Hepsi Benim Yüzümden

Hatice Eğilmez Kaya

Keşke şu hiçbir kaba sığmayan düşüncelerimi kimse ile paylaşmasaydım. Paylaştım da ne oldu? En yakınlarım bile aklımdan şüphelendi. Akıl bu, hem var hem yok türünden bir nesne. İspata çalıştıkça belirsizleşiyor sanki. Bana bende varmış gibi geliyor da başkaları “sende yok,” diyorlar. Aklımı savundukça kendimi “ben sarhoş değilim,” deyip ayakları çapraz yürüyen çakırkeyiflere benzetiyorum. Onlara sarhoş diyesim var. Harcadıkları çabanın hatrına çakırkeyif diyorum.

Bütün problem şu tuhaf düşleri görmeye başlamamla su yüzüne çıktı. Gerçi çocukluğumdan beri sıra dışı bulunurdum da çevremdekiler halimi beyan için küçük dudak bükmelerle yetinirlerdi. Rahmetli annem yıllarca anlatıp durdu. Bir gün komşumuzun bahçesindeki civcivleri karşıma alıp kedilerin saldırı ve baskılarına karşı birlik olma nutukları atmaya kalkmıştım. Komşumuz konuşmalarımı dinleyip anneme “sizin oğlan anarşist olursa şaşırmam,” deyince annem, “aman komşu ağzını hayra aç. Bizim sülaleden anarşist çıkmaz inşallah” demişti. Annemin endişelerini gördüğümden midir bilmem anarşist olmadım. Fakat çevremdeki diğer çocuklara, gençlere, şimdilerde de yetişkinlere benzemedim hiç.

Bendeki farklılık öyle kılıkta kıyafette değildi. Seçtiğim meslek, aldığım kız, büyüttüğüm çocuklar, bindiğim araba, giydiğim kazak, taktığım kravat hiç mi hiç dikkat çekici değildi. Dikkat çekici olmaktan bile isteye kaçınmadım. Her şey kendi doğasında oluvermişti. Çalışkan bir çocuk, efendi bir delikanlı, halim selim bir eş, fedakâr bir baba… Tam da toplumun “ha tamam oldu, birey dediğin aynen böyle olmalı,” türünden kaşe vurduğu bir adam.
Yine de kendimi hep bir dudak büküşün merkezinde hissettim. Bilmem neden?

Kendi küçük dünyamda eskiden, çok eskiden her şey daha güzel ve basitti. Çocuktum, masal dinler, çizgi film seyreder, sokakta oyun oynardım. Dinlediğim masallarda iyiler ve kötüler vardı. İyiler ve kötüler akla karanın ayırt edilebilmesi kadar kolayca ayırt edilebilirlerdi. Pek sevdiğim çizgi filmlerde de durum aynıydı. Kafamı karıştıran, bana kim haklı kim haksız dedirten olaylar yoktu onların kartondan inşa dünyalarında da. Ailecek gittiğimiz yazlık sinemalarda birbirinden romantik aşk filmleri izler, mutlu sonlarla mesut olurduk. Pazar günleri televizyon aracılığı ile evimize davet ettiğimiz kovboylar iyiler iyisi, demokratik ve moderndi. İnsanların derilerini yüzmeye meraklı Kızılderililer hem vahşi hem kötüydü. Aklımı zorlayan, bilincimi yerle bir eden zulümler sergilenmiyordu. Daha doğrusu mutlaka sergileniyordur da şimdiki kadar haberdar değildik. Akvaryumdaki balıklar gibi mesut, aynı zamanda huzurluyduk. Peki ya şimdi? Kan gövdeyi götürüyor. Kim haklı, kim haksız belli değil. Öyle sisli puslu bir vadideyiz ki kurt da kuzu da pek nazenin. Üstelik inanmayacaksınız bütün bunların ‘hepsi benim yüzümden.’

Yedi sekiz yıl önce, kırklı yaşlarımın başlarında bir akşamüzeri işten eve geldim. Mevsim yazdı. Senelik iznimi alsam mı almasam mı, diye oldukça kaotik bir ikilemle kafamı hayli meşgul ettiğim iş günlerinden birini daha bitirmiştim. Kendimi evimin mecazen sıcak, klimadan ötürü serince iklimine atmıştım. Eşimin en çok takdir ettiğim yönü az konuşan, yaptıklarımı ettiklerimi fazlaca didiklemeyen yönüdür. Mutfakta kendi halinde dolanıyordu güzelim. Çocuklar da kendi odalarında dokunmasan ömürlerini orada geçireceklermiş gibi bir sükûnete gömülmüşlerdi. Karnım toktu ve çok yorgundum. Eşimle azıcık hasbıhalden sonra dinlenmek için odama çekildim. Sonra bir şeyler atıştırırdım nasıl olsa.

