Nimet Mevla’dan Gelir

Nimete saygı, Anadolu felsefesinin çok önemli bir halkasını oluşturuyor. Anadolu insanı, maddi manevi varlığımızın sürdürülebilmesi için sahip olmamız gereken her şeye gönülden saygı duyar. Yolda gördüğümüz bir ekmek parçasını zarar görmeyeceği bir yere kaldırmak, israftan kaçınmak, mecbur kalmadıktan sonra çöpe yiyecek atmamak için çaba göstermek bu saygının naif birer tezahüründen ibaret… Nimete saygının en karşısında selam durulası nedeni ise her türlü nimetin nereden geldiğini bilmek ayrıcalığıdır.

Nimet elbette Mevla’dan gelir. Bu hakikati fark etmek aslında başlı başına bulunmaz bir nimet… Şükür ise muhteşem bir makam, “insanım” diyebilmenin olmazsa olmazlarından… Ne mutlu bu makama erebilene! Peki, şükür nasıl ifade edilir? Halkımız nimetlerin tek kaynağına olan şükrünü bazen “Çok şükür” diyerek bazen de “Elhamdülillah” diyerek ifade eder.

Kedilerin nankör olarak değerlendirilmeleri bahsinde mutasavvıfların bir kısmı şöyle bir değerlendirmede bulunurlarmış ki düşünüldüğünde çok doğru bir değerlendirmedir bu. Onlara göre kediler nimetin asıl kaynağını bildikleri için sahiplerine fazlasıyla iltifat etmezlermiş. Bazı insanlar teşekkür edemezler, ağır gelir teşekkür etmek onların nefislerine. Oysa kedilerin hafif kendini beğenmişliğe çalan bu hâlleri, böylesi bir nedenden değilmiş anlayacağımız…
Koskocaman –belki de küçücük- ve masmavi bir gezegende yaşıyoruz. Konuğuz burada, hem de pek pervasız bir konuk… Yolcuyuz burada, hem de pek umarsız bir yolcu… Sayısız varlık sarhoş etmiş çoğumuzu. Ezelî bir mecliste, ebedi bir sılanın varlığından haberdar edilmiş olsak da ve zaman zaman gerçeği anımsayabilsek de genellikle dünya nimetlerinin güzelliğine meftun, çakırkeyif dolaşıyoruz ortalıkta. Oyalanıyoruz varlığı ve yokluğu tartışılası olan maddî oyuncaklarla. Yaşlı bir kadın, oğlumun kıyafetlerini katlarken beni bir süre izlemiş, sonra da “Hepimiz evcilik oynuyoruz; biz devrimizi tamamladık, şimdi evcilik sırası sizde.” demişti. Bu söz, dünya nimetlerinin bizleri teselli etmedeki acziyetini özetler nitelikte.

Ne zaman “Nimete şükretmek gerek!” denilse Yunus Emre’nin “Elhamdülillah” redifli ilahisini anımsarım. Kendi kendime sorarım kimler “Elhamdülillah” demeli, diye. Varlık sahibi olanlar mı? Yokluğa sabredenler mi? Sevilenler mi? Yoksa sevebilenler mi? Sağlıklı insanlar mı? Hastayken bile isyan etmeyenler mi? Mecazda ya da zahirde hiç yanmayanlar mı? Pişmek için yanmak gerektiğine inananlar mı?

Muhabbet renkli bir hırka, sohbet ehli olmakla kazanılır. Hacivat’ın Karagöz’den sille yemek pahasına sevdiği bir şey muhabbet… Yâr ile yaran, ile tatlı tatlı sohbet edebilmek demek… Hani “Yar bana bir eğlence medet!” deyip gölgesi meydana düştüğünde dilekte bulunuyordu ya Hacivat: “Bir dostum olsa ben söylesem o dinlese, o söylese ben dinlesem.” diye… İşte bu hırkayı giyebilmek de ne güzel bir nimet, giyebilen “Elhamdülillah” demeli.

