RÜZGARLA GELEN

Dışarıda yağmur alabildiğine hızlanmış, neredeyse fırtına ağaçların dallarını koparıp atacak gibi çok şiddetli esiyordu. Ahmet Bey, dalgın gözlerle camdan dışarıyı seyrediyordu. Oturmuş olduğu koltuğundan kalktı. Ağır adımlarla cama doğru yürüdü. Bir taraftan şimşekler çakıyor, gökyüzü sanki yarılacakmış gibi gümbürdüyordu. Hafif buğulanan camı elinin içiyle silmeye başladı. İçinden buğular çıkan saplı su bardağındaki çayı yudumluyordu.

Ahmet Bey, yeni emekli olmuş, evinin bir köşesine çekilmemişti. Bu arada evinde yazım çalışmaları ile uğraşıyordu. Yaşının 55 civarlarında olmasına rağmen, onu görenler, altmış beş yaşın üstünde düşünür hemen. Yıllar ona acımasızlık yapmış, yaşamında daima haksızlıklarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Hani biraz kilolu olmasa, daha rahat edecektir. O her seferinde bu durumunu; “ Bir dirhem et bin ayıp örtermiş.”  Diyerek gülümserdi. Bazen de dostları onunla bu kilosu nedeniyle eğlenmeye çalışırken, o; “ Ben halimden memnunum. Birincisi beni bu durumda gören küçük arabalar uzaktan geçiyor. Bir de tam köşe dönerken yararını görüyorum. Çünkü karşıma çıkanlar bana çarpmamak için aniden duruyorlar.” derdi. Bu arada yağmur yine hızını artırmış, camdan uğultu geliyordu. Birden bir cam kırılması sesi işitti Ahmet Bey. İrkildi, sesin geldiği tarafa yöneldi. Tam gidecekken durakladı, kıpırdayamadı. Hareket etmek istedi ama bir türlü gidemedi Onu ayakları cam sesinin olduğu tarafa götürmedi bir türlü. Korkuyordu. Korkusu doğaldı. Çünkü bundan yıllar önce bir cam sesiyle ne acılar yaşamamıştı o! Ne zaman bir cam kırılsa, hemen gözleri dolardı.

Bundan on beş yıl önceydi. Onun yaşamında o acılı an, kendisini de bundan dolayı affedemiyordu. Kendisinin hiçbir suçu da yoktu doğrusu. Ama onların; cama, manzaraya duydukları merakları yüzünden, fidan gibi çok sevdikleri biricik kızlarını aralarından almıştı. Hayalindeki evi değil ama çocuklarıyla birlikte başlarını sokacak bir ev almışlardı. Ayrıldığı eşi manzarayı ve resmi çok severdi.  Bu nedenle evlerindeki her oda farklı renge boyanmıştı. İçlerindeki eşyalar da onlara uygun seçilmişti.  Hatta salonda deniz manzaralı resimleri duvarı süslüyorsa, çocuk odasının yıldızlar ve gezegenlerden oluşan bir resmi, yatak odasında ise sahilde kum ve denizi andıran bir manzara vardı. Ahmet Bey’in eşi Zeynep Hanım, salon ve diğer odaların kapılarının tamamen camdan yapılmasını istemiş, Ahmet Bey her seferinde itiraz etmiş, tehlikeli olacağını ısrarla söylemişti. Sonunda eşi ile ortak yolu bulmuşlar, kapıların doksan santimden yukarısını cam yapmışlardı. Kapı camlarını da hem içten hem de dıştan resimlerle donatmışlardı. Böylece evleri manzara resimlerinin yanı sıra figürler kendilerini dinlendiriyordu. Ama başlarına gelecekleri nereden bilebilirdi ki Ahmet Bey. Fırtınalı bir günde başlarına gelen olay onun yaşamında kara bir gün olarak durmadan onu takip etmişti. Dikkatsizliğin kurbanı olan kızlarını her cam sesinde ister istemez hatırlardı bu nedenle. Ahmet Bey, eşinden ayrılmış, yalnız yaşıyordu. Onun gibi yalnız olan annesi ara sıra yanına gelir, daha sonra annesi memleketine geri dönerdi. Birden o güne tekrar geri gitmişti.
Eşi aceleyle evden işe gitmiş, kendiside okula gitmeye hazırlanıyordu. Dışarıda fırtına sanki duvarları yalıyor, yerde bulunan gazete, kağıt, naylon torbaları havalandırıyordu. Bu arada kızına seslendi;
–  Kızım, Nergis, bak rüzgar çok kuvvetli. Odaları dolaşır mısın, açık cam varsa kapatıver yavrum.
Kızı:
–  Peki babacığım.
–  Ben banyoya giriyorum. Sakal tıraşı olayım, öğrencinin karşısına sakallı çıkmayayım, tamam mı kızım? , demişti.

