Monna Rosa -II- Ölüm ve Çerçeveler

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı; 
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce. 
Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları: 
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve…

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı; 
Gece kar yağacak sabaha kadar. 
Toprakta et, kemik çıtırtıları… 
Yarı ölüleri bir korku tutar 


Değince bir taşa kafatasları. 
-Ölüler ki yalnız tırnakları var, 
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları…-
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı, 

Açıyor elini göğe bir kadın. 
Uzuyor, uzuyor, uzuyor saçları 
Uğrunda ölen güzel kızların…
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı; 

Esmer delikanlı, hatıra ve kan. 
Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları 
Sızıyor bir kapı aralığından; 
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.


Lambalar yanıyor, hafif ve sarı; 

Çocuklara açar mağaraları 
Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler. 
İlan-ı aşk eden dil balıkları 

Aşina suları çabuk terkeder…
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı; 
Bakıyor ateşe, küle böcekler. 
Köpekler parçalar kanaryaları 

Mektupları bir boz ağaç kurdu yer. 
Baykuşlar ötüyor harabelerde; 
Yanıyor lambalar, hafif ve sarı. 
Bir kaza kurşunu bulur her yerde 

Süvarisiz şaha kalkan atları… 
Bir ruhun ışığı vardır göklerde, 
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı; 
Ötüyor baykuşlar harabelerde.


Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı; 

Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer. 
Bekledi arzuyla karanlıkları 
Anneler, babalar, erkek kardeşler. 

Ta içinde duyar ani bir ağrı, 
Bir hüzün şarkısı tutturur gider 
Anneler, babalar, erkek kardeşler.
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı; 

Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş. 
Bir neşe şarkısı tutturur gider
Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş; 
Kurşunlar sıkılır göklere doğru, 

Serçe yavruları yuvada titrer.
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı…
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı; 
İnce yelkenleri alıyor yeller. 

Titretir kalpleri ve bayrakları 
Gemiden toprağa uzanan eller. 
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı, 
Bir yosun köküne hasret kalacak 

Gizli hazineler, su yılanları…
İnce yelkenleri alıyor yeller; 
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı. 
Beyaz pelerinli hür tayfaları 

Kendine bağlıyor siyah kediler; 
Titriyor gönüller ve kara bayrak, 
Bir yosun köküne hasret kalacak 
Gemiden toprağa uzanan eller. 

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı, 
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce. 
Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları: 
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve…


1952, Yaz

Sezai Karakoç

Şiirden esin/tiler:

AŞK AYRILIK ÖLÜM

Küçük bir ampulün sarı ışığında yazıyorum. Seni benden ayıran, alıp götüren trenin altına kendimi atmak geçiyor içimden, sevgili! Garip bir yolculuk olur benim için… Ya da bir hançer saplasam kalbime! Senin sapladığın gibi… O kadar acıtmaz, eminim!

Rüyalarıma dahi giriyor intihar arzusu! Kahroluyorum!.. Bu hayat adlı rüyayı bir hançer bölse orta yerinden! Bölse de kurtulsam senin derdinden! Çok basit! Elime hançeri alacağım, bağrıma saplayacağım ve her şey bitecek, her şey! Yüreğine saplı hançerle yaşamaktansa… Ölüm kurtuluş olur benim için!

Sessiz bir yaz akşamı… Cam açık… Pencereden dışarıya bakıyorum. Evlerin ışıkları yanıyor. Bir de sokak lambaları… Onlar da ölgün sarı ışıklar saçıyor…

Bu gece sabaha kadar bembeyaz olacak saçlarım, üzüntümden! Güvendiğim dağlara kar yağdı! Saçlarıma da yağacak yaz ortasında… Kahrımdan öleceğim!..

Bir çılgınlık yapacağım, ölüp gideceğim. Olan bana olacak! Toprağın altına gireceğim. Çürümeye başlamış cesetlerin kokuları, kemik çatırtıları… Azap edilenlerin feryatları, ağlamaları, inlemeleri…

Bir korku düşecek içime! Mezarda yapayalnızım… Kendimi tamamen kaybetmemişim. Duyuyorum ama bir şey yapamıyorum. Sadece akıbetimi beklemekteyim.

