Günaydın Kuzucuk

-BÖLÜM İKİ-

Park, gerçektengösterişliydi. Antalya Konyaaltı’nda bulunan gösterişli bisiklet parkuru bile burasının yanında biraz sönük kalıyordu. Ayrıca parkta bisiklet ve kaykay parkurlarının yanında bir de yürüyüş parkuru yer alıyordu. Parkın kuzeybatısına düşen basketbol sahasında ki hareketlenmeler sahanın dolmaya başladığını gösteriyordu. Batı yakasındaki tenis kortu henüz açık değildi. Parktaki yemyeşil, diri çimler henüz biçilmiş olmalıydı, zira her yer taze çimen ve toprak
kokuyordu. Islanmış toprak kokusunu içime çekip mutlulukla gülümsedim.

Ben kenara çekilme fırsatı bulamadan birisi bana çarptı ve kendimi yerde buldum. İnce bir kız sesi telaşla inledi.

“Özür dilerim, çok özür dilerim. İyi misin?” Homurdanıp ellerim üzerinde dengemi
tekrar buldum. Önüme düşen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp yere
düşmeme neden olan sakara baktım. Ben yaşlarında, esmer bir kızdı. Omuzlarına
gelen fazla seyrek siyah saçlarını atkuyruğu şeklinde toplamıştı. Başında
lacivert beysbol şapkası vardı. Fosforlu pembe kaykayına göz ucuyla şöyle bir
baktım. Sokak Dansçıları filmindeki serseri tipli siyahî kızlara benziyordu.
Kolsuz tişörtünden görünen kollarında yer yer çürükleri görünce kaşlarımı çattım.
Gözlerimi, kollarından kızın yüzüne çevirdim.

“Önüne bakmayı denemelisin,” dedim. Kız ağzını açıp kapadı. Koyu renkli gözleri
kısa bir süre üzerimde dolaştı, sonrada heyecanla irileşti.

“Ah, sen şu bizim sokağa yeni taşınan ailenin kızı değil misin?” Harika, demek ki
mahalle gençleri arasında bu isimle anılıyordum. Başımla onayladım. Kız kocaman
gülümseyerek beyaz dişlerini gözler önüne serdi. Kemikli elini bana doğru
uzattı.

“Ben Elif.
Tanıştığıma memnun oldum.”

Uzattığı elini hızlıca sıkıp gülümsedim. “Bende Zeynep. Pek hoş bir tanışma faslı değildi
galiba.”

“Kesinlikle değildi.” Elif fosforlu pembe kaykayını yerden alıp kolunun altına
sıkıştırdı.

“Bir dondurma yemek ister misin?” diye teklifte bulundu.

“Tamam,” dedim kısaca. Herkesle kolay anlaşan birisi değildim
belki ama bu kıza kanım kaynamıştı. O yürüyerek, ben kayarak parkın köşesindeki
büfeye yürüdük. Birlikte birer külah dondurma aldık.

“Ee, anlat bakalım, İzmir’i sevdin mi?” Sorusuna cevap vermeden önce çilekli
dondurmamı yaladım.

“Bilmiyorum, daha dün geldik. Sevmeli miyim?”

“Orası sana kalmış ama bana göre dünya üzerindeki en güzel şehirlerden biri.”

“Havası çok temiz ve görünüşe göre insanları da çok sıcakkanlı.”

“Yakıcı yazı dışında diğer özelliklerine bayılıyorum.” Omuzlarını kaldırıp indirdi.
“Sanırım sıcağı sevmemem Erzurumlu olmamdan kaynaklanıyor.”

“Ben çok fazla rahatsız olmadım. Daha önce Antalya’daydık, yani sıcağa alışığım.”

“Bana güven, İzmir’den hoşlanacaksın.” Bu görüşüne cevap vermekten kaçındım. Bu şehri
sevip sevmeyeceğimi zaman gösterecekti. Elif birden durup bana döndü.