Banyoya girmiş, elektrikli traşmakinası ile tıraş olmaya başlamıştı. Biraz da halk müziğini çok sevdiği için türkü mırıldanmaya başlamıştı. Dışarıda ise rüzgar fırtınaya dönmüş, gök gürültüsü ise sanki binaları sallıyordu. Tam sırada bir cam sesi oldu. Kızına, yavrum camları daha kapatmadın mı, diye sorduğunu daha dün gibi hatırlıyordu Ahmet Bey.  Bu sırada bir ayak sesi duymuştu. Kızı bu söz üzerine odaları hızlı hızlı dolaşıyor kontrol ediyordu. Buna sevinmişti. Kızı kendisini dinlemiş, sorumluluk bilinci ile hareket ediyor diye düşünmüştü ki, işte ne olduysa o an olmuştu. Bir şimşek çakmış, sanki gökyüzü yarılacak gibi bir sesle birlikte kapı çarpması olmuştu. Aynı anda kızının yüksek sesle haykırdığını duymuştu ve cam sesleri gök gürültüsü içerisinde hafiflemişti. Karışan sesler içerisinde, dışarıda mı, evin içerisinde mi diye düşünürken, kızının: “ Babacığım, yetiş.” Sözleriyle irkildi. Traşı hemen bıraktı. Bir anda bütün vücudunu ateş sardı. İçinde büyük bir sıkıntı olmuştu. Banyodan salona gidinceye kadar sanki saatler geçmiş gibiydi. Koşmuştu bütün var gücüyle. Koridora çıktığında kızı yerde yatıyordu. Kızının vücudunu müthiş bir titreme sarmıştı. Kızının başına vardığında hala salonun camı rüzgar nedeniyle ara sıra açılıp kapanmaya devam ediyor.

Ahmet Bey bir an donup kalmıştı. Kızının hafif bir hırıltı ile konuşmaya çalıştığını nedense son anda fark etmiş ve bir anlam verememişti. Kızını yerde yatarken şaka yapıyor sanmıştı. Yalnız kızının sağ kolu üzerinde yüzü koyun yattığını görmüştü. Kızının üzerine eğildiğinde o an bütün dünyası yıkıldı. Çünkü kızı Nergis, kanlar içerisinde idi. Salon kapısı kanlıydı. Birden;
–  Kızım, Nergis, ne oldu yavrum?  diyebilmişti. Hemen kızını kucakladı, kızının kanayan yerlerini kontrol ediyor, bir taraftan da cep telefonu ile 112 hızır acili arıyordu. “ Yetişin, ne olur, kızım kanlar içerisinde, vücudunda cam kesikleri var!” diyebilmişti sadece. Kızı ise ona yalvarırcasına bakıyor; “ Ne olur beni bırakma babacığım, çok korkuyorum, vücudumda derman kalmadı, beni odamıza götürür müsün?”  sözlerinden sonrasını duyamamıştı. Biricik kızı kollarının arasında gidiyordu. Ölüyordu dünyalar güzeli kızı. Elinden ise hiçbir şey gelmiyor çaresizlik belini büküyordu. Her şey bir anda, rüzgar ile, fırtına ile başlamış, çok kısa bir zaman dilimi içerisinde kızı kollarında can vermişti. Bir taraftan da kızının  boynunda oluşan büyük kesiği kapatıp fışkıran kanı durdurmak için az uğraşmamıştı. Olmamıştı, kızını kurtaramamıştı Ahmet Bey!

