BAŞARININ SIRRI

Gölde heyecan verici manzaranın nihayetlenmesiyle birbirimizle ilgilenmeye başladık. Çayımız demlenedursun, oradan buradan konuşmaya başladık. Laf döndü dolaştı, sevgilisinin hasretiyle gözyaşı döken Akif’e geldi. Babasının hali vakti yerindeydi. Bol para geliyordu. Sevgiliyle de yerdi, içerdi de… İstediği gibi har vurup harman savurabilirdi. Virane’ye dönünce bu konuyu dile getirmeye karar verdik. Yanımızda, onun aksine, örnek bir arkadaşımız vardı. Çok ağır uslu, aklı başında biriydi.
“Aramızda medar-ı iftiharımız var, dede. Hemen hemen her dersten tam not alan… Şurada hiçbir şey yapmıyormuş gibi duran var ya, işte o!” diye tam karşıma düşen arkadaşımızı gösterdim.
“Ya, sen misin Faruk? Aferin sana! Nasıl oluyor bu iş? Başarının sırrı ne? Anlat da arkadaşların da sebeplensin. Önce kendini tanıt, sonra…”dedi, Define.
“Ben de madencileri anlatan bir yazı yazdım, birkaç gün önce. Cebimde. Oradan okusam, daha iyi olur. Sebebi daha iyi anlaşılır, gayretimin. Dinler misiniz?” diyerek, yüzlerimize baktı.
“Tabi ki…” “Daha güzel olur.” “Sen yazılar da yazıyor musun?” “Oku bakalım!” gibi şeyler söyledik.
Ayağa kalktı, pantolonunun cebinden, dörde katlanmış, ezilmiş, kenarları kıvrılmış birkaç defter yaprağı çıkardı ve başladı okumaya:
“Yazımı bir gazeteye göndereceğim. O nedenle yanımda taşıyorum. Ara ara okuyor, hatalarından arındırmaya çalışıyorum.

Dinleyin o zaman:

YERALTI FEDAİLERİ

Ben, Karabüklü, maden işçisi bir adamın oğluyum. Bir kenar mahallenin çıkmaz sokağında, dededen kalma iki göz odadan ibaret, bahçeli bir evde otururuz. Benden küçük üç kız bir erkek kardeşim var. Gittikçe ağırlaşan hayat şartlarında kıt kanaat geçiniriz.

Annem; reçel, turşu, tarhana, salça gibi ev yapımı yiyecekler yapar. Boş vakitlerinde yazma oyalar, dantel, kazak, yelek, çorap, patik örer ve bunları pazarlarda satar. Bahçemizdeki birkaç ağacın meyvesine kadar her şeyi para ettirmeye çalışır. Kardeşlerimin ikisi lisede, biri ortaokulda, diğeri de ilkokulu bu yıl bitirdi. Bize para yetiştirmek için sabah ezanından gece yarılarına kadar hiç boş durmaz:

“Babanızın ekmeği yenmez.” der. “Çünkü o, akşama kadar kazma kürek çalışıyor. İnsan kılığından çıktı. Genç yaşta çöktü, zavallım! Öğretmenlerinizi iyi dinleyin. Derslerinize sıkı çalışın. Ümidim sizde… Göreyim sizi! Yüzümüzü kara çıkarmayın! Emeğimizin karşılığını verin! Sizinle gurur duyuyorum.”

Babam madende, yerin yüzlerce metre altında, bizi okutmak için çalışıyor. Bizim oralarda, bir madenci ile yeraltında yük taşıyan bir katırın farkı yoktur. Aynı havasız yerde, aynı gazların, kömür ve toprak parçacıklarının havalandığı, defalarca kullanılmış, havalıktan çıkmış gaz odası ortamında yaşarlar, günlerinin yarısına yakınını. Kirin pisin içinde, aynı yorucu işte çalışırlar. Onlara kimse acımaz, hallerinden haberdar oldukları halde. Kulaklarının üstüne oturur, işverenler.
Elleri yüzleri kara içindedir, oradan çıktıklarında; tanınmaz haldedirler. O kömür tozu sinmiş elleriyle yerler, içerler; kuru katık ne getirdilerse…