“Bende tam bizim tayfanın yanına gidiyordum. Sende gelsene.” Kaşlarımı çatıp esmer yüzüne baktım.

“Tayfa mı?”

“Evet, hepimiz aynı sınıftanız. Ben, Furkan, Aysel ve Emir. Onları seveceksin, iyi
çocuklardır.”

Sadece gülümsemekle yetindim. Elif’e bakılırsa her şeyi sevecektim. Yine de kabul
ettim. Birlikte dondurmalarımızı bitirdikten sonra, ben patenlerimle, o ise
fosforlu pembe kaykayıyla kayarak kaldırımlı parkurda yol aldık. Aynı okula
gideceğimizi öğrenince biraz da olsa sevinmekten kendimi alamadım.

Bir süre sonra ileride, bankların bulunduğu çay bahçesinin orada, bir grup genç gözüme çarptı.
Elif’in bahsettiği ‘tayfa’ olmalıydılar.

“Hey millet, bakın size kimi getirdim!” Elif kaykayını tekrar eline aldı. Yolun geri
kalanını koşar adımlarla aşıp, grubun içine daldı. Yavaşlayıp, durdum. Hızlıca
gruptakilere bir göz attım.

“Zeynep İzmir’e yeni tanıştı. Bu yıl bizim okula gelecek. Zeynep, Bu Furkan.” Elif
eliyle uzun boylu kumral bir oğlanı işaret etti. Oğlanın yazın uzattığı saçları
alnına düşüyordu. İfadesiz gözlerle yüzüme bakıyordu. Aşırı duygusuz şairlere
benziyordu.

“Bu Aysel.” Aysel benden kısaydı ama çekici bir kızdı. Bal rengi dalgalı
saçlarını iki yandan toplamıştı. Gereğinden fazla iyimser bir tipi vardı.

“Ve bu da Emir.” Emir koyu renk dağınık saçlara ve ela gözlere sahipti. Ellerini kot
pantolonunun cebine sokmuş, bana bakıyordu. Fazlasıyla sıradandı.

“Selam,” dedim hepsine hitap ederek.

“Sahile gitmek için uygun olduğunu sanmıyorum,” dedi Furkan ters bir sesle.
Gözlerimi Furkan’a çevirdim. Çenesiyle patenlerimi işaret ediyordu. Tek kaşımı
kaldırıp gözlerimi devirdim. Sokak köşelerinde takılan serseri arkadaşlar
edinmiştim. Şimdi de içlerinden biri benimle laf yarışına mı giriyordu yani?

“Sanırım sende pantolonla yüzeceksin.” Aysel ve Elif kıkırdaştılar. Yan gözle
Emir’in gülümsemesini eliyle örtmeye çalıştığını gördüm. Furkan teslim olur
gibi ellerini havaya kaldırdı.

“Tamam, pekâlâ.
Hadi gidelim o zaman.” Furkan arkasını dönüp yürümeye başlayınca Emir de
onu takip etti. Yüzümü asıp arkalarından baktım.

Aysel zıplayarak yanıma geldi ve koluma girdi
“Ona aldırma, sana alışması kısa sürecektir.”

Onun şirin çilli yüzüne ve mavi gözlerine bakıp gülümsemeye çalıştım. Kolumu çekmek istedim ama
yapmadım. “Umarım öyle olur.”

* * *

Ege Denizi tüm görkemiyle önümde uzanıyordu. Beyaz kumsaldaki insanların bazıları denize giriyor, bazılarıysa şemsiyelerinin altında güneşleniyordu. Havada, burnuma tuzlu deniz kokusunu taşıyan hafif bir meltem vardı. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım.

“Ne yapıyor bu?” diye homurdandığını duydum kaba bir sesin. Furkan. Gözlerimi açıp
omzumun üstünden ona bir bakış attım.

“Nefes alıyorum. Bilirsin, canlılar yapar.”

“Komikmisin?”