Uyku Allah’ın bizlere bağışladığı en büyük lütuflardan birisidir kuşkusuz. Ağrısız, sızısız, dertsiz, tasasız uyku diyarına iltica etmek gibisi var mı? Gerçek bilinen maddeler âlemi ne kadar siyah beyazsa rüya âlemlerimiz -ki her birimizin rüyalar âlemi farklı farklıdır- o derece rengârenktir. Bu sebepten olsa gerek uyumayı ve rüya görmeyi çok severim. Özellikle annemin ziyaret ettiği düşlerim benim için pek kıymetlidir. Bunların bazılarından tatlı bir tebessümle, bazılarından derin bir hüzünle uyanırım. Uyanıkken ebediyete göç eden cümle hısım, akraba ve aşinayı hem kalpte hem dilde sık sık andığımdan mıdır bilmem onlarsız uykum neredeyse yok gibidir. 
Efendim benim gibi uykuyu ziyadesiyle seven bir zevat için dış âlemlerden iç âlemlere geçiş de pek hızlı olur.

Karanlık ve izbe bir sokağın ortasında, tek başıma yürüyordum. Her ne kadar şair, “bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum,” demişse de benim içimde bu yolculuktan kaynaklı müthiş bir endişe vardı. Uyanmak için can atıyordum. Bir uyansaydım, sona erseydi şu karanlık.

Gökyüzü aysız ve yıldızsızdı. Bir küçücük bulut bile yoktu havada. Göğe baktım, tıpkı yerdeki kadar orada da yapayalnızdım. Ne bir ışık vardı ne de ışığın etrafında uçuşan ince kanatlar. Baykuş, yarasa, damların saçaklarına gizlenmiş kumru, saçlarından parıltılar damlayan peri kızları hepsi hem de hepsi benim olmadığım yerlere gitmişlerdi. Adımlarımın telaşla bastığı kapkara zemin, bakışlarımı yöneltmekten ıstırap duyduğum uçsuz bucaksız gökyüzü ve ben baş başaydık.

Karşımda kocaman bir ekran belirdi. Çocukluğumuzun yazlık sinemalarınkilere benzeyen fakat onlar gibi ferahlık vermeyen, iç ürpertici bir ekrandı bu. Kan, şiddet, küçücük bebelerin bile katli, tarife sığmayan bir dehşet. Gözlerimi sımsıkı kapadım, sesler yankılandı bu kez kulaklarımda. 
Gitsem dedim, gidemedim. Uyansam dedim, uyanamadım. Sen misin erkenden uykuya dalan! Acaba sırt üstü mü uyumuştum? Genellikle sağ yanına, bazen de sol yanına düşüp uyuyanlardan ve bu şekilde uykuyu salık verenlerdenimdir oysa. Ne zaman sırt üstü uyusam kâbus görürüm. Sık sık kâbus görenlere de “aman sakın sırt üstü uyumayın,” derim. Ah neden böyle oldum, anlayamadım.

Öyle kara düşlerle savaşırken kapkara kıyafetli bir adam belirdi birdenbire yanımda. “Bu gördüklerinin hepsi senin yüzünden,” dedi haince. Uyanıverdim. Sanki onun bu canımı sayısız kereler yakacak olan cümlesini işitmek için beklemiş, işitince de uyanıvermiştim.

Uyandığımda vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yatsı, vitir, teheccüd… Ne buldumsa kıldım. Fatiha, İhlâs, Ayetel Kürsü… Ne bildimse okudum. Sonra hiç kimseyle konuşmadan vurdum sükûta ermez başımı sırılsıklam yastığa. Yastık ezildi büzüldü de ses edemedi.

Bir arkadaşım, “kâbus dahi görsen hayra yor, gördüğün düşü hayra yoramazsan hayır işle,” derdi hep. Ertesi gün rast geldiğim cümle sokak kedi ve köpeğini doyurdum. Konu komşunun çocuklarını sevindirdim. Asla fazlaca şişkin olamayan cüzdanımın izin verdiği oranda hayır işledim. Akşam televizyonun karşısına kurulup gece rüyamda gördüğüm manzarayla karşılaşınca neler hissettiğimi anlatmaya kalkışmayacağım bile. Hani derler ya, “kuş kanadı kalem olsa yazılmaz benim derdim.” İşte tam da öyle…
Neden benim yüzümden olsundu canım? Ben tavuk dahi kesmezken birileri kan döktüğünde cürmünde neden payım olsundu?

Aynı rüya, aynı karanlık gece, aynı sokak, aynı ekran, aynı adam… Olmayan ay ve yıldızlar, hiç gelmeyen bulutlar, beni bir başıma bırakan baykuş, yarasa, kumru ve peri kızları… Yalnızca vahşetler, mekânlar ve kişiler değişiyordu. Şiddetin dini, dili, ulusu olmaz, bilirsiniz.

Fakat neden masum ellerimle, suya sabuna dokunmaz mizacımla, temiz sandığım vicdanımla benim yüzümden oluyordu tüm bunlar? 
Yıllarca kimselere soramadım, kendim de bir cevap bulamadım. Debelendim durdum küçük ve kesif dünyamda. Kısa bir süre önce, o da durup dururken değil; ülkemde insanlar evlerinden sokaklara ve caddelere akınca susamaz oldum da birilerine anlattım gördüğüm kara düşleri. Hiç kimse hayra yoramadı. Meşhur dudak bükmeler, ahkâm kesmeler, bana bile danışmadan aklımdan şüphe etmeler…

O korkunç adamın bana yıllarca zorla ezberlettiği cümleyi kolayca söylüyorum artık. Mutlaka doğruluk payı vardır diye. Bunların hepsi bence de benim yüzümden…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net