Günlerce kendisini ve ayrıldığı eşini affedemiyordu. Nasıl affetsin ki! Eşinin ve kendisinin düşünemediği bu resim ve manzara merakı yüzünden o dünya güzeli Nergisi’ni yitirmişti. Kızından salon kapısı ile camları kapatmasını istemeyip, kendisi gitmiş olsaydı belki de kızı Nergis hala yaşıyor olacaktı. Hala onunla konuşuyor, onun gülüşleri ile odanın içerisinde şakalaşmaya devam ediyor olacaktı. Kızının koşarak gittiği salona tam gireceği sırada, şiddetli rüzgar salon kapısını hızla kapatmış kızı Nergis’in yüzüne salon kapısı hızla kapanmış. Vücudu ile camı kırarken başı önde olduğu için parçalanan ve patlayan salon kapısının camından fırlayan parçalardan bir kızının boynundaki damarı yarmış ve kızı Nergis çok kısa zaman diliminde kolları arasında dünyadan ayrılmış, son nefesini kendi elleri arasında hiçbir şey söyleyemeden  gitmişti. Hele o son nefesini verirken bakışında san ki babasına; “ Gördün mü babacığım? Annemin ve senin manzara, resim ve cam merakınız bana neler etti? Bana daha bu dünyaya doyma fırsatını vermeden beni aranızdan ayırdı ecel. Bunun suçlusu sen ve annemsin. “ der gibi bakıyordu kızı Nergis ve o kızına bu suçluluk duygusuyla bir şey söyleyemiyor ve özür bile dileyemiyordu.

Yıllar geçiyordu, ama Ahmet Bey hala kendisini ve ayrılmış olduğu eşini bir türlü affedemiyordu. Gerçi eşinden ayrılmasına kızlarının ölümü neden olmamıştı. O hala kendisini de affedemiyordu. Nasıl affetsin ki… Kendisine ve ayrılmış olduğu eşine uyarıda bulunmuşlardı. Evin içindeki kapılarda fazla büyük cam iyi olmaz demişlerdi. Evet, cam belki aydınlık yapıyordu. Belki evin içi daha iyi görünüyor olabilirdi. Ama  kapılarda bulunan büyük camlar her zaman için tehlikedir. Çocuklar için, büyükler için hep tehlikeli olmuştur. Yapmayın, iyi olmaz denilmişti de, ne eşi ne de kendisi buna hiç dikkat etmemişti. Ama korkulan, beklenmeyen olmuş ve yağmurlu, fırtınalı bir günde azraile kızını kendi elleriyle teslim etmişti Ahmet Bey! Kendi kendine; buyur manzarayı, buyur camlara yapılacak figürleri, al aydınlığı! Şimdi doya doya seyret, şimdi gülerek seyret. Kendi haline gül, kendi kaderine sakın gülme, kızının sonunu kendi elinle hazırladın. Eşinle birlikte hazırladın. Haydi o manzaralar, resimler kızını getirsin bakalım Ahmet Bey! Bir cahilliğin, bir düşüncesizliğin, bir beceriksizliğin bedelini gencecik bir fidana ödettin. Şimdi sende, ayrıldığın eşinde rahat edin! İşte önünde uzun yaşanacak yıllar var, şimdi rahat et emi…

Nemli gözlerle dışarıyı seyreden Ahmet Bey, aradan hala on beş yıl geçmesine karşın kızının ölümünü unutamamıştı. Camdaki buğuyu silmiş, dışarıyı seyretmeye devam etmişti. Unutamadığı tek şey; suçluyum, cezama razıyım diye ölen kızı Nergis’e karşı haykırabilmekti, ancak…

Davutlar / 16.03.2006
Hüseyin  DURMUŞ
www.kafiye.net