“Hayır, insanım.” Arkamdan tekrar gülüşme sesleri geldi. Furkan kendi kendine
söylenip yürümeye başladı. Ben Elif, Aysel ve Emir de arkasından. Bir süre
sahilde yürüyüp, beyaz köpüklü dalgaları seyrettik. Furkan’ın tavsiyesine uyup
sahile gelmeden önce eve gidip parmak arası terliklerimi giymiştim. Terliğimin
içine dolan sımsıcak kumları hissetmek müthiş bir duyguydu.

“Ah! Ayağım kanıyor!” Furkan’ın acı dolu sesiyle irkildim ve ondan tarafa baktım.
Kumların üzerine oturmuş, kanayan ayağını tutuyordu. Hemen yanına koştuk.
Görünüşe göre kumsaldaki kırık cam şişe parçalarından birisi çıplak ayağına
girmişti. Kanı görmek midemde bir şeylerin çalkalanmasına yol açtı. Koyu
kırmızı sıvı Furkan’ın ayağından açık sarı kumlara damlıyordu.

İnsanlar Furkan’ın başına toplanmaya başlamıştı. Her kafadan sesler çıkıyordu. Kanın
görüntüsü başımın dönmesine ve kulaklarımın uğuldamasına yol açıyordu. Hayal
meyal birisinin bana kenara çekilmemi söylediğini duydum.

“Uğursuz!” diye bağırdı Furkan. Öfke saçan gözleri
üzerimdeydi. Arkaya doğru bir adım attım. Sonra bir adım daha.

Ardından koşmaya başladım.

* * *

“Aptal, aptal, aptal!” Kafamı, gömdüğüm yastıktan kaldırıp pencere kenarımdaki begonyalara baktım. “Hadi sizde söyleyin, ben bir aptalım.” Derin bir nefes alıp yatağımda doğruldum. Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp çarşaflarımın üstünde bağdaş kurdum. “Kaçmam tam bir korkaklıktı. Aslına bakarsanız kaçmak istememiştim. Sadece kan görmeye dayanamıyorum ve Furkan da bana o şekilde bağırınca…” Sözümün geri kalanını tamamlayamadım. Begonyalar gerçekten anlattıklarıma üzülmüşçesine solgun görünüyordu. Yataktan zıplayarak inip pencere kenarıma gittim. Begonyaların küçük saksısındaki toprak kurumuştu. Ah, elbette. Çiçeklere su verilmesi gerekirdi.

Başucumdaki pembe su bardağını kapıp odamdan fırladım. Banyodan ölçülü bardağa su doldurup odama geri döndüm. Saksıya bir miktar su dökünce suya aç toprak hemen nemlendi. Kendi kendime gülümseyip çiçeğin narin yapraklarını öptüm.

“Yalnızlık çekiyor musun?” diye mırıldandım. Kollarımı pencere kenarına dayadım, çenemi de ellerimin üzerine koydum. “En azından senin hüsranla biten arkadaşlıkların yoktur.”

“Zeynep.” Omzumun arkasından kapıya doğru bakınca annemin
kafasını kapı aralığından uzattığını gördüm. Önüme dönüp, çalışma masamın
yanındaki mor puflardan birisine çöktüm. Annem içeriye girip kapı arkasındaki
sandalyelerden birini pufun yanına koyarak oturdu. Dizlerimi kendime çektim.

“Meral teyzen aradı. Dün bizi ziyarete gelen komşumuz.”

 

Annemin yüzüne bakmaya devam ettim. Aşırı-meraklı-komşumuz konusunun nereye gideceğini merak
ediyordum.

 

“Oğulları Furkan’ın ayağını sahildeki bir cam parçası kesmiş. Hastanedelermiş.” Yüz ifademin değişmediğinden emin olduktan sonra düşündüm. Demek aşırı-meraklı-komşumuzun oğlu Furkan’dı, ha? Ne muhteşem bir tesadüf.

“Az sonra hastaneye ziyaretine gideceğim. Gelmek ister misin?”

