Sağ da Bizim Sol da Bizim
Hatice Egilmez Kaya.

“Bizim Yunus mu?” diye sormuştu eşiğinde yatan için Taptuk Emre. “Bizim Yunus mu?” Ötekileştirmek, kin tutmak, buğuz etmek ne kadar da kolaydır oysa. Sevmemek, nefret etmek ne kadar da yakındır vahşi yanımıza. Ben demeyi, sen demeyi, bir olmamayı, bir kalmamayı tercih ettiğimiz için debelenir durur iç benliklerimiz kendi kesif yatağında.

Sadık Yalsızuçanlar’la gerçekleştirdiğim bir röportajda yakın siyasi tarihimize dair, mealen “sağ ve soldan ne zaman geçeceğiz biz?” diyen bir soru sormuştum. Cevabı “Sağ da bizim, sol da bizim.” olmuştu. Bu cevap olanca dervişaneliğiyle hem aklıma hem kalbime kazınmıştı: Sağ da bizim, sol da bizim.

İlk gençlik yıllarım 1980’lerde geçti. Seksen İhtilali gerçekleştiğinde ortaokula henüz başlamıştım ya da başlayacaktım. Okul açılmış mıydı, yoksa açılmak üzere miydi hatırlamıyorum. İhtilalin hemen arkasından mütevazı mahallemizi bir bölük asker genç bir solcu için basmıştı. Bütün mahalle kabuğuna çekilmişti de benim annem baskına maruz kalan evin üç çocuğunu askerlerin elinden almıştı.

Çocukken anneme benzemek isterdim hep, o sarışındı, babam esmer… Elbette o zamanlar karakter özellikleri diye bir şeyin varlığından haberdar olmadığım için annemin sarışınlığına taliptim, oysa er kişiydi… Bunu, aklım erdikçe anladım. Allah, vefat etmiş bütün annelerimize rahmet eyleye, sağ olanların ömürlerine bereket…

Annemin korku canavarının elinden aldığı üç çocuktan birisi sınıf ve oyun arkadaşımdı. Yıllar sonra annem vefat ettiğinde, beni teselli için gelen arkadaşımı ben güç teselli etmiştim. Sağa ve sola dair hafızamdaki en güçlü anı budur.

Halkımızın arasında yaygın olarak sağ ve sol adıyla anılan ideolojiler bir başka deyişle “izm”ler belki de birer kafa karıştırma aracından başka bir şey değildir. Bu konuda fazlaca söz söyleyip zülfü yâre dokunmak kastıyla kalemi elime almadım. Niyetim bir Ramazan anımı yad etmekten ibaret…

Biz seksen kuşağı gelmiş geçmiş en şanssız gençlik kuşaklarından biriyiz. Ailelerimiz bir yandan, toplum bir yandan bizleri apolitize etmekle meşguldüler. Kendi benliğimizi bulma eksenlerimizde savruladururken bir yandan da kabuk değiştiren, belleği darmadağın edilmiş bir ülkenin gençleri olarak yalpalıyorduk.

Modern densek modern değildik, klasik densek klasik sayılmazdık. Dini meselelere bakışımız da tıpkı bıyık tipine ya da giysilerine, hatta kullandıkları sözcüklere ve doğal olarak adını andıkları şair ve yazarlara göre çevremizdekileri kategorize etmemize benzerdi. Bir kişinin oruçta, namazda gözü varsa sağcı, yoksa solcu sıfatına layık görülmesi işten bile değildi. Gerçi hâlâ pek bir şey değişmedi ya, neyleyebiliriz?

Bütün ibadetlerimizin yolculuk gecemizde elimizden tutacağından eminim. Fakat nedense oruca ve Ramazan ayına dair bambaşka bir sevgim vardır kalbimde. Yaşım küçükken dayanamam diye beni sahura kaldırmazlardı, birkaç kere sahursuz oruç tutunca bu konudaki dirayetime güvenip sahurlara kaldırır oldular. Oruç tutmaya fakültede okurken de devam ettim elbette. Otobüs tutardı, serseme dönerdim yine de -serde gençlik var- dayanır, oruçtan vazgeçmezdim. Fakat en yakın arkadaşlarım her zaman solculardı.

Bu arada hani şu kendisi için evine bir bölük askerin baskın yaptığı ağabeyimiz de cezaevinden çıkmıştı, bir arada bulunduğumuz meclislerde yiyip içmediğimi fark edince bıyık altından gülerdi bana. Ben de “Bin yıllık dinimize saygı duymadığınız müddetçe yalnızlığa ve halkın desteğinden mahrum kalmaya mahkûmsunuz” gibi sözler ederdim. Yine bilen yoktu ki ben sağcı mıydım? Solcu muydum? O dönemde bölüm hocalarımdan birisi benim için “sağcı değil kesin, solcu da değil galiba,” demiş. Evet, sağcı ya da solcu olmadım iyi ki.

Çok sıcak bir yaz günüydü. Oruçtum. Memleketimizde açlık grevleri almış başını gitmişti. Ne dışarıda oruç tutan kalabalıklar, içerideki açlık greviyle çokça ilgiliydi ne de içeride açlık grevine girenlerin dışarıda oruç tutanlardan fazlaca beklentisi vardı. Herkes her zamanki gibi sen ben türküsünü terennüm ediyordu. Asırlardır ezberlediğimiz ya da bize ezber ettirilen sen ben türküsü… Fakültenin biyoloji bölümünden bir arkadaşım -ki ortaokuldan beri arkadaştık, hala arkadaşız- etrafı yemyeşil ağaçlarla kaplı okul kantinimizde açlık grevlerinden ve grevdekilere destek amacıyla kan bağışında bulunulacağından söz etti. Televizyonlarda sık sık gördüğümüz bir deri bir kemik eylemciler kalbimin bir köşesinde hep yer etmişti, samimiyetlerine güvenirdim üstelik. Bir tanecik ağabeyim de erken yaşlarından itibaren onlar gibi düşünenlerdendi. Düşüncesi ömür ırmağına yön vermiştir onun.

“Haydi!” diyen arkadaşıma “Haydi!” dedim. Kan verenlerin içinde tek oruçlu bendim. Doktor aç olup olmadığımı sorduğunda “orucum fakat sakıncası yok, aç ya da susuz değilim,” dedim. Doktor içinden halimi garipsese, hatta bu garipsemesi gözlerine yansısa bile yorum yapmadı. Kendimi iyi hissettiğime göre kan verebilirdim. Orucu bozan durumların içinde kan verme maddesi de yoktu bildiğim kadarıyla. Yaş on yedi ya da on sekiz olmalı… Hatırlanmaya değer hiçbir rahatsızlık yaşamadan akşamı ettim. Karşı caminin ışığı yanar yanmaz deli gibi su içtiğimi zannediyorum.

Aradan yıllar yıllar geçti. Zamanın mesleği akmak… Bugün aynı durumu yaşasam aynı hareketi yapardım. İnsan insana değmeli bence. İnsan insandan umut etmeli. İttiğimiz her can kaybettiğimiz birer hazinedir. Üstelik bu hazinede kim bilir ki neler var!

Bu arada sağın da solun da elin olma ihtimali her zaman saklı…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net