Fakat Feride söyledikçe Şahin söylemez, Feride şakıdıkça Şahin anlamlı bir ağırbaşlılıkla susardı. Yine öyle oldu. Bir iki dakika içerisinde Feride anlattı,  Şahin dinledi. Ayrı geçen son altı ayın acısını çıkarır gibiydi genç kadın. Hafif baş sallamalarla, ince yüz hareketleriyle karşılık veren adam birdenbire, “Benimle misin?” deyiverdi. Oysa Feride daha ne çok şey anlatacak gibiydi. “Geç kaldım, sahneye çıkmam gerek. Bekle beni.” dedi ve bu sefer bambaşka çarpıntılar içinde, menzilini unutsa da çoktan yola koyulmuş ok gibi dışarı fırladı. Sonra bir anlığına geri döndü, “Evet” deyip kaçtı gitti.

İzmir’de kumrular şubatta başlar bahara hoş geldin demeye. Bir ışık vardır ki şubatı zor bekler zemheriye “kış” demek için. Pencere kenarları koyu, bütünü açık pembe boyalı apartmanın penceresinden anne babasının geçmiş vakitlerden geniş zamanlara taşınmış düşlerini gözleyen kara gözlü bir erkek çocuğu, gökyüzündeki rengarenk kuşağa bakıp gülümsedi. Her şey bir parça gerçekti, bir parça yalan. Evrenin uçsuz bucaksızlığı kadar hem de…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net