Gecenin bir yarısında aniden uyandırılacağım! Kafam sertme ağacına çarpacak, irkildiğimde! Aklım o zaman başıma gelecek!.. “Ne yaptım ben!..” diyeceğim, bin kere bin pişman!.. İşte şimdi zaten öyle bir hal içindeyim… Sanki adamakıllı bir dayak yemişim! Yumruk kadar bir et parçası kalbim ama o etin de kemiklerimin de kırılma seslerini duyuyorum. Her tarafım ağrıyor, sızlıyor! Başım, kaslarım, kemiklerim!.. Kalbim! En çok da kalbim!.. İliklerimde hissediyorum ayrılığın acısını!.. Oysa yarı ölüyüm.

Ne kadar da güvenmiştim sana, Kanaya! Bunu bana yapmayacaktın!.. Çekip gitmeyecektin öyle umursamadan! Kendimden korkuyorum! Canıma kıyacağım!..

Öleceğim ama iki elim on tırnağım yakanda kalacak! Bir de diz kapaklarımı bırakacağım sana… Önünde diz çöktüğüm zaman yamulan diz kapaklarımı…

Annem odama girip ışığı açacak… Bir de bakacak ki kanlar içindeyim!.. Ellerini yukarıya kaldırarak feryat etmeye başlayacak! Dizlerine vuracak, saçlarını yolacak! İsyana varacak haykırışları! Sonra sabır, sükûnet… Sonra sureler, dualar, âminler…

“Er kişi niyetine…”

Sen yaşamaya devam edeceksin gönlünce, sevgili… Ölülerin saçları uzamaz, bilirsin. Benimkiler de uzamayacak. Seninse uzayacak, uzayacak, uzamaya devam edecek… Kim bilir daha kaç yıl yaşayacaksın benden sonra… Kim bilir kimlerle… Uğrunda ölen, öldüğüyle kalacak! Hani sen uğrumda ölürdün ya güzel kız! Öyle derdin ya dilinin ucuyla!

Bir de bakacaklar ki bu düşük voltlu ampulün ölüm rengi şavkıyla aydınlanan yanık tenli bir delikanlı, kanlar içinde… Bu son görüntüm hatıra kalacak onlara. Beni hep o halimle anımsayacaklar.

Sen de duyacaksın mutlaka. Birisi sana diyecek. Belki sen de geleceksin, suçlu suçlu… Gözyaşlarını göremesem de hıçkırıklarını duyacağım. Ağlayacaksın, biliyorum. O kadar acımasız olacağına inanmıyorum çünkü.

Kalbimin kapısını sona kadar açmamış olsam da iyice kapatmamış olacağım sana yine de… Kıyamayacağım iyice örtmeye… Aralık kalacak ya… İşte oradan duyacağım hıçkırıklarını…

Odam aydınlık da olsa karanlık gelecek bana… Gözlerim kapalı, çenem bağlı… Ayaklarım yan yana, ellerim üst üste… O daima ellerinde olan ellerim… Naçar ellerim…

Işıkları yanıyor evlerin. Sokak lambaları da öyle… Onlar öyle kendi halinde… Her gün bitiminde aynı şekilde… Nerden bilecekler içimin karanlığını! Günlerin değil benim inleyerek bittiğimi…

Artık hayatında olmayacağım, sevgili… Başkalarına açacaksın gönlünün kapılarını… Kuş beyinli, örümcek kafalı kız! Sen sadece dilden ibarettin… Dil balığı! Benim sularımda yüzerdin ya bir zamanlar… Beni nasıl sevdiğini söylerdin… Ne çabuk da terk ettin, sevdiğini!.. Çünkü senin aşkın sadece dilindeydi, gönlünde değil! Onun için kolayca gittin, gidiverdin! Benimkisi öyle değil işte!.. Ölsem, toprak olsam da ruhumdan koparıp atamam o aşkı, o tutkuyu! Sen batının havai kızı, benim yörem güneydoğu…

Sana gün göstermedim, öyle mi? Artık başka sularda yüzeceksin. Yabancı sularda… Başkaları girecek hayatına… Ben… Ben toprak olacağım…

Yine akşam oldu. Yine yandı lambalar… “Bir mum yak, derdine yan!” Öylesine yanıyorlar… Ben de yanıyorum! Benzim sapsarı, yüzüm solgun, ruhum ölgün… Yandım, küle döndüm! O dost bildiğimiz böcekler uzaktan bakıyor, nasıl yandığıma… Nasıl kül olduğuma… Tükenişimi seyrediyorlar… Yok oluşumu… O böcekler… Sana göz koyan… Çevrende dolanan… Fırsat kollayan… O köpekler parçalarlar seni Sarı Kanarya’m!