Kibir ve haset gönüllerde kir… Gönle sessizce girer onlar, yavaş yavaş yerleşir. Kâinata ve insana kem gözlerle bakmamızı sağlar, dost edinmemizi güçleştirir, birilerini düşman bilmemizi kolaylaştırır onlar. Uzak durursak onlardan yücelerde dolaşırız; yakınımızda dolanmalarına izin verirsek düşer, düşer, düşeriz… Şükürler olsun bizleri bu iki düşmanın ağlarına yakalatmayana…
Elif doğrudur hem de dosdoğrudur. Sanki kâinatı ayakta tutan odur. Eğrilikle işi yoktur, cihan şümul bir alfabenin başını çeker bu yüzden. Tıpkı elif gibi dosdoğru olmak, eğri olanı kovmak yaraşır insana. Yalandan uzak, hakikate yakın yaşamak, Hakk’ı tanımak, yalnızca O’nun kulu olmak muhteşem bir nimet… Bu nimete erişebilen de “Elhamdülillah” demeli.

Âşık yansa da şanslıdır. Aşkın narından kemikleri sızlasa da sevebildiği için, böylesi kutlu bir ayrıcalığa sahip olduğu için şanslıdır. Mecnun dense de ona, halk içinde melûl, mahzun dolaşsa da üstelik… Kalbi taştan olanlar, hiç kimseyi sevemeyenler fakirdir; onlar zengin. Bencil olanlar, kalpsiz olanlar acizdir; onlar güçlü… Vuranlar, kıranlar çirkindir; onlar güzel. Kötüler çürür, onlar her dem taze kalır. Öyleyse sol yanında sevebilen bir kalbe sahip olanlar da şükretsinler hallerine.

Soyut bir köşk insan gönlü… Kolayca kırıldığı için sırçadan olduğu söylenir. Bu köşkün kırılmasını sağlayan en meşhur etken dildir. Kötü bir sözle yerle bir olur gönül köşkümüz. İmarı imkânsız hâle gelir. Postu insan gönlüne yaymak ne güzel… Orada bulunmaz güzellikler, paha biçilmez hazineler var. Bu köşke girebilene, sevdiği kadar sevilebilene ne mutlu! Hamd ve senalar yükselmeli onun dilinden göğe…

Başka canlılar için karınlarını doyurmak, rahat bir ortamda barınma imkânına sahip olmak yeterlidir çoğu kez. Oysa bir insanlar hava kadar, su kadar muhtacız huzura. Diken üstündeymişiz gibi hissederiz kendimizi huzuru bulamadığımız bir mekânda. Huzurumuzu kaçıran da genellikle ya kendimiz oluruz ya da türümüzden başkaları. Kavgasız, sitemsiz, sevgi ve saygının hüküm sürdüğü bir hayat isteriz her zaman. Cahit Sıtkı’nın “Memleket isterim, yaşamak sevmek gibi gönülden olsun; olursa bir şikâyet ölümden olsun!” diye tarif ettiği yurdun en önemli özelliği huzur. Ve ne yazık ki fani ayaklarımızla, boşu boşuna dolaşıyoruz huzuru yakalayabilmek umuduyla. Çünkü gurbet hicrandan ibaret aslında… Yine de sevinmeliyiz bir parça huzur yakalayabilirsek fani dünyada. Nimete şükrün gereği, cömertçe çevremizdekilerle paylaşabilmeliyiz bu nimeti.

Varlık bilmecesinin önemli bir parçası olduğumuza göre, sırlara yakınlığımızdan ötürü açıkçası sadece nefes almakla, dünya üzerinde başıboş dolaşmakla yetinmek değil görevimiz. Dilimizin döndüğünce, aklımızın yettiğince Hakk’ı terennüm etmeli, Hak’tan yana olmalıyız ki şükrümüz varlığını ispat etme ayrıcalığına erişsin…

Hatice Eğilmez Kaya
www.kafiye.net