Nicedir beynimde ve ruhumda haramiler dolanıyordu. Tek tek gelmiyorlardı. Çoktular azın karşısında. Az çoğalana dek vurdular can yanasıya… Öyle yaktılar ki, kafamdaki bin düşünceden sıyrılıp bir düşünceyi söze dökmekten aciz ettiler. Çile yumağının bir kedinin patileriyle darma duman edilmesi gibiyiz. Dinginlik bulamayan ruhun güzelliklerden bahsetmesi muktedir midir sizce?

Yine bir ezginin gönül duvarlarımızı tırmalamasına bırakıyoruz kendimizi.
 
“Bizim ele bahar geldi
Meler kuzular kuzular
Dağlar çiğdem çiçek oldu
Kokar yazılar yazılar’’
 
Baharı nasıl bekliyorduk oysa. Toprak yaşımızı silecekti ve bıraktığımız damlalarla göğerecekti çayır çimen. Kuzular süsleyecekti dağı taşı. Mis kokan topraklar çiğdem düşürecekti yüzüne…
Baharı nasıl bekliyorduk oysa. Belki’nin içine saklanan sırlı yüreklerin kendini aşikâr etmesi gibi bekliyorduk. Muştulu bir haberin umuduyla bekliyorduk. Vuruldukça kırılıyorduk kanatlarımızdan ve hınçla doğrulup sardığımız yaralarımızla bekliyorduk.
 
Her sabah güzergâhımda çiçeklenen ağaçlar ve güneş yüreğime iyi haber bırakma çabasında. Her sabah besmele kisvesini giyip sunulan güzelliklerden nasiplenmek adına düşüyorum gözlerimden.
Bütün güzelliklerin tebessümünden hüzün devşiren yüreğim, nefesini tüketmişleri düşürünce hatırına bir damla, bir damla daha bırakır yarası bir türlü kabuk tutmayan toprağın koynuna.
Yağmurlar inmeye başladı yine, kimi zaman aşkla kimi zaman isyanla…
Bu sene gökyüzü aşk yağmurları sunmuyordu. Taze fidanlar saklıydı koynunda. İncitmekten korkar gibi yağıyordu, ar eder gibi iniyordu üzerine. Sırılsıklamdı gözleri, kabaran yüreğinde kabullenişin gizli mabedi vardı. Avuçlarında cennet kokusu taşıyordu, sürdükçe toprağa…
 
Hüzün okşadıkça saçlarımızı, türkülerin kederli duruşuna kaptırdım kendimi. Yine sözleriyle sözümü susturdum.
 
‘’Duman tüter bacasından
Anasından bacısından
Ayrı kaldık nicesinden
Yürek sızılar sızılar’’
 
Bahar kapısını aralamıştı oysa… Acıyan yanlarımız her geçen gün artıyor. Her hanede ağrıyan yürekler var, dinmeyen gözyaşları…
Tabutun içinde babasının yattığını bilen masum, günahsız çocuklar var bahara küsen. Şikâyetini Allaha saklayan Yusuf yüzlüler… Ocakları başına çöken kadınların soran bakışları…
Ve yine,  yer taziyeye gök gölgeliğe soyundu. Bilmem bu toprakların kaçıncı oyunuydu bize.
 