Neler yazmıştık birbirimize… Şiirler, mektuplar… O yanık uçlu, esans kokulu, gözyaşlarımızla ıslanan, en mahrem duygularımızı taşıyan mektuplar… Defalarca okunup katlanmaktan yıprandılar… Saklanmaktan sararmaya başladılar… Ne olur onlar? Benim gibi yok olur giderler… Beni aşkın yedi bitirdi, onları da boz renkli bir ağaç kurdu yer. Her ağacın bir kurdu vardır ya… İçini oyar, yer bitirir… Sen de benim içimdesin! Yedin bitirdin!..

***

II

”Artık o solan bahçede bülbüllere yer yok Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok.”

Harabeye döndüm sayende. Başımda baykuşlar ötüyor! Uğursuz olduğunu söylerler. Ölüm habercisi diye ötmesini istemezler. Sesini duyduklarında birinin öleceğine yorarlar.

Yine akşam… Umurunda değil lambaların… Biteviye ışık saçıyorlar, yorgun yorgun… Sarı ışıklar… Senin gibi sarı… Titrek ve solgun…

Korkarım sen de kim vurduya gideceksin bir gün! Deli taylar gibi orada burada başıboş gezerken başına bir iş gelecek! Beni attın ya yakandan! Özgürsün ya alabildiğine artık! Hop hop hopluyor, zıp zıp zıplıyorsun ya… Bir gün görürsün gününü!.. O zaman hayatta olmayacağım zaten ben göremem de akıbetini… Belki ruhum görür gökte bir yerden… Belki evrende bir nur halindedir, göklerde gezinir de… Şu ölgün ışık kadar ışısa da… Harabeye döndürdün ya beni. Baykuşlar kondu saçaklarıma…

Geceler bitip bitip başlıyor… Evlere, odalara girip çıkıyorlar… Lambalar yanıp sönüyor. Hafif ve sarı ışıklı lambalar… Ölmüşüm… O ışığın altındayım… Saçların gibi sarı… Yıldırım gibi gelmiş Azrail!.. Yeri zangır zangır titretmiş!.. Arzuyla geceyi beklerdim, can vermek için… Şairler geceleri severler, bilirsin. Gelmek için geceyi beklemiş ecel de…

Gençler öldüğünde… Hele hele kendilerini öldürdüklerinde, olan geride kalan yakınlarına olur! Anneler, babalar, kardeşler mahvolur!.. Yüreklerinin kökünde hissederler onun acısını! Öyle bir ağıt tuttururlar ki sonu gelecek gibi değil… Onlar yanar yanarsa… Elin kızı yanacak değil ya… Beşiğine mi kalktı! Analar, babalar, kardeşler…

Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar!

İlk gece, evin bütün lambaları yakılır. O solgun, o ölgün ışıklı lambalar… Sonra yorgun düşer, kendilerini paralamaktan, herkes yatağına yatar. Evde misafir de olsa, ölünün yatağında yatmak istemez kimse. O yatak boş kalır, o nedenle.

Aileden bir kişi eksilir nihayetinde… Bir yatak boş kalır, sofraya bir tabak eksik konur. Ardından üç gün ağlanır, üç ay yas tutulur. Bu böyle sürüp gidecek değil ya! Hayat eskisi gibi devam etmeye başlar. Yine gülünür yine eğlenilir… Neşeli şarkılar söylenir, dinlenir. Her şey normale döner.

Birinci ikinci derken üçüncü… Bir sarhoşa, ayyaşa düşersin yarın bir gün! Ölüm tehditleri, sıkılamalar… Özgürlük neymiş, nasılmış görürsün!.. Nasıl havaya ateş edildiğinde serçeler yuvalarındayken bile tir tir titrerlerse öyle… Bağırır çağırır, gürler! Evinde de otursan hep yürek kalkması… Korkular içinde yaşarsın! Korkarım mutlu olamazsın! Sen haşin, kaba saba birine katlanamazsın! Küçücük ürkek bir kuş gibisin. Himayeye, şefkat ve sevgiye muhtaçsın.

Ne yazık ki armudun iyisini ayılar yer! Güzel kızlar, kaba adamlara gelin gider.