 

Alt dudağımı dişleyip kafamı hızla sağa sola salladım. En son istediğim şey Furkan ve
tayfayla karşılaşmaktı. Berbat bir günün sonunda ılık bir duş alıp yatağımda
kitap okumak istiyordum.

Annem elleriyle dizlerinden destek alarak ayağa kalktı. “Tamam bakalım. Baban az sonra eve gelir. Kapıyı kimseye
açma. Daha yeni taşındık ve kimseyi tanı…”

 

“Tamam, anne. Biliyorum,” diye homurdandım. Annem bana gülümseyip kapımı kapatarak odamdan çıktı. Üstümdeki şortun kenarından sarkan ipliği parmağıma doladım.

 

“Neden her şey ters gitmek zorunda ki?” Puftan kalkıp odamdan çıktım.

 

Yirmi dakika sonra duş almış, oturma odasında kitap okuyordum. Yeni bir sayfaya geçmiştim ki anahtar sesleri duyuldu ve kapı açıldı. Babam elinde alış veriş torbasıyla içeri girdi. Telefonunu yanağıyla omzu arasına sıkıştırmış, kahkahalar atarak
birisiyle konuşuyordu. Yüzümü buruşturup başucumdaki sehpadan Mp3’ümün kulaklıklarını kaptım. Şarjının bitmiş olduğunu görünce iç çektim. Yinede kulaklıkları takıp, müzik dinliyormuşum gibi yapmaya karar verdim. Belki de
aşırı-sosyal babam, bana gün içinde yaşadıklarını anlatmaktan vazgeçerdi.

Kitabımı dizlerimin üzerine koydum. Gözlerim satırların üzerinde ileri geri hareket
ediyordu ama istemeden de olsa babamın konuşmalarını duyuyordum. Fazla sesli
konuşuyordu. Neden bazı insanlar herkesin kendileri gibi zor duyduğunu
zannederdi ki?

 

“…öyle Ahmet Bey, evet. Hanım da buradaki bir okula atandı.”

Gözlerimi devirip kitaba yoğunlaşmaya çalıştım.

“Evet, evet. O da sevdi İzmir’i. Hemen yeni bir arkadaş grubu buldu bile…”

Anlayamadım? Babam ne zamandır arkadaş çevremle ilgilenmeye başlamıştı ki?

“…görüşmek üzere.” Babam telefonunu kapattı. Koltuğa iyice gömülerek kitabımı
dizlerimin üstüne kaldırdım.

“Annen nerede?” Bu sorusuna cevap vermem gerektiğini düşünüp kulaklıklarımı
çıkardım. Duymamış gibi davrandım.

“Ne?”

“Annen nereye gitti?”

“Şey, komşumuz… Adı neydi kadının?”

“Meral Hanım mı?”

“Hah, evet. Oğlunun ayağı mı yaralanmış öyle bir şey. Hastaneye gitti.”

“Keşke sende gitseydin.”

Babama ters bir bakış attım. “Banane ki?”

“Bu kadar duyarsız olman sadece sana zararlı, biliyorsun değil mi?”

 

“Duyarsız değilim. Tanımadığım birisinin ayağı beni ilgilendirmiyor sadece.” Koltuğa
iyice gömüldüm. Eğer orada bir delik olsaydı hemen içine atlardım. Arkamda
bıraktığım patenlerimi ve Mp3’ümü bile düşünmezdim.

“Az önce konuştuğum kişi kimdi biliyor musun?” İç geçirmemek için kendimi tuttum.
İşte başlıyorduk.

“Onunla 15 yaşında tanıştık. Babamlar para sıkıntısı yüzünden İstanbul’a taşınmışlardı.
Arkamda bıraktığım arkadaşlarımı ve köyümü çok özlüyordum. Tam her şeyin
tepetaklak olduğunu düşünürken Tuncer ile karşılaştım. O da İstanbul’a yeni
taşınmıştı. Birlikte çok iyi anlaştığımızı fark ettik. O günden beri devamlı
telefonlaşır, konuşuruz. Aramızda kalsın ama annenle de onun aracılığıyla
tanıştım.” Bana bakıp göz kırptı. Dudaklarımın kenarlarının yukarıya doğru
kıvrıldığını hissettim.