Yeraltı fedaileridir onlar. Yeryüzündekilerin mutluluğu, rahat ve konforu için harcarlar varlıklarını. Elleri kolları tutmaz hale gelinceye kadar kazarlar, küreklerler, yüklerler. Çalıştıkça elleri nasır bağlar, omuz ağrıları artar. Kolları yerinden çıkacak gibi olur. Kanadı kırık kuşlara benzerler. Kısa sürede kamburlaşırlar, yorgun ve ağrılı dizlerini bükerek yürürler. Yüzlerce metre derinliğe indiklerinde, kazma kürek ellerine verildiğinde, her yanları acısa, sancısa da çalışmak zorundadırlar. Orada nazlarının geçeceği kimse yoktur. Ortaya birer ömür koyarlar ama karşılığını doğru dürüst alamazlar.
Sarıdır baretleri, benizleri, hastalık sarısı, ölüm sarısı… Kaderleri ise kara, kapkara… Karanlıkların kara elmasını çıkarmaya çalışırlar, pırıl pırıl parlayan sarı güne… Sırtlarından kazanç sağlayanların yaşadıkları parlak günlerin farkında bile değillerdir. Alın terlerinin karşılığı, eh işte, yok sayılmayacak kadardır.

Besmeleyle içeriye doğru ilk adımı atar, canları Allah’a emanet, dışarıdaki işsizlik ordusunu düşündükçe, hallerine şükrederek çalışırlar.

Grizu enselerinde gezer, göçük tepelerinde… Azrail’le inerler derinlere, yedi kat yerin dibine, ölmeden gömerler ömürlerinin kalanını. Alayı öksürüklüdür. İfrazat çıkarırlar ciğerlerinden boyuna, koyu, sarı, gri, yeşilimsi, kahverengimsi, kara… Ciğerleri hep yara…

Karıncalar gibi delikler açarak dalarlar, yerin katmanlarına ve labirentlerde yitirirler sağlıklarını. Kabirler oyarlar, baretlerinin ışığında. Mutlu yarınları gösteremez, ellerindeki fenerleri… Güpegündüz elinde fenerle insan arayan Diyojen gibi, kendilerine sahip çıkacak insan ararlar, her kazmayı vuruşlarında. En azından dürüstlük vardır, sırtlarına binenleri taşımaktan dik duramasalar da, o asil duruşlarında. Sabır imbiğinden geçerler, susarlar, işlerinden olmamak için. Eve ekmek götürebilmek için susarlar. Gururla bakabilmek için eşlerinin, evlatlarının yüzüne.

Onlar, aileleri için kendilerini feda edenlerdir. Çile, eza, cefa adamları… Kaderlerinin kara yazısını, kara kömür tozuyla alın terini yoğurarak, alınlarına işlerler çalıştıkça. Günden güne derinleşir kırışıklıklar, yüzlerinde, alınlarındaki çizgiler derinleşir; derinleşir düşünceler, çocuklar büyürken masraflar büyüdükçe.

Akıllarına getirmezler patlamayı, göçük altında can vermeyi, bizim içimiz bodruma inince dahi daralırken… Bazı insanlar, deprem korkusundan, apartmanların alt katlarında bile oturmaktan kaçınırken, onlar öne atarlar canlarını, kalorifer kazanlarını kaynatmak, konfor ihtiyaçlarını sağlamak için.