Her düşüncemde bir lamba yanıyor beynimde… Her biri başka bir sahne… Işıklar sönüyor, perde kapanıyor, tekrar ışıklar yanıyor, perde açılıyor… Yeni bir sahne… Farklı bir bölüm…

Ben, öyle gemi falan değilim, ağır ağır kalkacak. İncecik bir yelkenliyim. Yel alır beni… Kuş gibi giderim… Cenazem, kayık gibi süzülür, eller üstünde…

Ölümüme üzülen çok olur, ailem kadar olmasa da… Akraba, komşu, eş dost, arkadaş… Üstümdeki örtü bile etkilenir. Salımı koyarlar bir yere, toprağımla ilgilenirler. Çukuru kontrol ederler. İçine girer biri… Birileri yukarıdan uzatır, o aşağıdan tutar, yerime yerleştirirler beni, titreyen yürekleri ve elleriyle… Aşkınla titreyen yüreğimle boş kalan ellerim, yelkenlimden çıkıp, toprağıma değer… Sana uzanan, sana ulaşamayan ellerim… Ellerim, ellerinin yerine toprağı tutar. Kalbimin titreyişi, kabrimi de titretir!

Sonra herkes beni orada öylece bırakıp, evlerine döner. Yine akşamlar olur, yine lambalar yanar… Hayat akar gider…

Ben de o akarsuyun içindeydim. Küçük bir derede, incecik bir yosundan ibarettim. Beni akıp giden zamanın içinde tutan yalnız sendin. Ben nakış ipliği kadar ince… Bir o kadar kırılgan… Seninle tutunuyordum hayata… Köküm sendin. Koptum ya bittim!

Çok özleyeceğim seni… Gözüm arkada kalacak! Gözlerim kapanmayacak belki de… Dünyada her şey var… Her şeyden bol bol var… Bulunduğun dere öyle bir dere ki içinde hazineler de var, su yılanları da… Bilesin!

Günler geçecek… Sabahlar olacak, akşamlar olacak, lambalar yanacak… Ben bembeyaz kefenim içinde özgür tayfalar gibiyim… Yelkenlimden inmişim, toprağa kavuşmuşum… Karaya ayak basmışım! Artık hiçbir kaygım yok!

“Kara kediler… Kara kediler uğursuzluk… Önümüzden geçmesin, aramıza girmesin!” derler ya… Bir batıl inanç ve bir değim…

Aramıza kara kedi girdi, cancağızım! İstediğin oldu. Ölülerin arasına katıldım. Beyaz pelerinimle… Artık özgürüm ben de senin gibi hatta daha da özgür… Beden derdinden de kurtulmuşum… Her türlü dünyevi korku, endişe ve sıkıntıdan… Emin bir yerdeyim. Dilediğimce dolaşabilmekteyim… Kara kediler uğursuzluk getirmiş, getireceği kadar bana… Aramızdan geçmişler… Artık korkmuyorum onlardan hatta beni cezp ediyorlar şimdilerde.

Yanıyor kalpleri yakınlarımın. Yürekleri titriyor. İçleri kararmış vaziyette… Kara bir bayrak çekilmiş sanki evimize. Evimiz ölü evi olmuş. Kapısı açık… Gelen giden… Kara yas… Kara matem… Kara bahtım…

Neticede bir yosun koptu yerinden… Köküne hasret kaldı, o kadar…

Tabuttan toprağa uzandım… Kıyıya çıktım! Ellerim, ana maddesine değdi… Değdi öldüğüme! Bedenim anasına kavuştu! Bir kandil yandı kabrimde… Ölgün de olsa bir nur… O/Nur/la aydınlandı ruhum! 
Işıklar yanıyor sönüyor… Sabahlar akşamlar oluyor… Ben sensiz olamıyorum! Hep o menhus tren… O gidişin, Sevgili…

“Bir garip yolcuyum hayat yolunda
Yolunu kaybetmiş perişanım ben
Mecnun misali gurbet ellerde
Ümitsiz aşkımın kurbanıyım ben”

Tuhaf bir yolculuk, benimkisi de… Farklı bir tren… Vagonları yakınlarım olan…

Hançerler giriyor rüyalarıma! İntiharlar… Uykularımı bölüyorlar! Kan ter içinde uyanıyorum!

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”

Ah o rüyalar! Bu azap dolu hayat!.. Aşk denen hançer! Ah, o rüyalar… Hançerlenen uykularım, rüyalarım… Hançerlenen kalbim!.. Zavallı kalbim!..

O el… Senin elin! O bembeyaz, narin elin… Elinde hançer!..

Katlimin sebebisin!..

Katilimsin!..

***

Onur BİLGE

www.kafiye.net