“Anlatmak istediğim şu ki, yeni tanıştığın insanlar kanayan yaralarına merhem olabilir.
Ya da tanışacağın insanlar. Her insan birbirinden farklı olabilir, insanları
birbirinden ayıran da bu farklılıklardır. Gittiğin her yerde yeni dostlar
edinmeye çalış. Çalış ki, düştüğün zaman seni kaldıracak olan da çok
olsun.”

Gözlerimi pembe ojeyle boyalı ayak tırnaklarıma dikip düşündüm. Kısa süre sonra kararımı verdim.

“Senden bir şey istesem yapar mısın, baba?”

* * *

Annemi arayıp, hangi katta olduğunu öğrendim. Babamla birlikte asansörün içindeydik,  ben sıkıntılı bir bekleyiş modundaydım. Sonunda asansör altıncı kata geldi. Kapılar metalik bir sesle sürtünerek açıldı.

Annemi ve Meral teyzeyi bekleme koltuğunda gördüm. Koşarak yanlarına gittim. Babam arkamdan geliyordu.

“Zeynep, burada ne işiniz var?” Annem ayağa kalkıp beni yarı yolda karşıladı.

“Fikrimi değiştirdim,” dedim. Ardından Meral teyzeye bakıp gülümsedim. “Geçmiş olsun, Meral teyze.”

 

“Sağ ol gülüm.”

“İçeriye girebilir miyim?” Annemle ikisinin sessizce bakıştıklarını gördüm. Meral teyze hemen başıyla salladı. Omuzlarımdaki gerginliği atıp başım dik bir şekilde 605 numaralı hasta odasına doğru yürüdüm.

Kapıyı yavaşça tıklatıp içeriye süzüldüm. Furkan’ın cam giren ayağı sargılıydı. Kafası diğer tarafa
dönük olduğu için beni göremiyordu.

“Anne, bir ihtiyacım olduğunda…” Furkan hiddetle başını benden yöne çevirdi ve beni
görünce bir an kalakaldı. Koyu renk saçları gibi yüz ifadesi de karışmıştı.

“Burada ne işin var?” diye sordu şaşkınlıkla.

“Sana da selam,” diye karışık verdim. Ellerimi bir balerin gibi birleştirip yatağa
doğru yaklaştım. Sinirlenip üstüme atlar korkusuyla, yatakla arama iki adım
mesafe koydum. Sonra vazgeçip gelmeden önce begonya saksımdan kopardığım beyaz
çiçeği yanındaki masaya bıraktım.

“Geçmiş olsun diyememiştim.”

“Evet, ben acı çekerken sen kaçmakla meşguldün.”

“Hayır, kaçmadım!” Bana boş gözlerle baktı. Gözlerimi çevirip derin bir nefes
aldım. “Tamam, kaçmış olabilirim ama korktum. Ayrıca bana uğursuz diye
bağırınca…”

“Özür dilerim, o gün ters bir gün günümdeydim.”

Kafamı kaldırıp ona baktım. Bana baktığını görünce kızarıp yüzümü başka yöne çevirdim.

 

“Her neyse, mühim değil. Ayağın nasıl?”

 

“Doktor cam parçasının derine girdiğini söyledi. Bir süre üstüne basmamam iyi olacakmış.
Sahilde çıplak ayakla gezmek aptallıktı.”

“Bir dahaki sefere patenle dolaşmayı dene.” İkimizde güldük. Aramızdaki buzların
eridiğini bilmek rahatlatıcıydı. Soğukkanlı bir kız olabilirdim ama samimiliğin
yerinin çok farklı olduğunu öğrenmiştim.

Hilal GÜMÜŞ
www.kafiye.net