Biz yazabilirsek, elimizden geldiğince; bütün zamanlar onların öykülerini okuyacak.
Yolları bitmez, çileleri bitmez… Yol uzun, çile girift… Dert yumak yumak… Dur durak yok, son durak mezara kadar. İşte öyle fedakârca, feragatle çalışırlar, insanlık için, insanlıklarını unutarak, kendilerini yakarcasına.
Dışarıya çıkınca hayret eder olurlar, temiz havaya… ‘Bu var mıymış? Bu kadar da temiz olur muymuş?’ diye ama günden güne daralmaktadır, ciğerlerindeki borular, gözenekler kapanmakta, baloncuklar dolmaktadır; yeterince istifade edemezler.
Derin derin nefes alırlar, bir balonu şişirmeye çalışırcasına. Sanki ilk oksijen dolu hava dolarcasına göğüs kafeslerine… Sanki ilk nefesi alırcasına, yanarcasına ciğerleri…

Başları dik, alınları açık, omuzları çökük, dizleri büküktür. Acımasızlar, birer kamburdur, sırtlarında; hayat, birer acılı lokmadır, boğazlarından geçemeyen, gözlerinden yaş getiren, nefeslerini tıkayan, ölümüne soluksuz bırakan!..
Bazıları, aşk acılarından yakınır, kendilerini sigaraya, içkiye vururken, saatlerce sevgililerinin hasretiyle gözyaşları dökerken; onların, saatler önce gözlerine kaçan kum taneciklerini çıkarmaya çalışırlarken, ellerinin tersiyle ovdukça çizilen, mikroplanan, kızaran, çapaklanan, kan çanağına dönen gözlerinden akan yaşlar, yanaklarından siyah mürekkep olarak süzülmektedir, mürekkep ve kâğıt parası bulabilmek için.

Belki kar vardır dışarıda; karanlığa, karaya inat, bembeyaz… Göz alır, parlaklığı, gözleri kamaşır, bakamazlar. Belki de yaz güneşi yakmaktadır çimenleri, gün ışığı vuracaktır gözbebeklerine, yakacaktır gözlerini. Dayanamazlar ki karanlıklara alıştıktan sonra! İşkence olur onlar için bakamazlar. Baksalar da göremezler güzellikleri. Dallardan sarkan, olgunlaştıkça kızaran meyveleri, fidanlardan gülümseyen albenili gülleri, çiğdemleri, çiçekleri… Onlar, farkında olanlar içindir. Görecek gözleri mi kalmıştır, ağacı, taşı, kuşu, böceği? Ne yapsınlar meyveyi, çiçeği, gülü? Kendileri birer canlı cenaze, ruhları ölü…
Sanki karıncadırlar, kara karıncalar… Yeraltı için yaratılan ve kendi bedenlerinden kat kat ağır yüklerin altından kalkmaya çalışan… Onlar, yerin altına taşırlar bulduklarını, depolarlar, saklarlar; madenciler, yeryüzüne çıkarır, yığar, dağıtırlar.
Patlar mı yaraları, harlanır da iyileşir mi sonra? Onlar da koparlar mı, eritmeye çalıştıkları kocaman dağlardan, çığlar misali büyürler mi? Kapanır mı ellerindeki ayaklarındaki zehir çatlakları, acıları kabuk bağlar mı zamanla? Yoksa bir grizu patlaması, bir göçük sonucunda göçer giderler mi dünyadan, kimseler duymadan, çer çöp misali? Ağlar mı geride kalanları? Eşleri, çocukları? Anaları ağlar mı?”

Faruk, elindeki kâğıdı aşağıya indirdi ve katlamaya başladı. Biz de alkışlamaya başladık. Onun bu yönünü bilmiyorduk. Demek ki onun için asılıyordu derslere. Kaderlerini değiştirebilmek için ve devralmak için geçim derdini, anasının babasının omuzlarından. Yazısını çıkardığı yere koyarken, sadece bakıyorduk. Bir şey diyemedik. Ağır bir hüzün çökmüştü üzerimize.

“Analarının ağladığı doğru da, gerisini bilmem. Allah yardımcıları olsun! Hepinizin, hepimizin yar ve yardımcısı olsun! ‘Hak alınır, verilmez!’ sloganlaşmış bir sözdür. İnsanlardaki de gözdür ama görmek istemedikleri için görmezler. Para babalarının da gözlerini para bürümüştür. O nedenle göremezler. Harika bir yazıydı, evlat! Yazmaya devam et! Olur da birileri duymak ister de duyar.” dedi define.
Çay demlenmişti ama bizde çay içecek hal kalmamıştı.
Onur BİLGE
www.kafiye.net