Yaşananları sineye çekmek ve susmak mümkün değildi artık. 
Tebessümünüz şakaklarınızda donuyordu. Eliniz ayağınız dermansız kalıyor. Acı çörekleniyor yüreğinize.
’’Elimden ne gelir” düşüncesi yiyip bitiriyor. Dilinizde sürekli dualar vatanın selameti için, şehadet şerbetini içmişlere rahmetler diliyorsunuz. Ha bir de kocaman kınıyorsunuz!
Olmuyor, hafifleyemiyorsunuz. Gidenlerin gençliğine bakıyorsunuz. Annelerin babaların evlatların ve de gönlünde aşkı tatmış sevgililerin feryatları kulağınızı tırmalıyor. Acı düştüğü yerde!
Allah’ım ben nerdeyim! Ben bu acının neresinde?
Suskunum.
Çekildim sessiz ve karanlık köşeme. Gözlerimde tarifsiz ucu bucağı görünmeyen mezarlıklar. Kollarımda yetim çocukların yaralı bakışları…
Hasreti buram buram yâr özlemleri
Bir ananın taş bastığı bağrından hırıltılar geliyor.
Bir baba gömüyor içine sancısını.
Ne çok kıydılar bize böyle.
Suskunum.
İçimde susturulmuş çığlıklar biriktiriyorum. Hain bakışlara diş biliyorum. Dudaklarımda salâvatlar, Allah nidaları.
Sığınıyorum.
Ve ölüm öptükçe gözlerimizden dirileceğiz hep birden. Bir mahşer türküsü doladık dilimize son nefesimizde…
 
‘’Şahin çileye bürünür
Gurbet ellerde sürünür
Gülermiş gibi görünür
Yürekten ağlar bazılar’’
 
Bahar kapısını aralamıştı oysa. Bütün güzelliklerini peşkeş çekmişti bize. Bütün renkleriyle emrimize amade idi. Kırmızıya vurulduk sadece. Kan uykusu tuttu hepimizi. Vuruldukça uyuduk.
 
Hanelerden kırgın ve bir o kadar yılgın bakışlar taşıdık bahara. Belleklerden silinmeyecek ölümler biriktirdik. En çok da kara çaldık insanlığımıza. Birbirimizin acısına gülebildik umarsızca. Kin sürdük iki kaşın arasına. Nasıl silinir zihinlerden bu kirlenmişlik, nasıl affeder gülüşü donmuş çocuklar bizi.
 
Toprak suskunluğunu bozma telaşına kaptırmıştı kendini. Artık ayazlar silikleşmişti üzerinde. Yer yer canlılık belirtileri sunmuştu gün yüzüne. Gök hırçındı kimi zaman, kızgındı zamana, kızgındı bize…
 
Masumun toprakla buluşmasıydı dudaklarımı kilitleyen. Millet, sızısına bürünmüş tek başınalığın çırpınışını yaşıyordu. Ağrımızın dozu arttıkça tahammül sabrımızı yokluyordu.
’’Lâ havle’’ düşüyordu yüreğimize, ateşe su vermek gibi. 
Yer gök kırmızıydı. Hüzün libası üzerimizde… Gözlerimizde ölüme meydan okuyan şuurlu bir bakış…
Destanlar yazan bir ecdadın uyutulmuş insanlarıydık. Uyanmak için musibetin körüklemesi gerekiyordu. Canımız yanıyordu, her yeni güne hüzünle giriyorduk. Her geçen gün yetimlerimiz artıyordu.
Canımız yanıyordu ve yandıkça uyanıyorduk!
 
Endişe, masalındaki sırlı elleri bekliyordu. Endişe, bende kol geziyordu. Ellerini uzattın önce, perdeyi araladın. Sonra başucuma oturup alnımda tomurcuklanan terimi aldın. Duanın süzgecinden geçirdin ağrıyan yanlarımı. Vuslatın eşiğinde duanın mahzun bakışları karşıladı beni.
Ben Yâr’in rahmetine sığındım. Dudaklarımda kımıl kımıl sırrın hikmeti… Yüreğimde bir teslimiyet feracesi… Bir sessiz uykunun koynuna bıraktım usulca. Gökyüzü yoktu, yer yoktu. Uçsuz, bucaksız bir belirsizlik sakladı koynunda sabaha dek.
Yâr izleri var düşlerimde. Dudak kıvrımımda, gülüşlerimde…
 
Bahar kapısını aralamıştı oysa.
Başka bir bahara uyanmak toprakla beraber…

 

Sündüs Arslan AKÇA

www.kafiye.net

Yürek Sızılar Sızılar